Sadece ideoloji arenasında mı faşizm var sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Faşizm her yerde! Birileri çıkar size neyin ne zaman, nasıl, nerede, niçin yapılması gerektiğini -maddi ya da manevi- zor kullanarak dayatırsa ola ki bunları da yerine getirmediğinizde ağzınıza biber sürerse işte orada faşizm vardır.
Mesela, sağlık alanında da etkisini her geçen gün arttıran ve hissettiren bir faşizm söz konusu… “Sağlık çok önemli!” diye başlayıp “Sağlığı korumak için neler yapılmalıdır?” sorusuyla devam eden ve ardından da “Bunları yapmazsanız başınıza şunlar şunlar gelir!” tehdidiyle biten söylemler içeriyor bu faşizm.
Etrafımızdaki bu söylemler çemberi gitgide öyle daralıyor ki artık “Aman, sağlığımıza bir halel gelmesin!” kaygısı ve hassasiyetiyle yapmadığımız aptallık, uygulamadığımız saçmalık kalmıyor. Hangi ilacı kullanacağımızdan tutun da hangi gıdaları tüketeceğimize kadar her gün, her saat, şiddetli bir “bilgi” bombardımanına tutuluyoruz. Maalesef, bu bombardımandan kurtulmak için sığınabileceğimiz bir sığınak da yok.
Nasıl olsun ki? Yüzlerce kanallı televizyon ekranlarının, birinde olmazsa diğerinde, mutlaka bir “uzmana”, bir “çokbilmişe”, bir “akile”, sağlığınızı korumanız için size neler yapmanız gerektiği hususunda “öğütler” verirken yakalanıyorsunuz. Ayağınızdaki nasırdan başınızdaki kepeğe; midenizdeki hazımsızlıktan kanınızdaki şekere; gözünüzdeki çapaktan safra kesenizdeki taşa kadar, bedeninizin her organıyla ilgili tavsiyeler, nasihatler, ilaç terkipleri alıyorsunuz. Hangi bitkinin hangi hastalığa derman olduğuyla ilgili “ilginç” ve “faydalı” bilgiler ediniyorsunuz.
Yetmiyor, gazetelerde, dergilerde ve şimdilerde daha çok olmak üzere sosyal paylaşım sayfalarında, sağlıkla ilgili sitelerde aynı öğütler ve tavsiyelerle burun buruna geliyorsunuz. Hadi bunlardan uzak durmak elinizde, lakin, bu bombardımandan kurtulamayıp da öğrendiklerini ertesi gün ballandıra ballandıra anlatıp “Bak şuna şu iyi geliyormuş.” diye işgüzarlık yapan eş dosttan kurtulmak ne mümkün!..
Sağlık faşizminin “ilaç”tan başka bir de “gıda” kanadı var. Koca koca profesörlerden tutun da diyetisyenlere, aşçılardan alın da şifacı hocalara kadar hemen herkesin, sizin neyi ne zaman, nasıl yiyeceğiniz konusunda sonsuz bilgileri var ve bunları sizlerle paylaşmaktan o kadar mutmain o kadar bahtiyar oluyorlar ki bu hâllerini görünce onların dediklerini yapmamak sanki suç ve ayıp olacakmış gibi hissediyor insan. Dediklerini yaparsan da aç…
“Şunu yerseniz şu hastalığa yakalanırsınız; bunu yemezseniz bu hastalıktan kurtulamazsınız!” diyerek sizi “sağlıklı” fakat hâliyle “aç” bir insan hâline getirmeyi kendine vazife edinmiş bu sağlık faşistlerinin iyi niyetlerinden kendi adıma zerre kadar şüphe duymuyorum. Ta ki, birinin “Yiyin!” dediğine bir başkasının “Zinhar yemeyin!” dediğini duyana kadar…
Bir zamanlar “Kolesterol var, uzak durun.” dedikleri zeytinyağında sıfır kolesterol çıkana kadar bu millet başka yağlara hücum etti. Aynı şekilde, kolesterol deposu dedikleri yumurta da bu suçlamadan beraat edene kadar akla karayı seçti. “Yanından bile geçmeyin.” dedikleri sakatat ürünleri için şimdi bir profesör “Yemezseniz ziyandasınız.” diye fetva veriyor.
Karbonhidratların, proteinlerin, vitaminlerin hangi yiyeceklerde az ya da çok olduğunu, hangisinden az ya da çok tüketirsek vücudumuzun hangi organlarının üzüleceğini ya da sevineceğini, artık hepimiz -amatörce de olsa- birer diyetisyen kadar biliyoruz. Sıkıntı şu ki her sofraya oturuşumuzda her elimize bir yiyecek içecek aldığımızda, daha ağzımıza götürürken gözümüzün önüne işte bu “çok bilmişler” ve onların “çok değerli” bilgileri geliyor. Ya iştahımız kaçıyor ya da ağzımızın tadı!
Bir de hemen her “uzman”ın, kilolarından kurtulmak isteyenler için mutlaka ve mutlaka bir “diyet” listesiyle ekranlarda arzıendam ettiklerine şahit oluyoruz. O kadar çok çeşitli ve farklı diyet önerileri var ki kilolarından mustarip vatandaşların, midelerinden çok zihinleri eriyor. Ya tutarsa misali dayatılan bu diyet listeleri, faşizmin, sadece ideolojik rejim meselesi olmadığını, sağlık için rejim hususunda da hüküm sürdüğünü göstermiyor mu?
