Günümüzde Türklerin övünebildiği mısır patlağı başarıların dışında elde kalan tek şey, onurlu bir tarihti. Ancak geride bıraktığımız günlerde öyle bir şey oldu ki ecdadımızın kemikleri gerçekten sızladı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin evlatları, yıllarca dedelerinin hükmettiği topraklarda huzur içinde yaşayan, buna karşılık ecdadı sırtından vurmakta hiç tereddüt etmeyen Vahhabilerin ülkesi Suudi Arabistan ile “stratejik işbirliği konseyi” kurulması konusunda anlaştı.
Bu yüksek düzeyli işbirliği kararı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2015’in son günlerinde Suudi Arabistan’a yaptığı resmi ziyarette alındı. Bu çerçevede Suudi Dışişleri Bakanı Adil el Cubeyr, “Yeni konseyin iki ülke arasındaki güvenlik, askeri, ekonomi, ticaret, enerji ve yatırım alanlarındaki ilişkilere dair işlevi olacak.” dedi.
Peki bu iş nasıl oldu?
Türkiye Orta Doğu politikalarında üst üste yapılan yanlışlarla sonunda bu noktaya kadar sürüklendi. Özelikle Suriye yönetimine karşı savaşan gruplara verilen desteğin kontrolünü kaybedip bir de uluslararası suç kapsamında değerlendirilebilecek işlere bulaşılınca elde kalan birkaç ittifaka daha sıkı sarılmak zorunda kalındı.
Türkiye ile Suudi Arabistan’ın yakınlaşması, 2015 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Riyad’a yaptığı ziyaret ile pekişti.
Suriye’de muhaliflerin desteklenmesi ile Suudilerin Yemen’e karşı başlattığı askerî operasyona katkı sağlanması konusunda mutabakata varıldı. Açıklanmadı ama bir diğer ortak hedef, İran’dı.
Ancak hesap tutmadı. Ne Suriye’de muhalifler başarılı oldu ne de Yemen’deki Şii Husiler alt edilebildi. Suudiler Yemen’e karşı bir Sünni blok oluşturmuştu, başarısızlık onları yeni bir arayışa itti. Bu kez 34 ülke ile teröre karşı İslami koalisyonu kurdular. Ama bu öyle tuhaf bir oluşumdu ki burada olduğu iddia edilen bazı ülkelerin koalisyondan haberi bile yoktu.
İşin aslına gelince, Suudilerin petro-dolarlarını harcayarak Suriye’de Esad yönetimini ya da Yemen’de Şii Husileri devirmesinin mümkün olmadığını herkes biliyordu. Hele ki İran... Son dönemde uluslararası sisteme entegre olan ve üzerindeki ambargo yükü kalkan İran için Suudilerin mutlaka karşı hamle yapması gerekiyordu.
İşte bu durum Orta Doğu’yu cehenneme dönüştürecek hamleleri başlattı.
2016 yılının son günlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, kral Selman’ın davetlisi olarak Riyad’daydı. Türk heyeti büyük bir itina ile karşılandı. Kralın emri ile İslam âleminin en kutsal mekânı Kabe, Türk heyetine açıldı. Stratejik İşbirliği Konseyi oluşturuldu. Ardından da Türk heyeti Suudi Arabistan’dan ayrıldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan berberindekilerle dönüş yolundayken Suudi Arabistan öyle bir şey yaptı ki, Orta Doğu’nun en hassas dengesi darmadağın oldu.
Yıllardır Suudi Arabistan’da tutuklu olan Şii lider Ayetullah Nimr Bakır el Nimr, diğer 46 kişi ile birlikte kafası kesilerek idam edildi.
SUUDİ ARABİSTAN’DAKİ Şİİ AZINLIĞIN DİNÎ LİDERİ AYETULLAH NİMR BAKIR EL NİMR
Suudi Arabistan’ın Katif bölgesinde 1959'da doğan Nimr, yıllarca Tahran ve Suriye'de eğitim gördü. 1994'te ülkesine döndü ve diîi özgürlük çağrılarında bulunmaya başladı. Bu durum, Suudi gizli servislerinin dikkatini çekti.
Önce 2004, ardından da 2006'da tutuklandı. Nimr, zamanla ülke çapında bir üne kavuştu.
