ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN KUDÜS’ÜN STATÜSÜ

11 Mart 2024 12:53 Dr.Bahadır Bumin ÖZARSLAN
Okunma
186
ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN KUDÜSÜN STATÜSÜ

ULUSLARARASIHUKUK AÇISINDAN KUDÜS’ÜN STATÜSÜ

Dr. BahadırBumin ÖZARSLAN*

Bilindiği üzere Filistin sorunu, uzun bir tarihî geçmişedayanmaktadır. Pek çok meselede olduğu gibi tarihî arka plan, aslında meselenincan damarını oluşturmaktadır. Bununla birlikte, özellikle 20. yüzyılın ilkçeyreğinden itibaren mesele, değişik boyutlara evrilmiş ve daha çok bu dönemdenitibaren uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Özellikle Osmanlı-Türkegemenliğinin sona ermesiyle birlikte ideolojik-dinî boyutu da daha belirginbir hâl almıştır. Bu durum, tarihî tecrübenin bir tekrarı olarak kan, vahşet,gözyaşı, dram vb. sonuçların ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Bu çalışmada, çok boyutlu Filistin sorunu içinde çok önemlibir bölümü, aslında yukarıda işaret edilen ideolojik-dinî boyutun ve genelolarak da meselenin özünü teşkil eden Kudüs’ün statüsü üzerinde durulacaktır.Meselenin uluslararası hukuk açısından incelenmesi, büyük önem teşkiletmektedir. Zira sistematik olarak devam eden ve son dönemde önce 2021 yılı Ramazanayı içinde, arkasından da ekim 2023’te tekrar alevlenen sorunda, bir şehir olarakKudüs’ün nitelikleri meselenin odak noktasını teşkil etmektedir.

Arapça’da “kutsalşehir” anlamına gelen Kudüs (El-Kuds), üç semavi din açısından da kutsalsayılan bir merkezdir. Bu sebeple tarih boyunca muhtelif çekişmelerin veçatışmaların konusunu teşkil etmiştir. Bahsi geçen bu mücadeleler, günümüzekadar uzanan sonuçlara yol açmıştır. Şehrin statüsü üzerinde tam bir mutabakatsağlanmadan da bu mücadelenin bitmesi beklenemez. Dolayısıyla Kudüs, bir şehrinadı olmaktan çok öte anlamlar taşımaktadır ve taşımaya devam edecektir.

Tarihi, MÖ 3000’e kadar uzanan Filistin’de, pek çok değişikmillet hâkimiyet tesis etmiştir. Her üç tek tanrılı din için de önem taşımasısebebiyle büyük mücadelelerin cereyan ettiği Filistin’de hâkim olanmilletlerden biri de Türklerdir. Memlükler ile başlayan Türk hâkimiyeti,Osmanlı Devleti ile birlikte en uzun süreli dönemini yaşamıştır. 1516-1917arasını kapsayan 400 yıllık bu dönem, Filistin’in barış ve refah içindeyönetildiği en uzun zaman aralığıdır. Osmanlı-Türk egemenliğinden sonra kurulanİngiliz manda yönetimi esnasında ise kitleler hâlinde Filistin’e Yahudi göçübaşlamıştır. Bu durumdan payını alan bölgelerden biri de şehrin dinîözelliğinden kaynaklı olarak Kudüs’tür. Bahsi geçen Yahudi göçü de doğal olarakşehirde sürtüşmelere ve daha sonra da kanlı olaylara yol açmıştır. Bu bağlamdaüzerinde durulması gereken husus, “Siyon ideali” çerçevesinde Filistin’e veözelde Kudüs’e gelen Yahudilerin terör örgütleri oluşturmaları ve bu yollavarlıklarını kalıcı hâle getirmeye çalışmalarıdır. Filistin sorunundaki önemlibir dönüm noktası, 1917 tarihli “BalfourDeklarasyonu”dur. 1897’de, “Yahudileriçin Filistin’de ev” sloganıyla toplanan Birinci Siyonist Kongresi’ndekurulan Dünya