Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi”nde “bedhah” kelimesi geçer; bedhah, yani kötü niyetli kişi… Her daim “Haricî ve dâhilî bedhahlar”ın olacağına dikkati çeker Atatürk. Dün bu bedhahlardan çok vardı, bugün de var, yarın da olacak. Bu “kötücül” ya da “kötü niyetli” mahlukat, dün olduğu gibi bugün de meşrebine ve tıynetine uygun davranıyor ve böylece biz de kimlerin bu sıfatı sonuna kadar hak ettiğini peyderpey öğreniyoruz.
Haricî bedhahların kimler oldukları önemli değil. Adı üzerinde, haricî… Yani dışımızdakiler… Bu kelimeyi insanlar nezdinde devletlere de atfedersek, ezelî ve ebedî çok sayıda haricî bedhahlarımız var. Mesela, işte Rusya… Kuzeyimizdeki bu ülkenin hem Çarlık hem de Sovyetler döneminde, bize karşı hangi niyet ve emeller beslediğini, uzak yakın tarih kitapları uzun uzadıya yazar.
Bu müzmin “bedhah” komşumuz, başındaki Putin adlı şahsın liderliğinde, yine pençesini göstermeye ve homurdanmaya başladı. Hava sahamızı ihlal eden Rus savaş uçağının Türk pilotlarca düşürülmesini takiben başlayan bu homurdanma (ve peşinden gelen ekonomik ambargolar vs.), “Cambaza bak!” oyunu bitene kadar devam edeceğe benziyor. Uçağın düşürülmesinin ardından Suriye’ye Rus füzelerinin konuşlandırılmasında olduğu gibi…
Biz bırakalım Putin’i ve haricîleri de içimizdeki, haricî bedhahlara bir göz atalım. Çözeltilerdeki asit ve bazları ayırt etmekte kullanılan turnusol kâğıdı gibi, Rusya ile yaşanan son kriz de içimizdeki bedhahların kimler olduğunu ortaya çıkardı. Gördük ve anladık ki ruhen, kalben, bedenen, zihnen ve ahlaken bu ülkeye, bu millete, bu devlete düşmanlık ve hainlik besleyen mebzul miktarda bedhah varmış. “Almanya’yı Hitler belasından Sovyetler Birliği kurtardı, darısı başımıza.” diyenlerden tutun da “Putin mümin kokusu yayıyor.” diyecek denli zavallılaşanlara kadar her türden mahluk, gerçek yüzlerini ve niyetlerini sergilemekten kendilerini alıkoyamadılar. Karanlıkta kaldığı için fark edilmeyen bu mahlukat, üzerlerine güneş ışığı vurduğu anda bütün çıplaklıklarıyla görünüverdiler.
Benzer şekilde, “Türkiye ile İran karşı karşıya gelirse İran safında olurum.” diyen ve üstelik ana muhalefet partisinin bir milletvekili olan şahıs gibi -sırf muhalefet olsun diye de değil- yüreklerindeki ve beyinlerindeki gerçek niyetlerinin yansıması doğrultusunda davrananlar da yok değil bu ülkede.
Doğu Türkistan’daki zulümden bahsedince Çin’i haklı gören Maocular da var bu ülkede; Saddam’a ağıt yakan, Esad’a bağlılıklarını bildiren Baasçılar da… Şahsi ve ideolojik tercihleri ve bağlılıkları gereği, Türk’e ve Türkiye’nin menfaatlerine aykırı sözler sarf etmekten çekinmeyen o kadar çok “haricî bedhah” var ki bu omurgasız, şahsiyetsiz ve kimliksiz goygoycuların adlarını zikretmeye bile değmez..
***
Parlayan Yıldız: Aziz Sancar
Yukarıda bahsettiklerimiz gibi, hatırı sayılır sayıda ve fakat hatırı sayılmayacak onca bedhah varken bir yıldız gibi gökte parlayan ve hem ruhumuzu hem de yüreğimizi aydınlatan biriyle tanıştı Türkiye… Mardin’in Savur ilçesinde doğup ilk ve orta öğrenimini orada yapan, sonra İstanbul’da üniversiteyi bitirdikten sonra ABD’ye giden bu yıldız; geçtiğimiz ay kendisi de bir kimyager olan Alfred Nobel adına verilen Nobel kimya ödülüne layık görüldü.
Adı Aziz Sancar olan bu yıldız; sadece çok önemli bir ödülü almakla değil, aldıktan sonraki sözleri ve tavırlarıyla da hemen herkesi şaşırttı. Çünkü o, bu ödülün edebiyatla ilgili olanını almak için ülkesi aleyhine türlü taklalar atanlardan farklı olarak sahip olduğu her şeyi bu ülkeye borçlu olduğunu söylüyor ve yine aldığı o ödülü de bu ülke adına bu ülkenin kurucusuna hediye ediyordu… Türk bayrağı önünde poz veriyor; yakasına Atatürk ve ay yıldızlı rozet, boynuna Osmanlı tuğralı kravat takıyordu… Her fırsatta bu ülkeyi ve milleti sevdiğini dile getiriyor; ısrarla etnik kimliği üzerinden fesatça sorular yöneltenlere de “Ben Türk’üm!” diyordu…
Duygusallığı ve empatiyi bir kenara bırakıp Aziz Sancar’ın ideolojik geçmişinin ne olduğunu dile bile getirmeyelim; çünkü o, benimsediği ve sahiplendiği o ideolojinin gerektirdiği bütün davranışları ve söylemleri, bütün milletin takdirini ve hayranlığını kazanacak şekilde zaten ortaya koymadı mı?
Evet, Aziz Sancar bir sembol isim oldu. Eğer istenirse ve imkânlar tanınırsa, bir Türk’ün beynelmilel başarılara imza atabileceğinin bir timsali ve karanlıklar içinde içimize ümit ışıkları saçan bir yıldız olarak hem gönlümüzde hem de tarihte müstesna yerini aldı… Kendisiyle övünüyor ve gurur duyuyoruz…