KÜRESEL TERÖR, KÜRESEL YOLSUZLUK: ADRES TÜRKİYE

06 Nisan 2016 11:53 Mehmet DEMİRKAN
Okunma
3078
KÜRESEL TERÖR, KÜRESEL YOLSUZLUK: ADRES TÜRKİYE

 


Türkiye, son dönemde eşi benzeri görülmemiş saldırılarla karşı karşıya kaldı. Halk önce canlı bomba, bombalı araçla saldırı gibi terör eylemleri ile korku ve ümitsizlik girdabına düştü. 
Oysa daha önce de bombalar patlamış, yetkililer olayı kınamış ve faillerinin hesap vereceklerini söylemişlerdi. Halk da buna inanmıştı. Öyle ya, yaklaşık %50 oy verdiği, iç ve dış politikada başarıdan başarıya koşan iktidar, sarayı ile köşkü ile halkının hizmetindeydi.
Türk halkı rüyadayken onu sarsan bomba; güven sıralamasında hep ilk sırayı verdikleri, gurur duydukları askerlik müessesesinin tam kalbinde patladı. 
Şaşırdık ama iki gün sonra unuttuk. Ne zaman ki başkentin en kalabalık yerinde Kızılay'ın göbeğinde bir bomda daha patladı, korku içinde evlere kaçıştık.
"Ne oluyor yahu!" derken, öğrendik ki ABD Büyükelçiliği tehlikeyi iki gün öncesinde vatandaşlarına duyurmuş, Ankara'da uzak durmaları gereken yerler konusunda onları uyarmıştı. 
"Vay, bunda ABD'nin parmağı var!" diyorduk ki Ankara'daki ABD Büyükelçiliği başına gelecekleri anlayıp "Bize ulaşan duyumları, sizin güvenlik birimlerinizle teyit ettik. Onlar da doğruladı." şeklinde bir açıklama yaptı. 
Devleti yönetenler bu rezalet karşısında suskunluğa bürünürken bir Allah'ın kulu da çıkıp "Yahu bizim hiç mi değerimiz yok?" demedi.
Bu olaydan kısa bir süre sonra sinyal, İstanbul'daki Almanya Başkonsoluğundan geldi. Nevruz öncesinde Beyoğlu civarında terör saldırısı olabileceği duyumları ile bölgedeki faaliyetlerini durdurdu ve vatandaşlarını uyardı. Üstelik konudan sadece kendi vatandaşlarını değil, Türk halkını da haberdar etti. 
İki gün sonra da İstiklal Caddesi'nde bir canlı bomba kendini patlattı. İnsanlar öldü, birçok kişi de yaralandı. 
“Devletin yetkilileri ne diyecek?" diye merak ederken "Ankara'daki saldırılarla İstanbul'daki  arasında bağlantı yok." diye bir açıklama geldi, iyi mi? Neymiş; Ankara'da PKK, İstanbul'da IŞİD patlatmış bombaları. 
Yine hiç kimse, "Bu ülkeyi nasıl teröristlerin elini kolunu sallayarak dolaştığı, vatandaşlarını ise yabancı misyonlardan gelecek uyarılara kulak kesildiği bir açmaza sürüklediniz?" diye sormadı ya da soramadı.      
Ancak halkın bir kesiminin hissiyatını AKP Eyüp Kadın Kolları yetkililerinden İrem Aktaş dile getirdi. İstanbul'da yaralanan İsrailli turistler için "Keşke hepsi ölseydi." dedi. Bu mesaj, "Bu ülkenin sahibi artık biziz, bunu kabul edeceksiniz." düşüncesindeki, devletin bütün imkânlarını hoyratça kullanabilen ayrıcalıklı grubun ruh hâlinin görülmesi açısından gerçekten çarpıcıydı.
Bu arada Ankara'da bazı mecralar, "Ne yani terör saldırıları Avrupa'da olmuyor mu, Brüksel’de patlamayacağının garantisi var mı?" dedikten iki gün sonra gerçekten de Brüksel patladı. Hem de ne patlama. Havaalanı ve metro istasyonlarındaki terör saldırılarında onlarca insan öldü ve yaralandı.
Türkiye'de patlayan bombaları kısa birer haber olarak gören Batılı yayın organları hemen kesintisiz yayına başladı. Liderler canlı yayınlarda demeç üzerine demeç verdi ve dayanışma çağrıları yapıldı.
Avrupa’da olağanüstü hâl ilan edildi. Hatta savaşta olunduğu bile açıklandı.  
Türk yetkililerden de hemen açıklamalar geldi. "İşte gördünüz mü, terör herkesin belası. Ortak tavır almalıyız." denildi. Ama yine büyük bir yanılsama içindeydik.
Biz görmemeyi tercih etsek de Batı dünyası terör saldırılarından, Türkiye'nin de içinde bulunduğu Müslüman dünyasını sorumlu tutuyor. Bu sebeple bütün kötülüklerin kaynağı olarak düşündükleri Orta Doğu'nun bir an önce yeniden şekillendirilmesinin şart olduğunu söylüyorlar.      
Olayın diğer boyutu daha da vahim...
Avrupa süratle içerisindeki yabancı ya da onaylamadığı bütün unsurlardan kurtulmak istiyor. Öncelikle Suriyeli mülteciler.
Bundan sonraki süreçte Türkiye'ye biçilen; bizim de nedendir bilinmez, kabul ettiğimiz rol ise vahim ötesi… 
 