Siyonist Teşkilatı,İngiltere nezdinde girişimlere başlamış ve Yahudiler için Filistin’de bir yurtedinme projesini kabul ettirme yönünde faaliyetlerini sıklaştırmıştır. Bununneticesinde, İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, Amerika Birleşik Devletleri(ABD) Başkanı Wilson’ın da onayıyla İngiltere Siyonist Dernekleri FederasyonuBaşkanı Lord Rotschild’e bir mektup yazmıştır. “Balfour Deklarasyonu” olarak bilinen 2 Kasım 1917 tarihli bumektupta, İngiliz hükûmetinin Yahudiler için bir yurt kurulmasını desteklediğive gerekenin yapılacağı belirtilmektedir. Ayrıca bu mektupta, Yahudi olmayanFilistin halkına da güvence verilmiştir. Her ne kadar böyle bir güvence olsa daYahudilerin siyasi haklarının öne çıkarıldığı görülen bu deklarasyonun bizzatLord Rotschild tarafından kaleme alındığı, sadece imzanın Balfour’a ait olduğuda iddia edilmektedir. Ocak 1919’da deklarasyondan haberdar edilen ŞerifHüseyin, mektuptaki ifadeleri bir teminat olarak kabul etmiş ve “akraba bir Samî ırka iyi niyet gösteren”bir cevap vermiştir. Akabinde, Arap-Yahudi iş birliğine yönelik olarak Ocak1919’da Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal ile Dünya Siyonist Teşkilatı BaşkanıChaim Weizman arasında bir anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşma sonrasında,1919-1923 arasında devam edecek olan bir “Yahudiyerleşim dalgası” gerçekleşmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan paylaşımla Filistin,Milletler Cemiyetinin (MC) gözetiminde ve denetiminde, İngiliz egemenliğinegirmiştir. Mandater devlet olarak İngiltere, 3 Haziran 1922’de Dünya SiyonistTeşkilatına bir açıklama göndermiştir. Buna göre Filistin’de Araplar ileYahudiler birlikte yaşayacaklardır. Yahudilere bir yurt oluşturulacak ancak “Yahudi Filistin yaratma yetkisi” verilmeyecektir. Yahudiler, Filistin’de sadece birtoplumu teşkil edecek ve Yahudilerin Filistin’e göçleri, ülkenin ekonomikkapasitesine bağlı olacaktır. Bu açıklamanın ardından MC Konseyi, 24 Temmuz1922’de, İngiliz mandater yönetiminin çerçevesini belirlemiş ve BalfourDeklarasyonu ile söz konusu açıklamadaki esasları benimsediğini ifade etmiştir.Bunun dışında, ABD ile İngiltere arasında 3 Aralık 1924’te yapılan antlaşma ileABD, İngiltere’nin Filistin üzerindeki manda yönetimini tanımış veFilistin’deki ABD vatandaşları için bazı haklar elde etmiştir. Ayrıca buantlaşmayla manda yönetiminde yapılacak her değişiklik, ABD’nin onayına tabiolmuştur. O tarihte, ABD’nin siyonizmin en kuvvetli dayanağı olması, bu hükümledoğrudan ilgilidir. Böylece ABD de Filistin meselesiyle daha yakından ilgilihâle gelmiştir. İngiliz mandater yönetiminin uygulamaları, Araplarınhoşnutsuzluğuna yol açmış ve taraflar arasında çatışmalar başlamıştır. Günümüzekadar süren Arap-Yahudi çatışmalarının başlangıcı, bu dönemdir. 1933’e kadarkidönemde çatışmalar daha çok mahallî çapta ve dağınıkken, 1933’ten itibarençatışmalar şiddetlenmiş ve yaygınlaşmıştır. Zira bu tarihte Hitler’inAlmanya’da iktidara gelmesi, Yahudilerin Filistin’e göçünü hızlandırmıştır. Göçdalgası, her iki taraf açısından tepkilerin şiddetlenmesine yol açmıştır. 