KÜÇÜK PRENS ÜLKEMİZİ ZİYARET ETSEYDİ

28 Ekim 2015 10:32 Ş. Adnan Şenel
Okunma
2333
KÜÇÜK PRENS ÜLKEMİZİ ZİYARET ETSEYDİ

 

 
Şimdi size sayılardan, rakamlardan bahsedeceğim; eh, sonuçta ben de yaşını başını almış bir “büyüğüm”. Sayılarla, rakamlarla, toplamalarla,  çıkarmalarla uğraştığıma göre ben “büyük” olmalıyım; çünkü bu tür angarya ve boş işlerle uğraşanlar sadece büyüklerdir ve büyükler genelde “tuhaf” olurlar.
Küçük Prens’in yayınlanmasının üzerinden 72; yazarı Saint-Exupery’nin Akdeniz üzerinde uçağıyla birlikte kayboluşunun üzerinden 71; üniversitede iken bu kitabı bir öğretim üyesinin elinde görüşümün ve merak saikiyle kütüphaneden alıp okuyuşumun üzerinden 34; eğitimci ağabeylerimizden birinin mahkemede “Biz bu kitabı arkadaşlarımıza tavsiye ediyorduk.” diye ifade vermesinin üzerinden 32; Küçük Prens’le ilgili ilk yazımı yazışımın üzerinden 30; St-Ex’in künyesinin Akdeniz’de bir balıkçının ağına takılışının üzerinden 17; Küçük Prens’in Yüzyılın 100 Kitabı anketinde ilk beşe girişinin üzerinden 16 yıl geçmiş.
Görüleceği gibi zaman hızla akıyor; kuş misali uçup gidiyor. Zamanın bu engellenemez akışına paralel olarak mekânlar da olaylar da ve insanlar da değişiyor; “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” derler ya, o hesap… Lâkin değişmeyen şeyler de vardır; üzerinden onca yıl geçmiş olmasına ve bundan sonra da onca yıl geçecek olmasına rağmen hiç değişmeyecek şeyler… “Küçük Prens” kitabının önemi, değeri, anlamı, güzelliği ve vazgeçilmezliği gibi mesela…
Yıllar önceki yazımın başlığı “Küçük Prens’i Hâlâ Okumadınız mı?” idi. Madem yeri gelmiş, tekrar sorayım: Hâla okumadınız mı? Okumuş olanları tenzih ediyor ve hatta tebrik ediyor; okumamış olanlara da “uzaylıymış” gibi bakma hakkımı kullanıyorum. Yetmedi, onları Küçük Prens’in geldiği uzaydaki çeşitli gezegenlerde yaşayan, o anlaşılması zor “tuhaf büyükler”le bir tutuyorum… Eh, bunu hak ettiniz ne yapayım…
Dünya üzerinde en çok satan Kur’an ve İncil gibi dinî, Kapital gibi siyasi kitapların ardından dördüncü sırayı alan Küçük Prens’i hiç görmemiş, duymamış, eline almamışlar için söylüyorum: Hiç korkmayın, öyle tuğla gibi kalın, küçük puntolu ve Orhan Pamuk’un romanları gibi anlaşılmaz değil… Küçücük bir kitap… Topu topu 95 sayfa ve üstelik yarısı da resimli. Bir belediye otobüsüne binip okumaya başlasanız dört, bilemediniz beş durak sonra bitirirsiniz.
 “Peki, böylesine küçük hacimli Küçük Prens’i ‘büyük’ yapan ne?” diye sorabilirsiniz. Bir “büyük” olarak aklımın erdiğince açıklayayım efendim. Çünkü “Şu büyüklere hep açıklama yapmak gerekiyor.” ve yine çünkü “Büyükler kendi başlarına hiçbir şeyi anlayamıyor.”
Öncelikle, Küçük Prens’in derdi, uğraşı “büyükler”dir. Hani o büyüdükçe çocukluklarından uzaklaşan, çocukluklarından uzaklaştıkça da tuhaflaşan ve “mantar”laşan büyüklerdir Küçük Prens’i hayrete düşüren ve üzen… “Şu büyükler ne tuhaf oluyor.” lafını sıkça duyarsınız Küçük Prens’ten ve resmettiği büyüklerin davranışlarını görünce de ona hak verirsiniz… Çocukluklarından uzaklaşan ve o saf duygu, düşünüş ve kavrayışlarını zamanla kaybeden o büyüklere şaşırır Küçük Prens
1909 yılında bir Türk astronom tarafından keşfedilen ve adı Asteroid B-612 olan minicik bir gezegende yaşayan ve sonra canı sıkıldığı için diğer gezegenleri ziyaret eden ve nihayetinde dünya adlı gezegene gelen Küçük Prens, Sahra çölünde uçağı düşen pilotla dost olur. Küçük Prens’in, pilota “Bana bir koyun çizer misin?” sorusuyla başlayan bir dostluktur bu… Küçük Prens ayrıca, güllerle, yılanla, tilkiyle arkadaşlık yapar. Sonunda, yorgun bedenini yılanın zehrine teslim eder ve gezegenine tekrar döner…
İşte kendi asteroidi ile dünya arasında geçen yolculuğu sırasında karşılaştığı “büyükler”den örnekler verir Küçük Prens… Bir gezegende karşısına kral çıkar, diğerinde iş adamı, ötekinde ayyaş, bir başkasında lamba söndürücüsü, başka birinde kendini beğenmiş adam… Neyse, Küçük Prens’in özgün/orijinal hâlini -okuyacaklar için- saklı ve sırlı bırakalım ve o küçük, sevimli, altın saçlı Prens günümüz Türkiye’sine gelseydi neler derdi, ona bir bakalım.