AVRUPA'YA TAMPON OLMAK 
Avrupa Birliği’nin Türkiye’den istediği çok net ve açık: Orta Doğu’dan yayılan, istikrar ve güvenliği tehdit eden, terörü besleyen unsurlar Türkiye tarafından sünger gibi emilmeli ve kendi sınırlarından içeri girmesi engellenmeli. 
Bunun karşılığında ise Türkiye’ye bazı küçük mükâfatlar verilmesi öngörülüyor. Bunlar para ve bazı koşulların yerine getirilmesi şartı ile Türk vatandaşlarına vize serbestliği vaadi.
Peki nedir bu koşullar? 
72 şart var. Tamamı yerine getirilirse, Türk vatandaşlarına Schengen bölgesinde vize kalkacak. AB Bakanlığına göre, bunların 19’u yerine getirildi, kaldı 53 şart...
İşte Türkiye'nin nasıl kabul edeceğini bilmediğimiz bazı şartlar. 
Terörle Mücadele Yasası “AB normlarına uygun şekilde” değişecek. Ancak  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tarif ettiği ve AKP’nin üzerinde çalıştığı gibi olmayacak. Yani köşe yazıları ya da  atılan tweetler “terör delili” sayılamayacak. Bunu saray nasıl kabul edecek, meçhul.
Türkiye, tanımadığı Kıbrıs Rum yönetimini resmen tanımak zorunda kalacak. Hâlen Türkiye Rum vatandaşlarına vize uyguluyor. Vizelerin üzerinde ise “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi” yazıyor. AB’nin şartı, Türkiye’nin Rumlara vizeyi kaldırıp “Güney Kıbrıs” dediği Rumları “Kıbrıs” adıyla tanıması...
Türkiye’nin AB’nin vize politikalarına uyum çerçevesinde, adına “ılımlı muhalif” denilen Suriyeli ya da başka ülkelerden gelen cihatçılar, ellerini kollarını sallayarak Türkiye’ye, oradan da Suriye’ye giriş çıkış yapamayacaklar.
Türkiye, AB’nin vize politikasına uyacak. Yani şu anda vize uygulamadığı bazı ülkelere vize uygulayacak. Mesela Azerbaycan’a, İran’a, Suudi Arabistan’a vize koymamız ya da geri kabul anlaşması imzalamamız gerekecek. 
AB artık Türkiye’yi, kendisini mültecilerden ve terörü besleyen unsurlardan uzak tutacak bir güvenlik kuşağı olarak görüyor. Üstelik bununla da yetinmiyor. Diğer bir önlem kuşağı olarak da Irak'tan Suriye'ye uzanan Kürt devleti oluşturmak istiyor.
AB ile varılan anlaşmanın felaket bir yanı da Avrupa’ya kaçak yollardan giden ve Türkiye’ye geri gönderilen her Suriyeli karşılığında alınması vadedilen Suriyeliler. Bu durum; Türkiye’deki mülteci sayısını azaltmak bir yana, tam tersi arttıracak. 
Önümüzdeki yıllarda göreceğiz ki artık ülkelerine dönmeleri mümkün olmayan Suriyeliler süratle Türkiye’nin sosyal, ekonomik, demografik ve siyasi dengelerini değiştirecek. 
 İşte bu görüntü Türkiye'yi Orta Doğu'nun diğer ülkeleriyle aynı safa itiyor.
İş bununla kalsa iyi…
17-15 Aralık’ta içine düştüğü yolsuzluk bataklığı da Türkiye'yi uluslararası sistemden giderek daha fazla uzaklaştırıyor. 
 