1933’tensonra hızlanan çatışmalar üzerine İngiltere, meseleye çözüm getirmek için1947’ye kadar devam eden bir dizi hamle yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nınbaşladığı 1939’a kadar yapılan çalışmalar, her iki taraf açısından da tatminedici olmamıştır. Savaşın başlamasıyla birlikte çatışmalar daha da artmış,özellikle Yahudiler terörize olmaya; Dünya Siyonist Teşkilatının kontrolündekiörgütler aracılığıyla tek merkezden terör eylemleri gerçekleştirmeyebaşlamışlardır. Arapların da bu yönde örgütleri olmakla birlikte, bütünlüğesahip olmamaları sebebiyle Yahudiler ile mukayese edildiğinde, daha zayıf birgörünüm arz etmiştir. Filistin meselesinde ağırlaşan şartlar, İngiltere’yi yeniçözüm arayışlarına itmiştir. Genel anlamda İngiltere’nin İkinci DünyaSavaşı’ndan ağır hasarla çıkması ve yeryüzündeki hâkimiyetinin zayıflaması, bumeseleye de tesir etmiştir. Bu bağlamda, İkinci Dünya Savaşı ile birliktebaşlayan ABD ilgisi, savaş sonrası ABD’nin daha etkin bir rol oynamaya başlamasıyladevam etmiştir. Batı dünyasında, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte ABD’nin öneçıkması ve Arap devletlerinin İngiltere’nin yaklaşımlarından duyduklarırahatsızlık, ABD’nin öne çıkmasında önemli etkenler olarak görülmektedir. Bubağlamda ABD Başkanı Roosevelt ile yakınlık tesis eden Arap liderler, ABD’yikendi tezlerine yakınlaştırmaya başlamışlardır. Ancak Roosevelt’in ölümündensonra ABD Başkanı olan Truman döneminde, durum tersine dönmeye başlamıştır.Truman, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıkan, 250 bincivarındaki “göçmen Yahudiler meselesi”nin Filistin’e göç ettirme yoluylaçözülmesi yönünde bir eğilim belirlemiştir. Bu eğilim, İngiltere tarafından,sorunun daha da derinleşeceği sebebiyle reddedilmiştir. Kurulan ortak komiteninhazırladığı plan da yürümeyince, konunun Birleşmiş Milletler (BM) nezdindedeğerlendirilmesi gündeme gelmiştir. İngiltere, 2 Nisan 1947’de resmen BM’yebaşvurarak BM Genel Kurulunun konuyu ele almasını talep etmiştir. BM’de kurulanözel komitenin hazırladığı raporda, Filistin’in üçe bölünmesi önerilmiştir. “Taksim Planı” olarak adlandırılan burapora göre Kudüs Bölgesi, Arap Devleti ve Yahudi Devleti olarak üçe ayrılanFilistin’de, 2 yıllık bir geçiş sürecinden sonra her iki devlet de bağımsızolacaklardır. Aralarında ekonomik birlik sağlanacak olan iki devletten ArapDevleti’ne % 42.88, Yahudi Devleti’ne ise % 56.47 oranında toprak ayrılmıştır.Kudüs ise uluslararası statüye sahip bir şehir olacak, Kudüs’te uluslararası bir rejim (corpus separatum) kurulacaktır. Raporun29 Kasım 1947 tarihli ve 181 sayılı kararla BM Genel Kurulunda kabulü üzerine,Filistin’de tansiyon iyice yükselmiştir. Bu arada İngiltere, 13 Kasım 1948’deFilistin’deki askerlerini kademeli olarak çekeceğini ve 15 Mayıs 1948’denitibaren Filistin’den tamamen çekilerek manda yönetimini sona erdireceğinibeyan etmiştir. İngiltere’nin Filistin’deki sorunu BM’ye taşıması neticesindekabul edilen 29 Kasım 1947 tarihli ve 181 sayılı BM Genel Kurulu