TERÖR, MEDYA, TESLİMİYET

06 Nisan 2016 12:44 Ş. Adnan Şenel
Okunma
1942
TERÖR, MEDYA, TESLİMİYET

 

Terörün ne denli kalleş, acımasız ve onursuz olduğunu; son aylarda art arda patlayan bombaların verdiği zayiat ve dehşet duygusuyla tekrar tekrar gördük. Onlarca masum insan bu patlamaların kurbanı oldu, yaralandı, sakat kaldı. Ateş yine düştüğü yeri yaktı; kurbanların yakınları acılara gark oldu. Milletçe üzüldük, kahrolduk, öfkelendik. Fakat bunlardan öte, çok daha vahim sayılabilecek bir durum hasıl oldu: Psikolojik olarak teröre teslim olduk. Terörün, yaratmayı amaçladığı o panik ve dehşet duygusunun girdabına kapılarak terörün o amacını gerçekleştirmesine yardımcı olduk. Başka bir ifadeyle, canlı bombalar sadece kendilerini patlatarak onlarca bedeni değil; kendileriyle birlikte topyekûn milletimizin de ruhunu havaya uçurdu.
Otuz kırk yıldır terör belasından mustarip olmamıza rağmen, bu son terörist eylemler karşısında böylesine kırılgan oluşumuz ve teslimiyetçi bir ruha bürünmemiz hem şaşırtıcı hem de üzücü ve ürkütücüdür. Uzun yıllarca ülkenin güneydoğu bölgesinde ve genellikle de kırsalda-dağlarda can alan bölücü terörün; bu kez büyük şehirlere inerek ve yöntem değiştirip canlı bombalar kullanarak gerçekleştirdiği eylemler, -münferit olmaktan çıkıp sık aralıklarla tekrarlanır hâle gelince- bir bakıma afalladık. Daha bir önceki eylemin oluşturduğu travmadan çıkılmadan bir yenisiyle karşılaşılması, yavaş yavaş kıvılcımlanmış olan ateşi daha da alevlendirdi. Metropollerin kalabalık mekânlarında peş peşe patlatılan bombalar, insanlardaki dehşet ve korku duygularını pekiştirdi. Kısacası, terör (ve terörist), varmak istediği hedefe ulaşmış oldu.
Mesele; terörün amaç-hedef-yöntem-sonuç çizgisinde ne elde ettiği değildir ki bu zaten bellidir. Mesele, halkımızın nasıl bu kadar kolay kırılgan, teslimiyetçi ve tabii teröristin ekmeğine yağ sürüyor oluşudur.
Her gün geçtiğiniz, dinlendiğiniz, eğlendiğiniz işlek meydanlarda, mekânlarda her an bombaların patlayabileceği tedirginliği ve korkusuyla yaşamak; şüphesiz hiç kolay değildir. Kalabalık mekânlardan ve alanlardan “uzak durmak”, başınıza gelebilecek bir felaketten “uzak kalmak” adına insani ve pragmatik bir davranıştır; peki ama nereye kadar? Neredeyse insanlık tarihi kadar eski sayılabilecek bir “eylem” biçimi olan terörün bugün de yarın da kökünün tamamen kurutulamayacağına ve bu konuda “sıfır tehlike” söz konusu olamayacağına göre ona teslim mi olacağız, yoksa inadına direnecek miyiz?
Teslim olmamanın biricik yolu; terörizmle savaşı tek bir boyutta (devlet-istihbarat-emniyet güçleri) ele almamak, milletçe ve topyekûn kararlılıkla dik durmaktır. Bunu başarmak da “düşmanı tanımak”la mümkündür. Düşmanı alt etmek veya en azından onun oyununa gelmemek ise onun neyi, niçin, nasıl yaptığını bilmeyi gerektirir. Görünen odur ki çoğumuz, terör ve terörle mücadele konusunda yeterli bilgi sahibi değiliz. Bilgi sahibi olmaksızın fikir ileri sürmenin ne kadar yanıltıcı ve tehlikeli olduğu da malumumuz.
Öyleyse önce terörün ne olduğunu ve neyi amaçladığını öğrenmekle işe başlayalım. İşte derli toplu bir açıklama:
“Terör (tedhiş, dehşet) yaratma amacı, terörizmin özgün yönünü oluşturmaktadır. Terörizmin mağdurları, birey olarak hedef alınmamış, ya tesadüfi olarak ya da sembol olarak seçilmişlerdir. Aslında araç olarak kullanılan mağdur, savunmasızdır ve böyle bir eylemi beklememektedir. Amaç; mağduru ortadan kaldırmak değil, mağdurun ait olduğu grup içinde dehşet doğurmaktır. Korku ve dehşet, yasal yollarla ulaşılamayacak hedefe varmak için anahtar unsuru oluşturmaktadır. Terörist stratejiye göre, kamuoyu öyle bir ümitsizlik ve kötümserliğe kapılmalıdır ki gerilimi düşürecek herhangi bir çözüme rıza gösterecek hâle gelmelidir. Böylece korku, hem toplumda yaratılmak istenen amaç hem de siyasi saike götüren yöntem vazifesini görmektedir. İletişim araçlarının büyük gelişim gösterdiği günümüzde, teröristin dehşet mesajının dünya kamuoyuna yayılması kolaylaşmış ve hızlanmıştır. Aynı iletişim kolaylıkları, kimi terörist gruplarca şiddet eylemlerini birer kahramanlık gösterisi gibi sunmak ve dünya kamuoyunda sempati oluşturmak amacıyla da kullanılabilmektedir.”[1]
Anlaşılacağı üzere, buradaki anahtar kavramlar korku ve dehşettir. Toplumda bu duygular oluşacaktır ki sonunda kamuoyu, teröristin de işine yarayacak bir “çözüm”e rıza gösterecektir. İletişim araçları (medya) vasıtasıyla da bu süreç kolaylaştırılacak ve hızlandırılacaktır. Terörizmin iletişim araçları yoluyla propaganda yapması ve kendini tanıtması olmazsa olmaz şartlardan biridir. Dolayısıyla iletişim araçları (kulaktan kulağa fısıltıdan tutun da uydu aracılığıyla cep telefonlarına inen mesajlara kadar) bilerek ya da bilmeyerek terörizmin, bu tanınma ve propaganda amaçlarının vazgeçilmez araçlarıdırlar.

