“Dönüşüm” meselesi iyi anlatılmadı, anlatılamadı, anlatamadık. Türk milletinin en önemli meselesiydi dönüştürülmek. Doğal seyrine inat, olağanüstü hızla milletimiz dönüştürülmek isteniyordu. Kısmen de bunu başardılar. Dönüştürmenin üçüncü aşamasını yaşıyoruz.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu üçüncü dünya ülkeleri 1960’lara kadar Batılılarca Hristiyanlaştırılmak isteniyordu; milyarlarca dolar harcandı. Binlerce misyoner, barış gönüllüsü ve benzeri adlarla o ülkelerde çalışıyordu. Vatikan’ın denetiminde ABD, İngiliz, Fransız, Alman ve benzeri devletlerin kilise teşkilatlarınca örgütlenen insanlar, hem ülkelerin kırılma noktalarını, kaşınacak yaralarını tespit ediyor hem de “mükemmel ülke ve dinlerinin”(!) reklâmını yapıyordu. Maksatları milletlerin direnç noktalarını kırıp kendi din ve devletlerinin gücünün etkisinde bırakmak, köleleştirmekti. Kendilerine ülkelerdeki yerel ajanları; yerli halktan derleyebildikleri insanlar da yardımcı oluyorlardı. Kendi kurdukları localar, sivil toplum örgütleri, yetiştirdikleri gazeteciler, bursunu verdikleri bilim adamı ve idareciler misyonerlerin başyardımcıları oldu. Onların getirdiği her şey “moda” yapıldı. Ancak nüfuz edilemeyen bir yer vardı: Diğer dinler fazla karşı koyamadan Batılıların getirdiği değerlere kapılırken, Müslümanlar ve özellikle Türkler, kendi dinlerinden başka bir dine itibar etmiyordu. Bu direnç nasıl kırılabilirdi? Dönüştürmenin ikinci aşamasına geçilecekti...