kararı, bahsedildiğiüzere Kudüs ile ilgili düzenlemeler de içermektedir. Bu kararda, Filistin’debir Arap ve bir de Yahudi devleti kurulması, Kudüs’ün de “uluslararası bir rejim (corpusseparatum)” altına alınması öngörülmüştür. Kararın Üçüncü Bölümü’ndekidüzenlemeye göre özel bir uluslararası rejime tabi olacak şehir, BM tarafındanyönetilecek ve sorumluluğu da BM adına BM’nin altı ana organından biri olanVesayet Konseyi yüklenecektir. Plana göre Kudüs’e, Vesayet Konseyi tarafındanbir vali atanacaktır. Askersizleştirilecek olan şehrin tarafsızlığı ilanedilecek ve bu tarafsızlık korunacaktır. Resmî dilleri Arapça ve İbranice olanKudüs’te, bağımsız bir adalet sistemi kurulacak ve Valilik tarafından özel birpolis kuvveti oluşturulacaktır. Şehirde yaşayanlar “inanç, din, dil, eğitim, basın, toplantı yapma ve dernek kurma, dilekçe”gibi insan haklarından ve özgürlüklerinden yararlanacaklardır. Irk, din ve dilayrımcılığının yapılmayacağı bu statüde, her toplum kendi okullarında anadiliyle eğitim yapabilecektir. 10 yıl yürürlükte kalacak bu statü, süreninsonunda Vesayet Konseyi tarafından değerlendirilecektir. Şehirde yaşayanlar,istedikleri değişiklikleri referandumda belirtebileceklerdir. Statüye ilişkinbu hükümler, BM garantisi altında olacak ve BM Genel Kurulunun onayı olmadanhiçbir değişiklik yapılamayacaktır. BM Genel Kurul kararı, tarafları tam olaraktatmin etmemiştir. Kısa bir süre sonra başlayan “Birinci Arap-İsrail Savaşı” da bu statünün hayata geçmesiniengellemiştir. Savaş sonucunda da Kudüs, İsrail ve Ürdün tarafından elegeçirilmiştir. Batı Kudüs İsrail, Doğu Kudüs ise Ürdün hâkimiyetine girmiştir.BM Genel Kurulu, 11 Aralık 1948 tarihli ve 194 sayılı kararla 181 sayılıkarardaki hükümlere uyulmasını talep etmiştir. İsrail’in, elinde kalan bölgedegerçekleştirdiği seri faaliyetleri (İsrail Yüksek Mahkemesinin bölgeyeyerleşmesi, İsrail Meclisi Knessetin burada toplanması ve Devlet Başkanı’nınBatı Kudüs’te yemin etmesi gibi), BM Genel Kurulu’nun yeni bir karar almasınayol açmıştır. 9 Aralık 1949 tarihli ve 303 sayılı bu kararda, daha önceki 181ve 194 sayılı kararlara atıf yapılmış, Vesayet Konseyinin gerekli çalışmalarıyaparak uygulamaya geçmesi istenmiştir. Bu karara rağmen İsrail, 23 Ocak1950’de Kudüs’ü başkent ilân etmiş ve Bakanlar Kurulunu bu bölgeye taşımıştır.Dolayısıyla Kudüs’ün özel statüsü fiilen hayata geçememiştir.            1950-1967 arasında Kudüs, bölünmüşbir şehir olarak kalmıştır. 1967’deki “AltıGün Savaşı”ndan sonra İsrail, Doğu Kudüs’ü de ele geçirmiştir. AkabindeKudüs’ün şehir planını, Doğu Kudüs’ü de içine alacak şekilde genişletmiş;Belediye Meclisini dağıtmış ve Belediye Başkanı’nı görevden almıştır. İlerleyensüreçte Arap bankaları kapatılıp paralarına el konulmuş, İsrail parası geçerlikabul edilmiş ve İsrail vergi sistemi yürürlüğe sokulmuştur. Devlet okullarındaİsrail eğitim sistemi uygulanmaya, mahkemelerde ise İsrail yasaları esasalınmaya başlanmıştır. İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgali üzerine BM Genel Kurulu, 4Temmuz 1967 tarihli ve 2253 sayılı kararla şehrin