50'li yaşlara geldiğinde Nimr, Suudi Arabistan yönetimini eleştiren ve yıllardır ülkede ayrımcılığa uğradıklarını söyleyen Şiilerin sokak hareketinin başındaki isimdi.
Nimr, Suudi Arabistan ve Bahreyn'deki Sünni monarşileri sert dille eleştirirken Şii gençler arasında destekleyici kitlesi hızla arttı. Bu arada hakkındaki siyasi suçlamaları reddetmiyor, sadece barışçıl gösterileri destekliyor ve iktidara karşı şiddet kullanımından kaçınıyordu.
2011'de BBC'ye verdiği bir demeçte, "Söz silah olarak mermilerden daha güçlüdür çünkü yetkililer silahların savaşından faydalanacaktır." demişti.
Arap Baharı’nı takip eden süreçte, Suudi Arabistan'da patlak veren protestolarla birlikte 2012'de tutuklandı.
2013'teki mahkemesinde savcılar onun “çarmıha gerilerek” idamını istedi. Bu, Suudi Arabistan'da halka açık bir alanda baş kesme yöntemiyle gerçekleştirilen idam türü...
Ölüm kararı Ekim 2014'de onaylandı. 2 yıl sonra da idam edildi.
Bu arada Suudi Arabistan İçişleri Bakanlığı sözcüsü General Mansur el Turki, idamların ülke kanunlarına uygun olduğunu ve infaz yöntemlerinin de ülkede kabul gördüğünü açıkladı. Adalet Bakanlığı sözcüsü Şeyh Mansur el Gifari de idamla yargılanan her mahkûmun kendini savunması için fırsat verildiğini, avukat tutmaya gücü yetmeyenler için ise Adalet Bakanlığının avukat tahsis ettiğini belirtti. El Gifari; idamların infazının, kararlara yapılan itirazlar ve bütün mahkemelerden alınan onaylardan sonra gerçekleştiğini ifade etti.
Gerçekten de idamlar, Suudi Arabistan’ın 2011 yılında Arap Baharı protestoları sonrasında çıkartılan “Kabdetu’l Hadidiyye” yani Demir Yumruk Yasası çerçevesinde gerçekleştirildi. Bu Yasa, ülkede Suudi rejimi karşıtı her türlü protesto ve eleştirinin “en ağır şekilde cezalandırılmasını” içeriyor. 2012’de içeriği genişletilen Yasa’ya, “Kral’ın şahsı ve ailesine hakaret” de dâhil edildi. Şii din adamı da işte bu Yasa kapsamında, saltanatı ve rejimi eleştirdiği için idam edildi.
İdamla birlikte Şii dünyasında kıyamet koptu. Dünyanın birçok yerinde Suudi yönetimi protesto gösterileri düzenlendi. Tahran karıştı. İranlılar başkentteki Suudi Büyükelçiliğini ve Meşhed’deki Başkonsolosluğu bastı, yaktı, yıktı.
Tahran’ın koruması altında olan elçiliklerin basılmasının hemen ardından Suudi tarafı diplomatik savaş başlattı ve bütün dostlarından İran’la diplomatik ilişkilerini kesmesini istedi.
Bunun üzerine Bahreyn, Sudan, Somali ve Cibuti, İran’la diplomatik ilişkilerini kesti. Katar ve Kuveyt elçilerini danışma için geri çekerken Birleşik Arap Emirlikleri diplomatik misyonu maslahatgüzar seviyesine indirdi.
Buna karşılık İran Dışişleri ise dalgasını geçti: “İran, Suudi Arabistan’ın büyük ülke Cibuti tarafından da desteklenen elçileri çekme kararından dolayı endişeli değil.” dendi.
Gözler Türkiye’deydi.
TÜRKİYE İLE İRAN KARŞI KARŞIYA
Dışişleri Bakanlığı da Suudi Arabistan’ın Tahran ve Meşhed’deki konsolosluk binasına yapılan saldırıları “Kabul edilemez!” olarak değerlendirip iki ülke arasındaki gerilimin düşürülmesini istedi. Ancak Suudi Arabistan’a idamlar nedeniyle tepki göstermedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise “İdamlar bir iç hukuk meselesi. Bunun kararı daha önceden verilmiş, bunun adımını Suudi Arabistan bu şekilde atmıştır. Tasvip edip etmemek ayrı konu. Suudi Arabistan’da, İran’da bu müessese var. ABD’de de var. Ona kimse ses çıkarmıyor.” dedi.
