Bir süredir birilerinin üst akıl dedikleri mekanizmadan Türkiye'ye yayılmaya çalışılan bir kavram ile karşı karşıyayız. "Ümmet olmak"…
Konu ince ince işleniyor. Öyle ki Ankara'da bir camide cuma hutbesinde durumdan kendisine vazife çıkaran, aynı zamanda ilahiyat fakültesi hocası olan bir zat; konuyu büyük bir iştahla dillendiriyor.
Hoca, Müslümanların Suudi Arabistan'ın hamlesi ile ortak bir çatı altında buluşmasından hem Türkçe hem de İngilizce büyük memnuniyetle bahsediyor.
Cemaat tepkisiz dinliyor…
Oradan bir şeyler söylenirken uyuklayan, bu yüzden onlar için hiçbir şey ifade etmeyen, iyi bir Müslüman olunması için ne yapılması gerektiğini anlatan sözleri dinledikleri gibi…
Ama bu kez gerçekten de ateşle oynanıyor!
"Ümmet" kavramının Türkçe sözlükteki anlamı şöyle: "Hz. Muhammed'e inanarak, onun yaptıklarını ve söylediklerini uygulayarak çevresinde toplanan Müslümanların tümü."
Bu tanıma İslam dini mensubu, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kimsenin itirazının olması mümkün değil.
Ancak İslam dünyasının bir bölümünü, ne idüğü belirsiz bazı mekanizmaların şemsiyesi altında toplama girişimleri mezhep farkını körükleyerek düşmanca yaklaşımlarla yapılıyorsa çıkartmamız gereken sonuç, Orta Doğu'da büyük felakete tahminimizden çok daha yakınız.
BİRBİRİNE "HAİN", "MÜNAFIK", "AJAN" DİYENLERDEN ÜMMET OLUR MU?
"Ümmet" olma düşüncesi son olarak 57, Suriye dışarda bırakıldığı için 56 üyeli İslam İşbirliği Teşkilatının İstanbul'daki zirvesi sırasında gündeme taşındı. Hatta Türkiye ve Kazakistan ortak bir girişimde bulundu.
"Ümmet" kavramının tartışmaya açılacağının ilk işareti Recep Tayyip Erdoğan'dan geldi.
Ev sahibi ve dönem başkanı Türkiye adına konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan; yaptığı konuşmada, üç tehlikeden söz etti: Mezhepçilik, ırkçılık ve terörizm…
Ardından da tartışma yaratan şu sözleri sarf etti : “Ne Şii dinindeniz ne Sünni dinindeniz. Bir tek dinimiz var İslam. Ben Müslüman’ım. Diğerleri birer yol olabilir. Ona da saygı duyarız.”
Bu sözlere derhâl itirazlar yükseldi.
"Buradan “mezhep karşıtlığı”na gitmek makul de değildir sonuç üretebilir de değildir. Sadece yoğun tartışma açılmış olur, o kadar. Onun da Müslümanlar arasında ihtilafları büyütmekten başka sonucu olmaz." denildi.
Üstelik bu yorumu yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yılmaz savunucularından biriydi. "Ümmet olma" düşüncesine ilk darbe, çekirdeğe en yakın halka içerisinden geldi.
Dönelim İslam İşbirliği Teşkilatının İstanbul'daki zirvesine.
Zirveye damgasını vuran; Suudi Arabistan kralı ve maiyetinin görmemişliği, tavan yapan şaşaası ve tantanasıydı. Oraya buraya para dağıtarak geldi, Suudi Arabistan kralı.
Türkiye'ye gelmeden önce Kahire'ye giden Suudi Arabistan kralına, Kızıldeniz’de 66 yıldır Mısır’ın elinde olan iki ada hediye edildi.
Peki neden?
Mısır hükûmeti alicenaplıkla verdiği bu adaların karşılığında yüklü bir parayı, bağış olarak Suudi Krallığından aldı.