statüsünün değiştirilmesineyönelik eylemlerden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. Bu önlemleringeçersiz olduğunu, İsrail’in bu adımlardan vazgeçmesi ve yeni adımlar atmamasıgerektiğini vurgulamıştır. Genel Kurul, 14 Temmuz 1967 tarihli ve 2254 sayılıkararla 2253 sayılı karara atıf yaparak aynı talepleri tekrarlamıştır. Öteyandan BM Güvenlik Konseyi de 21 Mayıs 1968 tarihli ve 252 sayılı kararla GenelKurul kararlarına atıf yapmış ve İsrail’in bu kararların gereğini yerinegetirmediğine, Kudüs’ün statüsünü değiştirmemesi gerektiğine işaret etmiştir.İsrail’in bu kararları dikkate almaması üzerine Güvenlik Konseyi, 3 Temmuz 1969tarihli ve 267 sayılı kararı almıştır. 252 sayılı kararın içeriğiyle aynı olanbu karar, daha sert bir dil kullanmıştır.     İzleyenyıllarda Güvenlik Konseyi 15 Eylül 1969 tarihli ve 271 sayılı, 25 Eylül 1971tarihli ve 298 sayılı kararları ile bu konudaki tutumunu devam ettirmiştir. 22Mart 1979 tarihli ve 446 sayılı karar ile Kudüs de dâhil olmak üzere 1967’deişgal edilmiş olan Arap topraklarındaki yerleşimleri incelemek üzere üç kişilikbir komisyon kurmuştur. Ancak bu komisyon, İsrail’in engellemesi sebebiyleFilistin’e girememiştir. Bunun üzerine Konsey, 1 Mart 1980 tarihli ve 465sayılı kararıyla İsrail’i, komisyonla iş birliğine çağırmıştır. Yukarıdabelirtilen bütün bu gelişmelere rağmen İsrail, Ekim 1978’de Kudüs’ü resmenbaşkent yapmış ve Temmuz 1980’de Doğu Kudüs’ü, Batı Kudüs’e ilhak ettiğiniduyurarak Kudüs’ü bir bütün olarak kendi egemenliği altına almıştır. Bubağlamda BM Güvenlik Konseyi 20 Temmuz 1979 tarihli ve 452 sayılı, 5 Haziran1980 tarihli ve 471 sayılı, 30 Haziran 1980 tarihli ve 476 sayılı, 20 Ağustos1980 tarihli ve 478 sayılı, 8 Aralık 1986 tarihli ve 592 sayılı, 22 Aralık 1987tarihli ve 605 sayılı, 5 Ocak 1988 tarihli ve 607 sayılı, 14 Ocak 1988 tarihlive 608 sayılı, 6 Temmuz 1989 tarihli ve 636 sayılı, 30 Ağustos 1989 tarihli ve641 sayılı, 20 Aralık 1990 tarihli ve 681 sayılı, 24 Mayıs 1991 tarihli ve 694sayılı, 6 Ocak 1992 tarihli ve 726 sayılı, 18 Aralık 1992 tarihli ve 799sayılı, 7 Ekim 2000 tarihli ve 1322 sayılı, 19 Mayıs 2004 tarihli ve 1544sayılı, 23 Aralık 2016 tarihli ve 2334 sayılı kararları aracılığıyla doğrudanveya dolaylı bir şekilde Kudüs’ün statüsüyle ilgili olarak İsrail’inuygulamalarını eleştirmiş ve şehrin uluslararası statüsüne atıf yapmıştır. Kudüs’ünstatüsüyle ilgili BM kararları temelde, BM Genel Kurulunun 29 Kasım 1947tarihli ve 181 sayılı kararına dayanmaktadır. Bu karar, hukuki nitelikbakımından bağlayıcılık taşımamaktadır. Bununla birlikte 181 sayılı karardakihükümler, gerek Genel Kurulun gerekse ve özellikle Güvenlik Konseyikararlarının yerleşik bir kabulü hâline gelmiştir. BM Şartı’na bakıldığında BMGenel Kurulu kararlarının bağlayıcılığı oldukça sınırlıdır ancak BM Güvenlik Konseyibakımından durum daha farklıdır. BM’nin temel amacının uluslararası barışın vegüvenliğin sağlanması ve korunması olduğu, bu amacın da temel yetkili organolan Güvenlik Konseyi eliyle yerine getirildiği düşünüldüğünde, bağlayıcıniteliğe