***
Mesela, hani şimdilerde güvenlikli, şatafatlı, havuzlu, asansörlü rezidansları, villaları, yalıları hayal edenleri ya da oralarda oturanları görseydi onlar için şöyle diyebilirdi: “Onlara ‘Pembe tuğlalardan yapılmış bir ev gördüm, pencerelerinin kenarında sardunyalar, çatısında güvercinler vardı.’ diyecek olsanız, böyle bir evi hayal edemezler bile. Onlara ‘Yüz bin dolar değerinde bir ev gördüm.’ demeniz gerekir. O zaman ‘Ah, ne kadar güzel bir ev!’ diyeceklerdir.” 
Mesela; arkadaşlığın, dostluğun gerçek manasını yitirdiğini, hatta kaybolmaya yüz tuttuğunu ve artık arkadaşlık ve dostluk ölçütlerinin bambaşka veçhelere büründüğünü görseydi, o büyükler için de şunu derdi: “Onlar şekillerden hoşlanırlar. Onlara yeni tanıştığınız bir arkadaştan bahsetseniz, asla en önemli soruları sormazlar. Size arkadaşınızın sesinin nasıl olduğunu, hangi oyunları tercih ettiğini, ya da kelebek koleksiyonu yapıp yapmadığını hiçbir zaman sormazlar. ’Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Babası kaç lira kazanıyor?’ gibi şeyler sorarlar. Ancak bunları bildiklerinde onu tanımaya başladıklarını düşünürler.”
Mesela, huzuru bozan, yediği kaba tüküren, nankör ve yıkıcı insanları görseydi şu benzetmeyi yapardı: “Yararlı tohumları yararlı bitkiler, zararlı tohumları ise zararlı bitkiler meydana getirir. Benim gezegenimde de zararlı tohumlar vardı. Bunlar baobap tohumlarıydı. Küçük gezegenimin her yerini istila etmişlerdi. Eğer bir baobap filizini zamanında sökmezseniz, ondan bir daha asla kurtulamazsınız. Gezegenin her yerini kaplar. Kökleri toprağın derinliklerine doğru ilerler. Eğer gezegeniniz çok küçükse ve baobaplar da fazlaysa, o zaman gezegen patlayabilir.”
Mesela; hayatın yanı başlarından geçip gidiverdiğini fark edemeyen, hayatın sadece yemek-içmek ve para kazanmaktan ibaret olduğunu sanan ve böylece “önemli işler” yaptığı yanılgısıyla yaşayan “büyükleri” görseydi şu benzetmede bulunurdu: “Kırmızı suratlı bir adamın yaşadığı bir gezegen biliyorum. Adam hiç çiçek koklamamış. Hiç yıldızlara bakmamış. Hiç kimseyi sevmemiş. Bütün vaktini şemalar yaparak geçirmiş. Ve bütün gün ‘Önemli işlerim var. Önemli işlerim var.’ deyip dururdu. Bundan büyük bir gurur duyardı. Ama ben ona insan mı derim? Mantarın teki o!”
Mesela, “Bu ülkede adalet yok.” diye serzenişte bulunanlara şu yolu gösterirdi: “O hâlde sen de kendini yargılarsın. Kendini yargılamak diğer insanları yargılamaktan çok daha zordur. Kendini gerektiği gibi yargılayabilirsen, çok adilsin demektir.”
Mesela; kalabalıklar içinde yalnızlaşan insanları görseydi, galiba “İnsan kendisini çölde çok yalnız hissediyor. Ama insanların içinde de öyle hissediyor; arada pek fark yok. İnsanlar mı? Onların nerede olduklarını kimse bilemez. Rüzgârla birlikte dolaşır dururlar. Kökleri yoktur insanların. Bu yüzden de bir yere bağlanamazlar.” derdi.
Mesela; her şeyi hazır almaya alışmış, emek sarf etmeden, çaba göstermeden bir şeyler elde etmeye çalışanlara şu nasihati verirdi: “Gülünü değerli kılan, ona ayırdığın vakittir.”
Mesela; imkânsızlıklardan, yokluklardan, sıkıntılardan sızlanan karamsar büyüklere şöyle umut verirdi: “Çölü güzel yapan, bir yerlerde su kuyusu saklıyor olmasıdır. Aslında aradığınız şeyi tek bir gülde, ya da bir avuç suda bulabilirsiniz.”
Mesela, illaki “gerçek” peşinde koşan ama yanlış yöntemler kullanan büyüklere de şu uyarıyı yapardı: “Gerçek yalnız kalp gözüyle görülür, asıl olanı, gözler göremez.” 
Küçük Prens ülkemizdeki ziyaretini bitirip geri dönerken kendisini özleyeceklerini söyleyenlere şöyle teselli ederdi: “Geceleri gökyüzüne baktığında, yıldızlardan birinde benim yaşadığımı ve orada gülüyor olduğumu bileceksin. Bu yüzden sana sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek. Bütün dünyada yalnızca senin gülen yıldızların olacak.”
***
Son olarak: “Gökyüzüne bakın. Kendinize ‘Acaba koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi?’ diye sorun. Bakın her şey nasıl da değişiyor.” Ya da okumadıysanız hemen Küçük Prens’i alıp okuyun… Bakın her şey nasıl da değişiyor.