Bunun karşılığı, İran resmî makamlarına bağlı basın organlarından geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Riyad ziyareti ile infaz edilen idam cezaları arasında bağ kurulan haber ve yorumlar yapıldı. Bunun üzerine İran’ın Ankara Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığa çağrılarak yayımlanan haberler kınandı ve bunlara son verilmesi istendi.
Gerilim bununla da bitmedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye'deki çatışmalarla ilgili yaptığı konuşmada İran'ın, "mezhepçilik" yaptığını söyledi. "İran mezhepçilik gayesiyle Esad'ın arkasında durmasaydı belki bugün Suriye diye bir meseleyi konuşuyor olmayacaktık." dedi.
İran’ın cevabı geçikmedi. Hükûmet sözcüsü Hüseyin Cabir Ensari, "Bu ifadeler özel siyasi hedefler bağlamında söylenmiştir. İran'a karşı bu tip ifadeler Türk yetkililerce ilk kez söylenmiyor. Bölgedeki mevcut anlaşmazlıkla bağlantılı özel siyasi hedefler doğrultusunda kullanılıyor. Biz diğerlerinin ne konuştuğundan sorumlu değiliz." diye konuştu.
VAHHABİ-FARSİ KAVGASI
Suudi Arabistan ile İran arasındaki gerilimin önemli ayaklarından biri Sünni-Şii ayrışması. Ancak iki ülke arasındaki gerilim yıllar içinde mezhepsel unsurların da olduğu siyasi bir krize dönüşmüş durumda.
Suudi Arabistan ve İran arasındaki siyasi gerilimin 1979'daki İslam Devrimi’nden sonra derinleşti. Devrimin ardından İran'ın bölgede Şii İslamcı hareketleri desteklemesinden endişe eden Suudi yönetimi, Körfez Arap Ülkelerinin İşbirliği Konseyini kurdu.
Riyad, 1980'lerde İran-Irak Savaşı’nda Saddam Hüseyin'i destekledi. Buna karşılık Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri İran-Irak Savaşı Dönemi’nde saldırıya uğrarken 1984'de Riyad, hava sahasını ihlal ettiğini söylediği bir İran jetini vurdu.
1980'lerde kurulan Hicaz Hizbullah'ı ise Suudi Arabistan’da çeşitli saldırılar gerçekleştirdi.
İki ülke arasındaki en önemli krizlerden biri 1987'de çıktı. Mekke'de Hac sırasında Suudi güvenlik güçleriyle Şiiler arasında çıkan olaylarda yüzlerce Şii öldü. Suudi Arabistan 1988-1991 arasında İran'la diplomatik ilişkilerini dondurdu.
Bundan sonra çatışma giderek bölgesel bir hâl aldı. İlk olarak 2003'te ABD işgali ile Saddam Hüseyin devrildi. Ardından Irak'ta kurulan Şii ağırlıklı hükûmetler İran'ın kontrolüne girdi.
Arap Baharı’nın etkisiyle Yemen de hareketlendi. Şii Husilerin isyanı sonucu Cumhurbaşkanı Abdurabbu Mansur Hadi Suudi Arabistan'a sığınırken Riyad öncülüğünde Yemen'e hava operasyonları başladı. Riyad Yemen krizinde Husileri İran'ın desteğiyle hareket etmekle suçladı.
Suriye krizinde ise Suudiler muhalif Sünni grupları destekledi.
Şimdi durum daha da gergin... Özellikle Batı ile İran arasındaki nükleer anlaşma ile başlayan yakınlaşma, İran'ın Irak ve Suriye'deki artan etkisi; Suudi Arabistan yönetimini deyim yerindeyse çıldırtıyor.
Genel değerlendirme ise bir önceki Suudi kralının 2015'te ölmesinin ardından iktidara gelen Kral Selman bin Abdulaziz ve ekibinin şahin politikalarla bölgeyi şiddet içeren bir sürece sürükleyecekleri yönünde…
İşte bu gerilim, pandoranın kutusunu da açtı. Kutudan konu ile ilgili ilgisiz birçok ayrıntı çıktı.