sahip olmayan 181 sayılı kararın Güvenlik Konseyi kararlarınayansıdığı ve Güvenlik Konseyi kararlarındaki dilin de karardaki hükümlerebağlayıcılık atfettiği görülmektedir. Dolayısıyla bağlayıcı niteliğe sahipolmayan bir karardaki hükümler, Güvenlik Konseyi kararlarına konu olarakbağlayıcı bir etkiye kavuşmuştur. Uluslararası toplumun Kudüs’ün uluslararasıstatüsüne yaptığı atfın altında yatan gerekçe de bu yöndedir. Kudüs’ün İsrailtarafından ilhak edilmesi sürecinde, bölgeye pek çok Yahudi yerleşimcigelmiştir. Bu topraklar, İsrail’e ait olmamasına rağmen İsrail eliyle bukişilere yerleşim yerleri tahsis edilmesi ve inşa faaliyetleri de hukukaaykırılık teşkil etmektedir. Bu durum, insancıl hukuk (silahlı çatışmalarhukuku) kurallarını düzenleyen 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerinin, özelliklede Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin açık ihlalidir. Zira bu sözleşmelere göresivil halkın yerinden edilmesi mümkün olmadığı gibi kalıcı ve yeni askerî vesivil yerleşimler kurulması da söz konusu olamaz. Bunun yanında Araplarayönelik kitlesel tutuklama ve cezalandırma, konutların yıkımı, işkence ve kötümuamele gibi pek çok uygulama, İsrail’in de taraf olduğu Cenevre Sözleşmelerineaykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca tüm bu eylemler, uluslararası hukukunbağlayıcı kaynakları arasında yer alan uluslararası örf-âdet kurallarıyla dauyumlu değildir. Dolayısıyla İsrail’in hukuka aykırı eylemleri, yalnızcaKudüs’ün ilhakıyla sınırlı değildir. Kendi vatandaşlarını bölgeye taşıması veiskân ettirmesi, yaptığı idari ve cezai uygulamalar da açık hukuki ihlâllerdir.

Sonuç olarak Kudüs’ün statüsüyle ilgili yerleşik kabul, bustatünün bağlayıcı bir etki kazandığını ve İsrail’in bütün eylemlerinin hukukaaykırı olduğunu göstermektedir. Filistin sorununun çözümüne kadar İsrail’in,işaret ettiğimiz kararlardaki statüye uygun hareket etmesi ve bir barışantlaşması yapılana kadar Kudüs’ün uluslararası şehir niteliğini kabul ederekyarattığı fiilî duruma son vermesi gerekmektedir. Ancak İsrail’in meseleyeyaklaşımında, uluslararası hukuk kurallarından ziyade kendi devlet politikasıesas alınmaktadır. Hukuk tanımaz bu politikanın devam etmesi durumunda isesadece bölge değil bölgenin sahip olduğu değerler bakımından uluslararasıtoplumun çok büyük bir bölümü de huzursuzluk yaşamaktadır. Kudüs’te, İsrail’inaşama aşama yarattığı fiilî ve hukuka aykırı durum karşısında BM’nin aldığıkararların herhangi bir tesiri de bugüne kadar olmamıştır. BM’nin uluslararasıhukuk ihlallerini kayıt altına almasının hukuki bir değeri olmakla birlikte,kendisi için yerleşik kabul anlamına gelen ve bağlayıcılık kazandırdığıkararlarının hayata geçirilememesi, BMaçısından ciddi bir itibar kaybı olarak görülmektedir. İsrail’in gayrimeşruuygulamalarında, arkasındaki en büyük destek ABD’dir. Gerçekten de ABD, hemenher dönem bu açık desteğini hissettirmiş ve/veya göstermiştir. Bu sebeplekonunun ABD’nin Orta Doğu’daki ve yeryüzündeki emelleriyle de yakın alakasıbulunduğu, sıklıkla gündeme getirilmelidir. Nitekim