Ünlü deneme yazarı Manès Sperber, “Herostratos’un Mirasçıları – Teröristin Ruhsal Yapısı Üzerine” adlı nefis denemesinde bakın bu “tanınma” olayını nasıl örnekliyor:

“İsa’nın doğumundan önce 356 yılında Efes’te bir adam -kendi ifadesine göre- sırf ün kazanabilmek için Artemis Tapınağı’nı ateşe vermişti. Bunun üzerine suçlu idam edildi ve bundan böyle adının anmanın ölüm cezasını gerektiren bir suç olacağı açıklandı. Bu kundakçının adı, günümüze kadar geldi; tarih derslerinde suçlunun adının Herostratos olduğunu öğrenmekteyiz; ayrıca ne zaman giriştiği alışılmamış yıkıcılıktaki bir eylemden ya da böyle bir eylemde bulunacağı tehdidinden başka dikkat çekici hiçbir yanı bulunmayan biri ortaya çıksa, Herostratos’un adını anma fırsatı da doğmaktadır. Bu bağlamda Herostratizmden ve Herostratik suçtan söz edilmektedir.”

Tanınmak için tapınağı ateşe veren bir kundakçının adının anılmasının yasaklanması ta o tarihlerde mantıklı ve gerekli görülüyor. Fakat bugün bunun tam tersinin yapılagelmesi ne tuhaf değil mi? Günümüzün tahlili yine Sperber’den geliyor:

“Günümüzde çabuk ün kazanmak, belki de anılan kundakçının döneminde olduğundan çok daha kolaydır çünkü büyük bir eyleme ya da ondan çok daha büyük bir kötülüğe, bir rekora ya da iğrenç bir şantaja ilişkin haber; dünyanın her yanındaki insanlara birkaç dakikada ulaşabilmektedir.”

