Orta Doğu’da tarih boyunca gelişenler bize gösteriyor ki dünyada bugün yaşanan ne varsa temeli bu coğrafyaya dayanıyor. Sadece üç kutsal dinin doğuş yeri olması bile bir önceki cümlenin doğruluğunu kanıtlar nitelikte. Bunun sonucu olarak insanoğlunu bu dünya üzerinde var eden üstün değerlere de gerçek anlamlarının burada verildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Söyleriz söylemesine de uzun süredir yaşananlara baktığımızda medeniyetlerin beşiği olan bu yerin nasıl olup da bütün kötülüklerin kaynağına dönüştüğüne bir türlü anlam veremeyiz. Kimilerinin söylediği gibi, "Belki de büyük günahlarımızın bedelini ödüyoruzdur. Yoksa bütün peygamberler bu topraklara gelir ve kadim Orta Doğu halklarını doğruya yöneltmeye çabalarlar mıydı ?"
Ne denli hazin değil mi?
Bizi yönetenlere göre yaşadıklarımızdan sorumlu değiliz. Yüzyıllardır korkunç bir düşmanla karşı karşıyayız. Bu düşman, bir üst aklın yönettiği "Batı dünyası". Bize karşı her türlü kumpası kuruyorlar. Bizler alt akıllı olduğumuz için onların çevirdikleri dolaplara akıl sır erdiremiyoruz.
Orta Doğu’nun cahil toplulukları işte böylesi bir paranoya girdabında yönetiliyor. Durum böyle olunca Orta Doğu'da hayal ve gerçek çoğu zaman birbirinin içine giriyor. Neyin doğru, neyin aldatmaca olduğu belli değil. İşte bu kaos ortasında, zaman zaman bizim de nasıl bir aciz içerisinde olduğumuzu hatırlatan olaylar yaşanıyor. İşte Ekim ayında bir Orta Doğu şehri olan Ankara'dan bir kesit. IŞİD'in Ankara'yı kana bulayan terör eyleminden üç gün sonra Finlandiya'nın Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö, Türkiye'ye resmî bir ziyaret için başkente geldi. Olay sıradan ama konukların yaptıkları sıra dışıydı ve ibretlikti. Konuk Cumhurbaşkanı ve beraberindekiler Helsinki’den İstanbul’a Türk Hava Yollarının tarifeli seferiyle geldi. Buradan da Ankara’ya aktarma yaptı. Ankara'da mevkidaşı için yaptırılan dillere destan(!) sarayda törenle karşılandı.
Konuk cumhurbaşkanı görkem karşısında şaşkındı. Kişi başına düşen millî geliri 40 bin dolar olan, Orta Doğu insanının kabul edilmek için kapısında kuyruk olduğu bir Avrupa ülkesinin cumhurbaşkanı, "Bizde saray kültürü yok, umarım içinde kaybolmam." dedi. Hiç üstümüze alınmadık ama bu cümle, bizim de tam göbeğinde olduğumuz Orta Doğu'nun içinde bulunduğu sefaleti anlatması açısından çok utanç vericiydi. Peki Orta Doğu'da işler nasıl yürür? İşte komşu iki ülke:
ORTA DOĞU'NUN BAAS REJİMLERİ
Orta Doğu'nun kaderi, 1916 yılında İngiltere ve Fransa'nın, Osmanlı bakiyesi Orta Doğu'yu paylaştıkları Sykes-Picot Anlaşması ile çizildi. Suriye ve Irak da biri Fransız diğeri İngiliz mandası altında kurulan iki ülke oldu. Araplar ellerinde hazır birer devlet bulsalar da silahlı, üniformalı İngiliz ve Fransız askerlerinin sokaklarında dolaşmalarından hiç haz etmediler. Suriye ve Irak'ta Panarapçılık akımları, mevcut monarşilere karşı başkaldırıya dönüştü. Bu başkaldırılar yeni bir hareketi tetiklerken Irak ve Suriye'deki yeni heyecanın adı, Baasçılıktı. “Rönesans”, “yeniden doğuş” ve “diriliş” gibi anlamlara gelen Baasçılık; düşünsel olarak 1940’larda hayat bulsa da 1963 yılında Irak ve Suriye’de arka arkaya gerçekleşen darbelerle kendini gösterdi.
SURİYE'DE BAAS
1946 yılında Fransız mandasından kurtulan Suriye, 1970 yılına kadar karışık bir dönem geçirdi. Birçok askerî darbeden sonra 1963 yılında yönetim, Suriye Baas rejiminin eline geçti. Hareketin lideri Hafız Esad, Baas iktidarı boyunca hem parti, hem de ordu içindeki konumunda sürekli yükseldi.13 Kasım 1970’te askerî bir darbeyle iktidarı ele geçiren Hafız Esad, Mart 1971’de yapılan şaibeli bir halk oylamasıyla da devlet başkanı seçildi. Hafız Esad, Suriye’nin ilk Nusayri Devlet Başkanı oldu. Bundan sonra devlet kurumları Esad ailesinin akrabaları ve Nusayri azınlık arasında paylaşıldı.