YOLSUZLUKLAR ABD YARGISININ TAKİBİNDE 
17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının başaktörü Reza Zarrab, o dönem gözaltına alındıktan sonra Türkiye'de hakkında hiçbir işlem yapılmadan serbest bırakılsa, hatta kendisine bakanlar tarafından ödül verilse de geçen ay ABD'de yargılanmak üzere tutuklandı.
Zarrab, İran’a yönelik yaptırımları ihlal ederek ABD’yi dolandırmak, bankacılık sahtekârlığı ve kara para aklamakla suçlanırken onu tutuklatan Savcı Preet Bharara’nın iddiası çarpıcı :"ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımları aşabilmek için, dünyanın farklı bölgelerinde kurulan şirketlerle kara para aklandı.” dedi.
Hikâye malum. 2005 yılında Ahmedinejad'ın İran'da başa gelmesinin ardından başlayan nükleer macera, ABD'nin katı yaptırımları ile sonuçlandı. İran ekonomisi büyük darbe yiyince Ahmedinejad ve ekibi yaptırımları aşmak için yollar aramaya başladı.
Bölgede bir ağ oluşturulurken bunun İran ayağında Babek Zencani, Türkiye ayağında ise Reza Zarrab vardı. 
Bu ağ, yaptırımlar altındaki İran’ın petrol ve doğal gazını piyasaya sürdü. Kara listedeki bankalarda yüz milyarlarca dolarlık hesap hareketi oluşturarak çok büyük kayıt dışı bir ekonomi yarattı. 
Bu kayıt dışı dev ekonomi özellikle Türkiye gibi bölge ülkelerini yolsuzluk ve rüşvet bataklığına sürüklerken IŞİD gibi terör örgütlerinin de faydalanabileceği kontrol dışı bir finans ortamı sağladı.
İş öylesine büyüdü ki ABD bu ağı izlemeye başladı. Türkiye’de iktidardaki hükûmetin boğazına kadar battığı büyük yolsuzluk rezaleti ortaya döküldü.  
Türkiye’de her şeyin üstü örtülürken İran'da büyük bir değişim yaşandı. Yönetim el değiştirdi ve Hasan Ruhani dönemi başladı. Reformcu kimliği ile ortaya çıkan Ruhani, işe sansasyonel bir açıklama ile başladı. Seçilmesinin hemen ardından İran resmî televizyonuna verdiği özel bir mülakatta, Reza Zarrab'ın ortağı Babek Zencani ve ekibinin İran’ı nasıl soyduklarını anlattı. Bunun hesabının sorulacağını söyledi.
Bir yılı aşkın süren yargılama sonunda Zencani, idama mahkûm edildi. Bu gelişmenin hemen ardından gözler, Türkiye’deki ortağı Reza Zarrab'a çevrildi. Avukatları konu ile ilgimiz yok diyorlardı ama Zarrab’ın mal varlıklarını satışa çıkardığı haberleri yansıdı basına. 
İşte bu sırada Reza Zarrab eşi Ebru Gündeş ve kızı ile birlikte sessiz sedasız Miami’ye gitti. Orada uçaktan inerken FBI tarafından sessiz sedasız gözaltına alındı.
Türkiye’de bu olaydan ancak iki gün sonra haberimiz oldu. Çok karanlık bir durum var ortada. Reza Zarrab'ın ortağı Babek Zencani’nin akıbetinin belli olmasından sonra, ABD’ye gitmesi soru işaretleri ile dolu bir hareket. 
Eğer Zarrab Miami’ye bir pazarlık sonucu bilerek gittiyse ve ABD’de itirafçı olursa 17-25 Aralık yolsuzluk dosyası bu kez uluslararası bir hâle dönüşecek. Sadece Reza Zarrab değil, Türkiye’de yaşanan hukuk rezaleti de yargılanacak. Belki de ABD’de de üstü örtülecek. Ama bunun bedeli Türkiye’ye çok ağır olacak.
Durum şimdi şu:
İran artık hem uluslararası sistemin bir parçası hem de Orta Doğu’nun geleceği için söz söyleyebilecek ülke…
Türkiye ise terör bataklığına sürüklenmiş, hukuku çıkarlar doğrultusunda eğip büken Orta Doğu'nun paramparça olmuş diğer ülkelerinin görüntüsünde.