***
Sağlıktaki faşizm meselesine bir de başka bir açıdan bakalım. Bu faşizm; televizyonlarda, gazetelerde, İnternet’te bize dayatılanlardan çok daha önemli, etkili, ciddi ve vahim... Ciddi ve vahim, çünkü işin içinde tıp ve ecza sektörü var. Yani, sağlığımız için olmazsa olmaz iki elzem sektör… Alelade bir ağrı kesiciden tutun da en ağır beyin ameliyatına dek tıp ve eczacılık, hayatımızın vazgeçilmez ve yadsınamaz iki kurumu.
Bu vazgeçilmezlik ve yadsınamazcılık, ister istemez ve hâliyle, bizlerin bu iki kuruma güven duymamızı, inanmamızı, bel bağlamamızı gerektiriyor. Başka alternatifimiz var mı? “alternatif tıp”ın istisnai faydalarını saymazsak, yok!
Peki ama bu iki sektör, insanların bu güven ve inançlarını suiistimal eder ise?.. Kendilerine kayıtsız şartsız, peşin peşin biat eden, boyun eğen, teslim olan insanlara lüzumsuz tedavi ve ilaçları dayatır ise?.. (Komplo teorisyenliğine soyunup “Suni hastalıklar icat edip yine kendileri suni tedavi ve ilaçlar üretiyor ise?” demeyeceğim, bu ayrı bir konu.).
İlgim ve bilgim çerçevesinde, mesela psikiyatrik-psikolojik hastalıkların tedavisinde inanılmaz ölçülerde ilaç kullanımının dayatıldığını; avuç avuç yutturulan haplarla uyuşturulan beyinlerin güya “sağlıklı” hâle getirilmeye çalışıldığını ve kesinkes bağımlılık oluşturan bu ilaçlar sayesinde “ilaç sektörü”nün ilelebet payidar olacağını söyleyebilirim. Abarttığımı ileri sürenler, son on yirmi yıl içinde uzman psikologların ve psikiyatristlerin yazdıkları antidepresan reçetelerindeki artışlara baksınlar. Aslında bir hastalık olmayan “depresyonu”, allem edip kalem edip “hastalık” sınıfına sokan, ardından aspirin yazar gibi antidepresan ilaçların yazılmasının önünü açan tıp sektörü, kadim dostu ecza sektörüyle birlikte, kasasını doldurmaya devam ediyor. Etrafınıza bir bakın, şimdilerde depresyona girmeyen, girip de antidepresan ilaç kullanmayan var mı? Bu ilaçları kullanmak artık bir moda ve bu modaya uymayanlara burun kıvıranlar bile var.
Müzmin, kronik ve süreğen birçok hastalık var. Kanser, şeker, hipertansiyon, şizofreni gibi… Zaman zaman ekranlarda, gazete sayfalarında “Şu hastalığın ilacı bulundu, şu hastalığın çaresi bulundu.” gibi haberler duyarız. Bu hastalıkların pençesinde olan insanlara ümit ışığı veren bu haberlerin her ne hikmetse arkası gelmez. Daha doğrusu o çarelerden o ilaçlardan bir daha söz edildiğini duymazsınız. Niye?
Artık nanoteknolojinin, kuantumun hayatımızın her alanına girdiği günümüzde; artık her alanda dudak uçuklatan gelişmelerin gözlendiği çağımızda, nasıl oluyor da bu önemli hastalıkların kesin tedavisi ve önlenmesi hususunda kalıcı adımlar atılamıyor, çareler bulunamıyor? Ya da sorumuzu fesatça soralım: Atılmıyor mu, bulunmuyor mu?
Çağımızın başlıca belası olan kanser konusunda mesela… Niye çaresiz kalıyor tıp ve ilaç dünyası? Çaresiz kalması, bilerek ve kasıtlı olarak bilhassa istenilen bir şey mi yoksa? Bir zamanlar kansere çare bulduğunu iddia eden “Zakkumcu” lakaplı doktorun bu ülkede başına neler geldiğini, başta “şarlatan” olmak üzere nasıl sıfatlarla yurt dışına kaçmak zorunda bırakıldığını hatırlarsınız sanıyorum. Benzer şey; İtalya’da, kansere yol açan şeyin bir mantar ve bunun da tedavisinin sodyum karbonat olduğunu söyleyen ve hatta bu yöntemle hasta tedavi eden bir doktorun da başına gelmişti: Aforoz…
Siz bu kanser hastalığına, şekeri, yüksek tansiyonu ve diğer hastalıkları da ekleyin. İnsanların bu hastalıkların tedavisi ve bastırılması için yıllarca ne kadar ilaç kullanmak zorunda kaldıklarını ve böylece dev küresel ilaç şirketlerinin cirolarını nasıl kabarttıklarını hesap edin…
Peki bu çark nasıl dönüyor? Tabii ki sağlık faşizmiyle:
“Sen hastasın; değilsen de biz seni hasta ederiz; tamamen iyileşmek yok; verdiğimizle yetin ve mutlaka şu reçetedeki ilaçları kullan!”