Hafız Esad, sıkı sıkıya sarıldığı iktidarını 19 yıl boyunca kan kusturarak kimseye kaptırmadı. Hafız Esad’ın liderlik için hazırladığı kişi, askerî eğitim almış büyük oğlu Basil’di. Ancak Basil Esad 1994 yılında bir trafik kazasında ölünce bütün hesaplar altüst oldu. Londra’da bir göz hastanesinde uzmanlık yapan Beşşar Esad, apar topar ülkesine döndü.
Hafız Esad, 10 Haziran 2000’de öldü. Sözde cumhuriyet, özde diktatörlük olan rejimde saltanatın devam etmesi gerekiyordu. Suriye Meclisi bir gün sonra başkan seçilme yaşını 40’tan 34’e, yani Beşşar Esad’in yaşına düşürdü. Esad, aynı gün Genelkurmay Başkanı ilan edildi; 21 Haziran’da Baas Partisi Genel Sekreteri oldu. Sonra da tek aday olarak katıldığı referandumda Suriye’nin yeni lideri seçildi. 17 Temmuz 2000 tarihinde yemin ederek görevine başladı.
Beşşar Esad’ın başkanlığının ilk yılları, Suriye’nin uluslararası sistem tarafından zorlandığı bir dönemdi. Özelleştirme arayışlarına girdi, yabancı bankalar ve firmaları yatırıma davet etti, inşaat ve turizm sektörünü güçlendirme adımları attı. Ancak 2007’de yapılan referandumu kazandıktan sonra, tam anlamıyla diktatörleşti.
Arap dünyasını sarsan halk ayaklanmaları 2010 sonunda başladığında Esad, bu isyanların ülkesine uğramayacağından emindi. 31 Ocak 2011’de Amerikan Wall Street Journal gazetesine verdiği demeçte; Mısır ve Tunus’taki yönetimlerin halklarındaki reform taleplerini görmezden geldiğini ve onlardan kopuk yaşadıklarını, reform yapmak için geç kaldıklarını söyleyip ekliyordu: “Suriye’de istikrar var. Neden? Çünkü halkın inanışlarına gönülden bağlı olmalısınız. İşin aslı budur. Bu bağ yoksa kargaşa ortaya çıkar.”
Bu demeçten yaklaşık 2 ay sonra 15 Mart 2011’de bir grup ortaokul öğrencisinin duvarlara yazdığı “Halk, düzenin yıkılmasını istiyor.” sloganı sonun başlangıcıydı. Çocuklar gözaltına alınıp işkence yapılınca, Dera bölgesinde halk sokağa döküldü. Baskı başladı. Dera şehrinde insanlar öldükçe isyan önce bölgeye yayıldı ardından da bütün Suriye’yi sardı. Ülke paramparça oldu. Geçelim Irak'a…
IRAK'TA BAAS
1940 yılında Suriye’de başlayan Baas hareketinden komşu ülke Irak da etkilendi. Baas ideolojisi, amaç olarak Orta Doğu’da tek bir Arap devleti kurulmasını benimsiyordu. 1967′deki Altı Gün Savaşı’nda Arap ülkelerinin İsrail’e karşı ağır bir yenilgi almaları Irak’taki Baas hareketine olan desteği artırdı. 17 Temmuz 1968′de gerçekleşen kansız bir darbenin ardından iktidar tamamen Baasçılara geçti. Ancak sular durulmadı. Hükûmet programı konusundaki anlaşmazlıkların ardından Saddam Hüseyin’in başında bulunduğu bir grup subay, Temmuz sonlarında öteki darbeci hizipleri saf dışı bıraktı. Devlet başkanlığı ve başbakanlığa el Bekir getirildi. Baas Partisi de devleti bütün kurumları ile ele geçirdi. Ancak Saddam elindekiyle yetinecek bir kişi değildi. Hasan el Bekir’i devre dışı bırakarak Temmuz 1979′da devlet başkanı oldu. Saddam'ın liderliğinde Irak önce İran’la her iki ülkenin birden yenildiği bir savaşa girdi. Ardından Ağustos 1990′da petrol üretim kotalarını aşmak ve tartışmalı bölgelerden petrol çıkarmakla suçladığı komşusu Kuveyt’i işgal etti. Bu işgal, Saddam'ın ve ülkesi Irak'ın sonu oldu. Irak paramparça oldu.