Ve Sperber vurucu tespitini yapar: 

“İnsanları aptallığa sürükleyen basın ve budalalığı ondan da ileri varmış olan kamuoyu, kendi teslim oluşlarına bir gerekçe olarak korkuyu kötüye kullandıkları ölçüde suçlulara hayranlık duyma eğilimine kapılırlar. Son yıllarda terörist grupların sayısının artmakta oluşunun nedeni de budur.”[2] Tekrar altını çizelim: İstediklerini (artık her ne ise) meşru ve yasal yollardan elde edemeyecekleri belli olan örgütler, hem kendi adlarını duyurmak ve hem de toplumda yılgınlık yaratarak hâkim unsurları dize getirmek adına, masum insanları da hedef alan eylemler düzenlemekte ve iletişim araçları da (medya başta olmak üzere) bu örgütlerin başlıca (ve belki de yegâne) destekçisi olmaktadır.
Bu hususta, İngiltere’nin terör örgütü IRA ile onun yasal ve siyasi temsilcisi Sinn Fein’e ilişkin aldığı önlem ilgi çekicidir. Demokrasinin beşiği addedilen İngiltere’de bakın neler olmuş:
“1980'ler boyunca İngiliz hükûmeti tarafından IRA'nın siyasi alandaki temsilcisi sayılan, fakat yasal bir parti olan ve seçimlere katılan Sinn Fein'e yayın yasağı konmuştur. IRA ve Sinn Fein ile ilgili haberler bir nevi sansürlenirken 1988'de Sinn Fein'in liderinin sesinin yayınlanması dahi yasaklanmıştır. Çok gerekli olması durumunda haberlerde Sinn Fein lideri değil, onun yerine bir robot konuşmuştur. Yasanın getirdiği sansüre uymayan yayın ku­ruluşlarına çok büyük para cezaları verilmesi, buna rağmen yasağı ihlal etmeyi devam ettirenlerin ise kapatılması, yayın lisanslarının ellerinden alınması öngörülmüştür. Yasak sadece yürürlüğe girdiği tarihi ve sonrasını değil, daha önce yapılmış programlan da kapsamıştır. Nihayetinde sansüre tabi olan televizyonlardan üçü devlet televizyonu, dördüncü kanal ise devletin sıkı kontrol ve gözleminde bir kanal olmuştur ve hiçbiri 1990'larda PKK tarafından yönlendirilen ve Türkiye aleyhtarı yayınlar yapan MED-TV ile kıyaslanamazdı. Başbakan Margaret Thatcher'ın yasaklar konusundaki yorumu ise İngiliz demokrasisi açısından şaşırtıcı olmuştur:
“Düşmanınızı savaşta yenebilmek için sivil özgürlükleri bir süre için askıya almak zorundasınız.”  
Düşmanı yenebilmek için kendinde her türlü önlemi alma hakkını görebilen İngiltere’ye haydi gelin bu hakkı verelim vermesine de Türkiye söz konusu olunca sergilediği çifte standarda ne diyeceğiz? Yine aynı kaynağımıza dönelim: “Bu noktada kısa da olsa İngiltere'nin MED-TV konusundaki tavrına değinecek olursak, Türkiye'nin tüm çabalarına karşın İngiliz yetkililer Türkiye'nin güneydoğusunda terör eylemleri yapılması çağrısında bulunan MED-TV'yi kapatmayı reddetmiştir. Bunun gerekçeleri ise İngiltere'nin demokratik bir devlet olduğu, MED-TV'nin de terör olaylarına bulaşmadığı şeklinde olmuştur. Yukarıdaki iki olayla İngiliz hükûmetleri BBC'yi 'Terör destekçisi olabilir.' kabul edip yayınlarını sansürlerken gece gündüz PKK propagandası yapan MED-TV BBC'den daha sorumlu bir kanalmış gibi yıllarca sansürden, baskıdan uzak yayın yapabilmiştir. Bu durum ülkelerin tehdit kendilerine yöneldiğinde ne kadar bencil olabileceğini açıkça ortaya koymaktadır.”[3]
