GERÇEK VE SANAL OYUNLAR

14 Mart 2016 17:22 Ş. Adnan Şenel
Okunma
2489
GERÇEK VE SANAL OYUNLAR



 
Biliyorum; birazdan okuyacaklarınız, yaşı kırkın ellinin üstünde olanlar için “nostaljik”; daha aşağıdaki yaş grubundakiler içinse “komik” ve hâliyle “tuhaf” gelecek. Çünkü yine biliyorum ki insanlar daha önce hiç duymadıkları, bilmedikleri kelimelerle, kavramlarla ve yaşantılarla karşılaştıklarında, bunları “tuhaf” ve belki de “komik” bulurlar. Belki de bugünkü genç neslin kullandığı kavramlar ve yaşantılar da daha ileriki yıllarda, o devrin nesillerince komik ve tuhaf karşılanacak, kim bilir.
Bilgisayarın, İnternet’in, cep telefonlarının, tabletlerin, oyun konsollarının henüz var olmadığı; televizyonun dahi sadece adının geçtiği dönemlerde, yani bizim çocukluğumuzda “sokak oyunları” vardı. Çocukların yalvar yakar babalarına aldırdığı oyuncakların dışında, bu sokak oyunları, o dönemin çocukları olan bizler için vazgeçilmez ve kaçınılmaz eğlence araçlarıydı. Vazgeçilmezdi çünkü başkaca eğlence aracı yoktu; kaçınılmazdı çünkü mahalle ve sokak arkadaşlığının var edici ve pekiştirici araçlarından en önemlisi, o oyunlardı.
Okul saatleri dışındaki her zaman diliminde “dışarıda” olunup da akşam karanlığında annelerin “Baban geldi haydi eve!” klasiğiyle ancak “içeriye” girildiği yani zamanın büyük bölümünün sokakta geçirildiği o dönemlerde eve toz toprak, kir pas içinde, yorgun fakat mutlu girerdi çocuklar. Annelerin “Ne bu halin!” diye serzenişi ve kızması dahi o mutluluğa mani olamazdı. Ki bizim annelerimizin o serzenişleri, şimdiki annelerin, bilgisayar, telefon ya da tablet elinde, odasına çekilmiş, saatlerce oturduğu yerden kalkmamış ve güneş yüzü görmediği için betleri benizleri solmuş çocuklarına “Çık da biraz hava al!” diye söylenmesinden çok daha iyi değil miydi?
İşte, teknolojik ürünlerin henüz bodoslama sökün etmediği o dönemlerde çocuklar mahalle aralarında, sokaklarda, geniş yeşil alanlarda, kırlarda, bahçelerde oyanlardı. Basit, ucuz, el yapımı araçları kullanarak ya da hiç araç kullanmaksızın, kendi icatları olan ya da yine büyüklerinden görüp öğrendikleri oyunlar oynarlardı çocuklar. Şimdiki çocukların, çoğunun adını bile duymadığı oyunlar ve oyuncaklar… Saklambaç, kukalı saklambaç, ceylan, birdirbir, uzun eşek, mendil kapmaca, dalya, ip atlama, körebe, çelik çomak, komen, yakan top, istop, beş taş, çivi, dama, üç taş, dokuz taş, çivi tahtasında futbol, lastik çevirme, tel arabası, tahta kılıç, sapan, mantar tabancası, şeytan uçurtması, çıtalı uçurtma, misket oyunları, kuyu, müselles, gazoz kapakları, sakızlardan çıkan artist ve futbolcu kartları ve tabii ki iki ağaç arasına ip çekilerek oynanan voleybol ile sokakta taşlardan yapılan kaleler arası futbol ve şu an aklıma gelmeyen onlarcası…
Bu sokak oyunlarının çocukların ruhsal, bedensel, zihinsel vs. gelişiminde nasıl olumlu etkiler yaptığı üzerinde uzun uzadıya durulabilir elbette ama bunu uzmanlara bırakıp ben bir tek hususa parmak basmakla yetineceğim. O da şudur: Yukarıda adını saydığım oyunların hemen tamamı dışarıda ve en az iki kişiyle oynanıyordu. Yani o oyunlar arkadaşlarla, iletişim ve etkileşim içinde oynanıyordu. Rekabetin, heyecanın, mücadelenin, kazanma ve kaybetme psikolojisinin söz konusu olduğu, dayanışma ve birlik duygusunun pekiştiği; kısacası her türlü insani duyguların yaşandığı oyunlardı bunlar. Birliktelik vardı; birlikte sevinmek, üzülmek, kızmak, öfkelenmek, heyecanlanmak, gülmek, ağlamak vardı; velhasıl ruh vardı…
Şimdiki dönemin çocukları işte bu “ruh”tan yoksun, tek başlarına, araç olarak kullandıkları bir teknolojik ürüne mahkûm ve bağımlı olarak, bir nevi “ayrık otu” gibi, sanal oyunlar oynuyorlar. Ne yazık ki oyunları gibi ruhları ve kişilikleri de “sanal”laşıyor böylelikle. Çocuklarınızı ve torunlarınızı gözünüzün önüne getirin; demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
***
Gelelim, böyle bir yazıyı yazmama vesile olan meseleye… Geçtiğimiz günlerde, dostumuz Arslan Küçükyıldız, yazmış olduğu “Köçürme” adlı kitabının ekseninde, “Türk Zekâ Oyunları” adlı bir konferans verdi. Beklenenin ve umulanın üstünde yoğun bir ilgiye mazhar olan bu konferansta Küçükyıldız; geçmişten bugüne Türklerin oynadığı zekâ oyunlarıyla ilgili bilgiler, örnekler sundu.
Uzun yıllarca üzerinde çalışıp binbir emek ve uğraş sonucu tamamladığı “Köçürme-Mangala” adlı eşsiz (bir oyun üzerine yazılmış ilk ve tek) kitabıyla Türk kültürüne muazzam bir eser kazandıran Arslan Küçükyıldız, işte bu konferansta dinleyenlere zamanda yolculuk yaptırdı. Çelik çomaktan, dokuz taştan dem vurdu. Kaybolmaya yüz tutmuş oyunlarımızı yeniden canlandırmamız gerektiğinin üzerinde durdu. Ve özellikle bir Türk oyunu olan köçürme (karşılıklı dokuzar kuyudan ve taşlardan oluşan, zekâya dayalı strateji oyunu) hakkında ilginç bilgiler aktardı. Bununla da kalmayıp satrancın -tarihî geçmişinden hareketle-, bir Türk oyunu olduğu tezini ortaya koyarak bununla ilgili de kitap yazdığı müjdesini verdi.
Zamanın acımasız törpüsüne maruz kalıp uyuşmuş, körelmiş hafızaların üzerindeki kabuğun kaldırılması, tozların silkelenmesi gerekiyor. Fakat bunun için de çoğu kez bir uyarıcı etkiye, bir vesileye ihtiyaç duyuyor insan. Arslan Küçükyıldız’ın bu kitabı ve konferansı da işte benim (ve çoğu kişi) için böyle bir vesile teşkil etti. Çocukluğumu ve unutmaya yüz tutmuş onca oyunu bu vesile ile tekrar hatırladım. Ayrıca, bizim ve babalarımızın değilse de, dedelerimizin, atalarımızın oynadığı köçürme oyununun varlığından ve özelliklerinden haberdar oldum. Arslan Küçükyıldız’ı böylesine değerli bir çalışmayı Türk kültürüne kazandırdığı için tebrik ediyorum.