Bu yetmezmiş gibi, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı da İstanbul’da, Malezya Başbakanı’nın şahsi banka hesabında yer alması tartışmalara sebep olan 681 milyon doları kendilerinin “bağış” olarak verdiklerini söyledi.
Bu iki örnek gösteriyor ki Suudiler işi çözmüş durumdalar. Bastırıyorlar petrodolarları, karşılığında da itibar ve onların dış politikalarını koşulsuz destekleyen müttefikler elde ediyorlar.
Müslümanların gurur vesilesi artık Suudi Arabistan...
Öyle bir meydan okuma ki Suudi Kral Obama’yı havaalanında karşılamıyor. Hatta Suudi Arabistan Amerika Birleşik Devletleri'ni 750 milyar dolarlık hazine bonolarını ve diğer varlıklarını satışa çıkarmakla tehdit ediyor.
Oysa bütün dünya biliyor ki Washington'un desteği olmasa iki haftada ne Suudi kralı kalır ortada ne de ülkesi...
Bu arada Suudi Arabistan bazı Müslüman ülkelerin yöneticilerinin kişisel hesaplarına oluk oluk para aktarırken tam bir sefalet yaşanıyor.
İslam dünyasının 57 ülkesinin nüfusu 2 milyar civarında…
Peki, kabaca dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan bu ülkeler toplam ne kadar üretim yapıyor biliyor musunuz?
İslam Konferansı Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimî Komitesinin verilerine göre, dünya üretimindeki pay sadece %8 civarında. Yani 57 ülke bir Almanya etmiyor.
İşin ekonomik boyutu tam bir felaket… Ancak asıl büyük tehlike, madalyonun diğer yüzündeki Suudi Arabistan ile İran arasındaki düşmanlık.
Son dönemde tavan yapan düşmanlığın asıl sebebi, İran ile Amerika Birleşik Devletleri'nin tahminlerin ötesinde hızla anlaşmaya varması. Bu Suudi Arabistan'da şok etkisi yarattı. Değişen dengelere hazırlıksız yakalanan Suudi Arabistan, şimdi oyunu bozmaya çalışıyor.
Bunun için müttefiklere her zamankinden daha fazla ihtiyacı var ki bunun yolu da onların yöntemi ile paradan geçiyor.
İşte bu görüntülerle İstanbul'daki İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesine, Suudi Arabistan damgasını vuruyor ve istediğini alıyor.
Bütün karşı koymasına rağmen İran, “Sonuç Bildirgesi”nde ağır bir dille eleştiriliyor.
"Müslüman ülkelerin İran ile ilişkilerinin iyi komşuluk ilişkilerine dayalı olması ihtiyacına, ülkelerin egemenliği ve toprak bütünlüğüne saygı çerçevesinde iç işlerine karışılmaması gerektiğine; aradaki husumetlerin İslam İşbirliği Teşkilatı, Birleşmiş Milletler ve uluslararası kurallara göre barışçıl yollarla çözülmesi gerektiğine, şiddet veya tehdide başvurulmaması gerektiğine dikkati çekmektedir.
İslam İşbirliği Teşkilatı; İran'ın Tahran ve Meşhed kentlerinde, diplomatların korunmasına yönelik uluslararası kanunlara, diplomatik ilişkiler ve konsolosluk ilişkilerini düzenleyen Viyana Sözleşmesi'ne açıkça aykırı olan Suudi Arabistan diplomatik temsilciliklerinin saldırıya uğramasını kınamaktadır.
İslam İşbirliği Teşkilatı, Suudi Arabistan'da terör suçu işleyen kişilere yönelik verilen yargı hükümleri ile ilgili İran'ın tahrik edici açıklamalarını reddeder. Çünkü bu açıklamalar, Suudi Arabistan'ın iç işlerine açık bir karışma sayılır."
Aslında bu ibarelerle nasıl bir yol ayrımında olunduğu ortaya konuldu. Bu arada kulislerde taraflar birbirlerini yüksek sesle hainlik, münafıklık ve ajanlıkla suçluyorlardı.
Durum bu iken bu tablodan bir "ümmet" çıkartmak sanki hayallerin bile ötesinde.