PKK’nın Meclisteki siyasi uzantısı olan partiyle ilgili haberlere sansür uygulansa ve mesela o partinin temsilcilerinin sesi yasaklansa, başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri Türkiye’ye neler derlerdi, ne yaptırımlar uygularlardı, düşünebiliyor musunuz?
Terörün amacını, yöntemlerini ve başta medya olmak üzere iletişim araçlarının fonksiyonunu gördük. Şimdi gelelim, insan ve toplum olarak teröre karşı nasıl duracağımız hususuna…
İlkin; terör, istihbarat, devlet nedir, bu konularda bilgi sahibi olup sonra fikir yürüteceğiz. Sonra, terörün başlıca destekçisi konumundaki gerçek ve sanal medyada yer alan yönlendirici, şartlandırıcı ve yıkıcı haber ve yorumları kendi akıl ve mantık süzgecimizden geçireceğiz; bilinçli ya da bilinçsiz yapılagelen manipülatif tahriklere kapılmayacağız.
Son zamanlardaki ruh hâlimizle ilgili terapiyi de uzmanlardan alacağız. İşte bu uzmanlardan (ve fakülteden hocam) olan Engin Geçtan’a kulak verelim. Ayşe Arman soruyor:
“- Korku, paranoya, endişe aldı başını yürüdü… Bu dönemde ne yapmak lazım? Ne olacak bizim hâlimiz, evden mi çıkmayacağız!
- Böyle bir yaklaşıma katılmam mümkün değil! Hayat devam etmeli! Çünkü herhangi bir olumsuz olayın sizi nerede bulacağı tamamen bir rastlantı... Ama hayat alanımızı daraltırsak, kaybederiz. Vaktiyle bana terapiye gelen bir hanım, köpeklerden korkuyordu. Bu civarda oturuyordu. Bankanın önünde iki köpek yaşardı, mahallemizin dost köpekleri… Ancak köpeklerden korktuğu için bankaya girmesi büyük sorun oluyordu. Ona ‘Kendi alanını niye köpeklere bırakıyorsun?’ diye sorduğumda bu tavrının çocukluk yaşantısı kadar gerilere gittiği anlaşıldı, ailesinden yeterli desteği alamadığı için alanı sık sık başkalarına bırakırmış. Sorduğum sorunun yararı oldu zaman içinde; bankasına rahat girer çıkar oldu.
- Peki biz bugünlerdeki korkumuzu nasıl yeneceğiz?
- İnsanların birbirine attıkları ‘Çıkma, gitme, kalabalıklara karışma!’ mesajlarını kastediyorsun sanırım. Gerçek korkuyla, üretilmiş korku farklı şeyler. Tehlikeli durumlar karşısında yaşanan gerçek korku, bir savunma mekanizmasıdır, hayatta kalmamızı sağlar. Üretilmiş ve varsayımsal korku ise çoğu zaman yaşam sorumluluğundan kaçınma eğiliminden kaynaklanır. Gerçek acı ve üretilmiş acı gibi. Üretilmiş acı, çok iyi bir uyuşturucudur. Şikâyet kültürüyle birlikte yaşanır. Gerçek acı ise aslında oldukça ender yaşanır. Yaşadığımız acıların çoğunun fabrikasyon olduğunu düşünüyorum.”[1]
Terör, bir vakıadır; vardır ve muhtemel ki olmaya da devam edecektir. Partilerüstü, siyasetüstü, şahsi ve kurumsal çıkarlarüstü bir mesele olmayıp milletçe, devletçe topyekûn birlik ve dayanışma ile karşısında durulması gereken bir musibettir. Amasız, fakatsız, lakinsiz başlayan ve biten cümleler kurarak demeliyiz ki terörün her türlüsüne karşıyız ve teslim olmayacağız…
 
 


[1] http://www.armanayse.com/icerik/kategoriler/roportaj/engin-gectan_308.html - 20 Mart 2016




[1] Emre Öktem, “Uluslararası Hukukta Terörizm: Tanım Sorunu ve Millî Bağımsızlık Hareketleri”, http://www.iticu.edu.tr/kutuphane/dergi/d5/M00068.pdf.

[2] Manès Sperber, “Parçalanmış Gerçeklik”, Can yayınları, İstanbul, 1991, s. 11-13.
[3] Sedat Laçiner, “İngiltere, Terör Kuzey İrlanda Sorunu ve İnsan Hakları”, Avrasya-Bir Vakfı Yay., Ankara, 2001, s. 26-27.