EL MUHABERAT'LA AYAKTA DURAN REJİMLER
Siyasi yapı açısından Baas rejimleri Suriye ve Irak’ta birbirine çok benzer bir çizgideydi. Muhalefetin sesinin kesildiği, tek partili otoriter birer rejim… Parlamentolar vardı ancak yetki alanı devlete hükmeden başkanını kontrol edemiyordu. Bu arada Baas Partili yöneticilerle kukla hükûmetler de devletin bütün mekanizmalarını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiriyorlardı. Durum böyle olunca rejimlerin korunması en hayati konu hâline geldi. Her iki ülkedeki rejimlerin devamlılığı ve ülke içinde lidere olan bağlılığı muhafaza edebilmek için “el Muhaberat” adıyla gizli servisler kuruldu. Muhaberat’ın öncelikli amacı rejimlerin “muhalif”, “düşman” veya “komplocu” olarak gördüğü kişi, grup ve oluşumları yok etmekti. Öyle ki her iki ülkede her evde bir el Muhaberatçı olduğu iddia ediliyordu. Ancak bu da yeterli değildi. Rejimlerin ayakta kalabilmesi için Baas ideolojisine koşulsuz bağlı gruplar toplumun ayrıcalıklı sınıfını oluşturdu. Suriye'de devletin bütün olanaklarından Hafız Esad'ın Lazkiyeli akrabaları, Irak'ta da Saddam'ı Tikritli hemşehrileri yararlanır hâle geldi. Dönem itibarıyla Suriye ve Irak, kendi sınırlarını aşan stratejik hedeflere de nüfuz etme çabalarına girdi. Suriye; kendisinden kopartıldığını düşündüğü Lübnan, Ürdün, Filistin ve Hatay’ı da kapsayan Şam merkezli “Büyük Suriye’yi” Panarap ideali ile örtüştürürken Irak ise Kuveyt, Mezopotamya ve İran’ın bir bölümünü kapsayan “Büyük Irak”ı benzer idealin hedefine koydu. Suriye ve Irak'ın diktatör liderleri aynı zamanda partinin genel sekreteri ve "Ulusal İlerici Cephe hükûmeti" olarak adlandırılan yürütme mekanizmasının da hâkimiydi. Bu “cephe”, Baas rejimini ve önderliğini kabul eden irili ufaklı parti, sivil toplum kuruluşu, medya grupları ile sendikalardan oluşuyordu. Cephe dışında kalan bütün unsurlar yasadışı ve vatan haini sayılmaktaydı. İşte bu yönetimler Orta Doğu'yu cehenneme çevirdi.
TAMPON ÜLKE TÜRKİYE
Orta Doğu'nu kilit iki ülkesinin yakın tarihleri gerçekten ibret verici. Ne yazık ki Türkiye'de bu iki ülkenin de içinde bulunduğu Orta Doğu bataklığının tam orta yerinde. Suriye’de gırtlağımıza kadar pisliğe bulaşmışken öteki Orta Doğu ülkeleriyle aramızda tampon bölge oluşturmaya kalktık. Ama bir anda Avrupa ile Orta Doğu arasında tampon olduk. Konu, izlediğimiz politikalarla önce kendi başımıza, sonra da Avrupa’nın başına bela ettiğimiz mülteci sorunu. Brüksel'de toplanan AB liderleri, sınır bekçiliğini iyi yapmamız şartıyla 3 milyar avro ödenmesine karar verdi. Aralarındaki en güçlü ülke olan Almanya'nın Şansölyesi Merkel'i de pazarlık için İstanbul'a yolladılar. Buna karşılık biz ne yaptık? İstanbul'da, Orta Doğu'nun abartılı aynı zamanda en sakil döşenmiş bir sarayında altın varaklı koltuklarda Merkel ile pazarlığa oturduk. "Bu para yetmez, vize muafiyeti getirin, AB ile müzakerelerde diğer başlıkları da açın." dedik. Şimdi at pazarlığının sonucunu bekliyoruz. Biz saraylarımızın ihtişamı ile övünür ve avunurken Almanya basını yaptığı haber ve yorumlarla gerçekleri suratımıza şamar gibi çarptı. İşte Die Welt'den bir alıntı:
"İstanbul'da tıpkı bir zamanlar Muammer Kaddafi'nin ülkesi Libya’da da devrik diktatör Hüsnü Mübarek'in ülkesi Mısır'la geliştirilen ilişkiler benzeri görüntüler ortaya çıktı."
Bakar mısınız nasıl görüntü verdiğimize!
Aslında büyük bir ahlaki çöküntü yaşanırken buna sadece seyirci kalan, hatta destekleyen toplum sanki olanları fazlası ile hak ediyor gibi.