SUUDİ SARAYINDA İKTİDAR KAVGASI
Suudi Arabistan’da idam edilen 47 kişi için siyasi analistlerin çok farklı, aynı zamanda ilgi çekici yorumları var. İdamların; ülke içindeki siyasi dengeler, kraliyet ailesindeki iç gerilimler ve ekonomik gelişmelerle ilişkisi olduğu düşünülüyor.
İşte çarpıcı bir iddia:
Kral Selman tahta geçtiği 2015’in Nisan ayında yönetimi yeniden şekillendirirken veliaht prens olan üvey kardeşi Mükrin bin Abdülaziz gibi, eski kralın müttefiklerini yönetimden uzaklaştırdı; yeğeni ve İçişleri Bakanı Prens Muhammed bin Nayif'i veliaht prens olarak atadı.
Selman'ın 30'lu yaşlardaki oğlu Muhammed Bin Selman da ikinci veliaht prens oldu.
Kısa bir süre sonra yeğen ve oğul arasında iktidar kavgası başladı.
Önce Muhammed bin Selman'ın teröre karşı İslam ülkelerinden bir koalisyon oluşturulduğunu açıkladı. Yeğen Muhammed bin Nayif güç alanının oğul Muhammed bin Selman tarafından erozyona uğratıldığını gördü.
Nayif, otoritesinin ifadesi olarak buna kitlesel infazlarla cevap verdi. Buna karşılık Muhammed bin Selman da İran'la ilişkileri bozarak Nayif'in otoritesini yine sarstı.
Bu, dişe diş bir iktidar mücadelesi ve oğul Muhammed bin Selman bu mücadeleyi açık bir şekilde kazanıyor.
KAZANAN KİM?
Şimdi soru şu: Bütün bu kaostan yani Sunni BLOKUnun finansörü ile Şii BLOKUnun liderinin çatışmasından kim kârlı çıkar?
Orta Doğu’nun yakın tarihine baktığımızda hemen her kargaşadan, çatışmadan kârlı çıkan bir ülke görürüz: İsrail…
İşte olanlar.
Her şey ABD’nin Irak’ı işgaliyle başladı. Irak’ta İsrail’in büyük düşmanı Saddam Hüseyin dönemi kapandı. Ülke resmen olmasa da fiilen üçe bölündü. Irak’taki rejim değişikliğinden en çok yararlanan iki devlet ise İran ve İsrail oldu.
İsrail’in bir diğer baş ağrısı Gazze’ydi. Mısır’da tünellerle İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargonun delinmesini sağlayan Hüsnü Mübarek, iktidardan düştü. Yerine geçen Müslüman Kardeşler’in iktidarı döneminde de bu tüneller devredeydi. Müslüman Kardeşler askerî darbeyle iktidardan indirildi, seçilmiş cumhurbaşkanı yerine geçen darbeci lider Sisi, tünelleri kapattı.
İsrail’in “savaş durumunda” olduğu bir diğer ülke Suriye’ydi. Herkesin elini soktuğu Suriye, paramparça oldu. Artık İsrail için bir “Esad tehlikesi” yok.
Şimdi sıra İsrail’i “küçük şeytan” olarak tanımlayan İran’da... Tarihî düşmanlık körükleniyor ve Suudi Arabistan İran’a karşı bir blok oluşturuyor. Türkiye bu bloğa dâhil olurken daha önce bütün söylediklerinin üzerini çizen Cumhurbaşkanı Erdoğan, kanlı bıçaklı olduğumuz İsrail’e ihtiyacımız olduğundan söz ediyor.
İran ve Suudi Arabistan; uzun süre Hizbullah gibi Şii gruplar, IŞİD ya da Nusra gibi Sünni gruplar aracılığıyla “vekalet savaşı” yürüttü. Şimdi ise başını Suudi Arabistan’ın çektiği “İslam İttifakı”, Şii dünyası ile karşı karşıya.
Türkiye ise hiç ilgisinin olmadığı bir çatışmada, Selefi-Vahhabi anlayışının yanında hizalanmış görünüyor. Bu konum Türkiye’yi Orta Doğu’nun karanlık sokaklarında daha da silikleştirirken İslam dünyasının çatışmasında kazananın İsrail olması ne tuhaf değil mi?