TÜRKİYE'Yİ YÖNETENLER TARİHTEN BİR NEBZE OLSUN DERS ÇIKARTABİLİYOR MU?
Yakın tarihe baktığımızda "ümmet" kavramına birçok anlam yüklendiğini görebiliriz.
Balkan Savaşları sırasında, Mehmet Akif’in "millet=ümmet" formülü ön plana çıktı. Birinci Balkan Savaşı’nda karşımıza çıkan güçler Hristiyan milletler koalisyonuydu: Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar... Ortak hedefleri de Müslümanlardı.
“Ümmet” fikrinin sarsılması ise Yunan, Bulgar, Sırp milliyetçiliğinden sonra Arnavut ve Arap milliyetçiliklerinin gelişmesiyle başladı.
Mehmet Akif’in Arnavutlara: “Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?” dese de bunlar havada asılı kalan sözlerdi. Arnavutluk, Balkan Savaşı sonrasında bağımsızlığını ilan etti.
Akif bir başka şiirinde ise “Türk Arapsız yaşamaz, kim ki yaşar der, delidir. Arap’ın Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir.” diyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nda Şerif Hüseyin’in başını çektiği Araplar, İngilizlerle anlaşıp Türkleri sırtından hançerledi.
İstiklal Savaşı’nın başladığı yıllarda "ümmet" fikri de dayanışması da Araplar tarafından ayaklar altına alınmıştı ve onlara güvenmenin imkânı yoktu.
Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığındaki Millet Meclisi, memleketi yabancı işgalinden kurtarmak istiyordu. Buna karşılık işgalciler ve onları destekleyenler Anadolu’daki Hristiyan varlığını artırmak istiyordu. Bizim "Kurtuluş Savaşı"mız Batı kamuoyunda, bu yönüyle bir "din savaşı" gibi algılanıyordu. İşte bu ortamda, Mehmet Akif’in şiirlerindeki "millet=ümmet" formülü sadece Anadolu'da yaşayanlar arasında yaşam buldu.
Kısaca Türkler, Araplar ya da İranlılar tarihin hiçbir döneminde "ümmet" anlayışı ile bir araya gelmedi.
"ÜMMET OLMAK" AMA NASIL?
Ümmet olabilmenin gizemi, İslamiyet’in yayıldığı ilk dönemde gizli…
Din âlimleri ve tarihçilere kulak verdiğimizde görüyoruz ki Hz. Muhammed'in yaşantısı, gösteriş, şatafat ve israftan uzak mütevazı bir hayat…
Bu öyle bir durumdu ki onu tanımayanlar ziyaretine gelenler eğer bir topluluk içindeyse, kimin peygamber olduğunu anlamazlardı.
Hz. Muhammed gibi ondan sonra gelen halifeler Hz. Ömer, Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Ali'de yaşadıkları dönemde ne din adına ne de devletin itibarı için gösterişe kapılmadılar.
Oysa Hz. Muhammed ve halifeler, dönemin en güçlü ve en zengin devletlerinden birinin başındaydılar. İsteselerdi Roma imparatorları veya Pers kralları gibi yaşayabilir, şatafatlı saraylar inşa ettirebilirlerdi.
Ancak onlar mütevazılık ve sadeliği tercih ettiler.
İslam dünyasını zulüm, adaletsizlik, fakirlik ve cehaletten kurtarmak için mücadele ettiler. Kul hakkı yemeyi, haksız kazanç sağlamayı, kibir, gösteriş için ibadeti lanetlediler.
Peki, bu dönemin ardından ne oldu?
Öyle bir bozulma yaşadı ki İslam ülkeleri, dünyadaki rüşvetin, yolsuzluğun, hırsızlığın, suçun ve her türlü rezaletin yaşandığı topluluklara dönüştü. Bir de topluluklar arasında savaşa dönüşen nefret var ki asıl bu durum Müslümanları darmadağın ediyor.
Şimdi kalkmışız, bu perişan hâlimizden bir "ümmet" çıkartma derdindeyiz.