özellikle son dönemde ABDBaşkanı Trump eliyle bazı uygulamalar gerçekleştirilmiş (Kudüs’ün İsrail’inbaşkenti kabul edilmesi, Golan Tepelerinin İsrail tarafından ilhakınınonaylanması), sonraki ABD Başkanı Joe Biden ile de İsrail’e olan destek, resmîyollardan açıkça ilan edilmiştir. Ekim 2023’te İsrail tarafındangerçekleştirilen saldırılar neticesinde, uluslararası ceza hukuku kapsamındasuç olarak kabul edilen soykırım suçu, insanlığa karşı suç, savaş suçları vesaldırı suçu ayrı ayrı ihlal edilmesine rağmen, ABD’nin ve ABD Başkanı Biden’ıntavrı, temelde değişmemiştir. Dolayısıyla ABD’nin meseleye yaklaşımı, sondönemde tekrar somutlaşmıştır. ABD’nin Filistin meselesine yaklaşımı veİsrail’i her durumda desteklemesi karşısındaki “Arap tepkisizliği” de dikkatlerden kaçmamaktadır. Kendi içindeortak bir irade belirleyemeyen, söylemden öteye geçmeyen ayrı ayrıaçıklamalarla cılız bir tepki gösteren Arap dünyasının bu durumu karşısındaTürkiye’nin İslam âlemi içinde daha çok rol alması önem taşımaktadır. Zirameseleyi bu düzeyde sahiplenebilecek ve etkin politika izleyebilecek bir devletya da uluslararası örgüt bulunmamaktadır. Nitekim Trump döneminde alınan Kudüskararı sonrası, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyindeki girişiminin ABD vetosusebebiyle engellenmesi üzerine, Türkiye’nin BM Genel Kurulundan kararçıkartması son derece yerinde olmuştur. Ekim 2023 saldırıları sonrasında daTürkiye, etkin bir diplomasi yürütmüş ve Filistin meselesinde, Türkiye’nin deiçinde olacağı “garantörlük”önerisini gündeme getirmiştir. Öte yandan Türkiye’nin bu çabaları karşısındaRusya gibi önemli aktörler de Türkiye’nin sorunun çözümünde mutlaka önemli birrol oynaması gerektiği yönünde beyanlarda bulunmuştur. Türkiye’nin Filistinmeselesiyle ilgili yaptığı girişimler ve getirdiği somut öneriler, uluslararasıtoplum içindeki özgül ağırlığını bir kez daha ortaya çıkarmaktadır. Benzerdiplomatik adımların sıklaştırılması ve çözüm yönünde somut önerileringeliştirilerek uluslararası toplumun gündemine getirilmesi oldukça önemlidir.Bu çerçevede Türkiye’nin zaman zaman kullandığı, “Dünya, beş’ten büyüktür.” yaklaşımının yanında, uluslararasıtoplumun diğer üyelerini ve özellikle BM Güvenlik Konseyinin diğer daimîüyelerini yanına çekmek için yalnızca Filistin meselesinde değil diğerkonularda da Türkiye’nin “Dünya, ABD’denbüyüktür.” ve “Dünya, İsrail’denbüyüktür.” anlayışına öncülük etmesi, isabetli olacaktır. Bahsi geçen buyaklaşımın hayata geçirilmesinde ise özellikle İkinci Karabağ Savaşı’ndan sonragüçlenen “Türk dünyası algısı” veTürk Devletleri Teşkilatının kaydettiği gelişme göz önünde bulundurulmalı veTürkiye, gerek kendi özel girişimleri gerekse Türk Devletleri Teşkilatıaracılığıyla adımlar atmaya devam etmelidir. Bu bağlamda, Genel Başkan’ımızSayın Devlet Bahçeli’nin şu sözü, en önemli hareket noktamızdır: “Türk dünyası, dünyadan büyüktür.



* MHP Genel Sekreter Yardımcısı

Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölümü MilletlerarasıHukuk Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi.