DR. BAHADIR BUMİN ÖZARSLAN: İSVEÇ VE FİNLANDİYA’NIN NATO’YA ÜYELİK BAŞVURUSU, NATO ANTLAŞMASI İLE ÇELİŞMEKTEDİR

22 Ağustos 2022 16:11 Dr.Bahadır Bumin ÖZARSLAN
Okunma
100
DR. BAHADIR BUMİN ÖZARSLAN: İSVEÇ VE FİNLANDİYANIN NATOYA ÜYELİK BAŞVURUSU, NATO ANTLAŞMASI İLE ÇELİŞMEKTEDİR

DR. BAHADIR BUMİN ÖZARSLAN: İSVEÇ VE FİNLANDİYA’NIN NATO’YA ÜYELİK BAŞVURUSU, NATO ANTLAŞMASI İLE ÇELİŞMEKTEDİR

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Sekreter Yardımcısı ve Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Bahadır Bumin Özarslan, 24 Mayıs 2022 Salı günü Bengü Türk TV Kanalı’nda yayınlanan Söz Hakkı programın yapımcı ve sunucusu Gökhan Altunkaş’ın konuğu oldu. Özarslan programda, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği ile Kıbrıs sorunu çerçevesinde dış politika gündemini değerlendirdi. Özarslan, programda şunları söyledi:
“Sözlerime, aldığımız üzücü haberlerle başlamak istiyorum. Türkiye’nin özellikle 15 Temmuz sonrası Cumhur İttifakı eliyle hızlandırdığı, tabiri caizse daha önceki süreçle mukayese edildiğinde oldukça vites yükselttiği terörizmle mücadele anlamında, Türkiye artık sınır içi ve sınır ötesi terörizmin yeşerdiği, yerleştiği yayıldığı bütün noktalara operasyon yapabilme kabiliyetini gösteriyor çok şükür. Tabii bunun birtakım maliyetleri de oluyor. Diğer her türlü maliyet katlanılabilir bir maliyet ama şehitlerimiz olunca bu tarifsiz bir acı. Hepsine Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Aziz Türk milletinin başı sağ olsun. Bu açıdan bakıldığında da özellikle şehitlerimizin aziz hatıralarına sadık kalabilmek, onların hatıralarını yaşatabilmek adına biz de her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak üzerimize düşeni yapmakla yükümlüyüz. Ben bunu özellikle hatırlatmak istiyorum. Hepimiz ne iş yapıyorsak, hangi görevle meşgulsek onların aziz hatırasını ayakta tutmak ve öbür dünyada da yüz yüze geldiğimizde onların yüzüne rahatlıkla ve gönül rahatlığı ile bakabilmek adına üzerimize düşen sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirmekle mükellefiz. Ben bunun altını çizmek isterim. İsveç’in ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik müracaatında bulunması, NATO’ya yani uluslararası bir örgütün üyelikle ilgilidir. NATO dediğimiz uluslararası örgüt, genel anlamda bir güvenlik örgütüdür. Bu güvenlik örgütü 1949’dan beri faaldir. Türkiye de 1952’den beri üyesidir. Ama NATO dendiği zaman NATO’nun kuruluş sürecini, Soğuk Savaş Dönemi’ndeki yaklaşımını ve Soğuk Savaş’tan sonraki tutumunu ayırmamız gerekiyor. Türkiye-NATO ilişkileri de özellikle bu üç dönemde bakıldığında, her biri farklı özellikler taşıyor. Tabii mevcut durumdan hareketle bakacak olursak NATO, Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte yani Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte, nitelik değiştirmiştir. Soğuk Savaş’ın ardından Doğu Bloku’na bağlı uluslararası örgütler de kendini feshettiler ki bunlar Varşova Paktı ve COMECON’dur. (Karşılıklı Yardımlaşma ve İş Birliği Konseyi) COMECON, Doğu Bloku’nun ekonomik iş birliği örgütüydü, Varşova Paktı da NATO’nun muadili olarak güvenlik örgütüydü. Tabii Soğuk Savaş Dönemi’nde, daha önceki programlarda da sıklıkla bahsettik, dünya kabaca iki kutba ayrıldı, Doğu ve Batı Bloku diye. Bu bloklar arası çekişmede, mevcut sınırlar içerisinde ve ayrıca nüfuz edilmek istenen hedef coğrafyalar içerisinde büyük mücadeleler oldu. Bu çekişmeler esnasında bloklara üye olan devletler, üye olmayan devletlere ama özellikle Orta Doğu coğrafyası gibi daha çok blok dışı devletlerin bulunduğu coğrafyalara yer yer nüfuz etmeye çalıştılar. Soğuk Savaş bitene kadar bu böyle devam etti. Bu süre zarfında, “blok siyaseti mecburiyeti” gelişti. NATO ve Varşova Paktı üyesi devletler, kendi güvenlik standartlarını NATO ve Varşova Paktı standartlarına uydurmak ve entegre etmekle yükümlüydüler. Soğuk Savaş’tan sonra bir blok çökünce ve ona bağlı uluslararası örgütler, Varşova Paktı da dâhil olmak üzere feshedilince Batı Bloku ayakta kaldı. Dolayısıyla Batı Bloku’nun uluslararası örgütleri de faaliyetlerine devam ettiler. NATO ve Varşova Paktı, Soğuk Savaş Dönemi’nde bir savunma örgütüydü. Ama NATO, Soğuk Savaş bittikten sonra bir savunma örgütünden teknik anlamda bir güvenlik örgütüne dönüştü. Çünkü savunulacak artık bir şey kalmamıştı.  Karşıda bir rakip ya da düşman yoktu. O da şöyle bir hareket tarzı belirledi: Madem Soğuk Savaş bitti, savunma pozisyonundan çıktık, o zaman Soğuk Savaş Dönemi’nde nüfuz edemediğimiz coğrafyalara nüfuz etme stratejisi geliştirelim. Bunun birinci yolu üyelerin sayısını artırmak, ikinci yolu da üye olmayan veya olamayanlarla işbirliği zeminleri oluşturmak.  Dolayısıyla bu kapsamda NATO, hızlıca Doğu Bloku’ndan kopmuş Orta ve Doğu Avrupa devletlerini içine aldı ve yine geçtiğimiz programlarda Rusya-Ukrayna Savaşı münasebetiyle ve daha önce de bahsettiğimiz gibi bu genişleme, Ukrayna sınırına kadar geldi. Burada eski Batı Bloku, “demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, serbest pazar ekonomisi” gibi birtakım değerler üzerinden propaganda yaptı.  Bu bahsettiğimiz kavramlar, 1949’da imzalanan NATO Antlaşması’nın giriş bölümünde ve muhtelif maddelerinde de geçer. Biz, “NATO savunma örgütüydü, güvenlik örgütüne dönüştü.” dedik ama NATO Antlaşması’na bakıldığında, üyelerin aslında ekonomik iş birliğini de öngören bir antlaşma olduğu görülebilir.  Dolayısıyla NATO, bu bahsettiğimiz kavramlar bağlamında ekonomik iş birliğini de dâhil ederek ve demokratik toplum düzeni, hukuk devleti ve insan haklarından bahsederek yayılmasını gerçekleştirdi. Çok uzak coğrafyalarda, mesela Türkistan coğrafyasında yeni bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile de iş birliği yaptı. İşte burada, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rusya’nın nüfuz alanındaki coğrafyalar önem kazandı. Sovyetler Birliği Dönemi’nde sınırda veya nüfuz alanı içinde olan devletler, teker teker NATO’ya katıldı. Ancak kuzeydeki ülkeler bunun dışında kaldı. Onların da kendilerine has bir takım geleneksel politikaları var. Ancak, son kriz onların da böyle bir yol izlemesine sebep oldu. Dolayısıyla biz NATO derken, “Hangi dönemin NATO’su?” buna bakmamız lazım. Ayrıca NATO’nun genişlemesinde, özellikle Soğuk Savaş sonrasında nüfuz alanını artırmasında, içinde bulunduğu konsepte göre de hareket etmemiz lazım. Çünkü NATO’nun Soğuk Savaş’tan sonra üç tane konsept değişikliği oldu. 1991’de, 1999’da ve 2010’da. Geçtiğimiz yıl da 2030 perspektifi çerçevesinde yeni bir 2030 planı ortaya çıktı. 2020’nin sonunda hazırlanan rapor, 2021’deki Zirve’de gündeme geldi. Burada da NATO, artık başka bir ufka yelken açtı ve Çin’i de Rusya ile birlikte gelecekte büyük bir tehdit olarak görmeye başladı. Ama o zaman Rusya-Ukrayna Savaşı yoktu. Rusya, daha dengelenebilir bir durumdaydı.  Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrasında üç tane evre tamamlandı, dördüncü evreye geçiliyor. Burada NATO genişlemesi daha çok Ukrayna, Gürcistan gibi zaten NATO’ya üyelik talebi olan Avrupa Konseyi üyesi ve Avrupa Birliği perspektifini de kendisine belirlemiş, eski SSCB coğrafyasına dâhil devletlere yönelikken birden kuzey ülkeleri de ortaya çıktı. Burada da tabii savaşın büyük bir etkisi oldu. Ama NATO’yu Soğuk Savaş’ta klasik bir savunma örgütü olarak veya daha sonraki dönemde de klasik ve tek hâkim bir güvenlik örgütü gibi değerlendirmek çok doğru olmaz. Evet, elbette öyle ama daha ötesi daha da fazlası var. Yani “NATO, sadece NATO değildir.” demek, belki yeterli olacaktır.
Bugün Dışişleri Bakanı’mız, “Yazılı güvence istiyoruz.” diye bir açıklama yaptı. Ama önce meseleye NATO’dan da bağımsız olarak yaklaşmamız lazım. Türkiye yaklaşık 40 yıldır terörizmle mücadele ediyor. Burada özellikle terörizm kavramını kullanmak isterim çünkü biz günlük kullanımda yaygın bir şekilde terör ve terörizmi eş anlamlı olarak kullanıyoruz. Aslında terör kelime anlamı itibarıyla basit şiddeti de kapsayan bir kavramdır. Terörizm deyince, siyasi amaçlı ve hedefli bir şiddetten bahsediyoruz demektir. Dolayısıyla burada kelimenin teknik anlamıyla terörizm kavramı karşımıza çıkıyor. “Siyasi maksatlı şiddettir.” derken de şunu kastediyoruz: Eğer bu şiddet hareketleri siyasi bir hedefe yönelmişse ve bu şiddet hareketlerini gerçekleştirenler hedef coğrafya ve hedef toplum üzerinde baskı ve korku yaratarak hedeflerine ulaşmaya çalışıyorsa bu bir terörizmdir ve bu örgüt de terörizm örgütüdür.  Bu açıdan baktığımızda, uluslararası hukukun genel ilkeleri bakımından olaya yaklaştığımızda hiçbir devlet başka bir devletin bu anlamda ülke bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına aykırı hareket edemez. Ülke bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına saygı, temel bir ilkedir. Bu ilkeye rağmen bir devlet, başka bir devlete karşı kuvvet kullanamaz. Hatta kuvvet kullanma tehdidinde dahi bulunamaz. Bunlar, uluslararası hukukun en temel ve en emredici ilkeleridir. İşte Türkiye’nin muhatap olduğu terörizm, tam da Türkiye’nin ülke bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına yaklaşık 40 yıldır bir tehdit olarak karşımızda duruyor. Neyi kastediyoruz? Özellikle PKK terör örgütü ki daha sonra IŞİD/DEAŞ da katıldı, 15 Temmuz’la birlikte FETÖ de yine aynı pozisyonda. Ama özellikle bahsi geçen Finlandiya’nın ve İsveç’in doğrudan veya dolaylı, açık veya örtülü, PKK terör örgütüne desteklerini biliyoruz. PKK terör örgütü de Türkiye’nin ülke bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına aykırı faaliyet gösteren, bunu sözde kongre kararlarıyla da kabul etmiş, bundan da geri adım atmamış, rücu etmemiş siyasi bir organizasyon olduğunu iddia ediyor. Oysa PKK, bir terör örgütü ve daha teknik bir ifade ile terörizm örgütüdür. Çünkü PKK, o bahsettiğimiz sözde kongre kararlarıyla önce Türkiye’nin içinde sosyokültürel haklar elde etmek, daha sonra siyasal/bölgesel bir özerklik elde etmek, ardından topraklarımızın bir kısmında bağımsız bir Kürdistan devleti kurmak, daha sonra da İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparacakları topraklarla birlikte dört parçalı büyük Kürdistan’ı oluşturmak istiyor. Dolayısıyla bu, Türkiye’nin ülke bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına doğrudan bir saldırıdır. Bu yönüyle bakıldığında da doğrudan doğruya bir terörizmdir. PKK da bir terörizm örgütüdür. İsveç ve Finlandiya, NATO üyesi olsun ya da olmasın dünyanın herhangi bir yerindeki devlet, bu terörizm örgütüne destek oluyorsa zaten uluslararası hukuku çiğniyor demektir. Bunun temel çerçevesi bu şekildedir.
NATO da kurucu antlaşmasının gerek giriş kısmı gerekse muhtelif maddelerinde hem uluslararası hukukun genel ilkelerine hem Birleşmiş Miller Şartı’na bağlı olduğunu teyit ediyor, vurguluyor ve altını çiziyor. Dolayısıyla üyelik başvurusu yapan üyelerin öncelikle böyle bir taahhüdünün olması lazım. Biz biliyoruz ki başta ABD olmak üzere pek çok NATO üyesi devlet PKK, IŞİD ve FETÖ’yü destekliyor. Uluslararası bir örgüte üye olmak isteyen devlet, o örgütün kurucu antlaşmasına ve genel olarak da uluslararası hukukun genel ilkelerine ve emredici hukuk kurallarına uymakla mükelleftir. Bunun ileri sürülmesi, tekrar edilmesi bile abeste iştigaldir ki hukuk, abesle iştigal etmez.  Dolayısıyla Finlandiya’nın ve İsveç’in bu taahhütleri yerine getirmesi öncelikle gereklidir. Üye olmak istediğiniz kuruluşun zaten bir zorunluluğudur bu. Onlar bu cesareti nereden buluyor? Üye olmak istedikleri örgüt bunu Türkiye’ye karşı defalarca ihlal etmiş, çiğnemiş, delmiş. Bu sebeple üyelerin böyle bir yükümlülüğü var. Üyelik müracaatında bulunan devletlerin uluslararası hukuk çerçevesinde bu tür bir yükümlülüğü var. “Onlar henüz üye değil, böyle bir yükümlülükleri yoktur.” denilemez. Çünkü bunlar zaten uluslararası hukukun genel ve emredici kurallarıdır. Bu sebeple İsveç’in ve Finlandiya’nın başvurusu, zaten hem uluslararası hukukun genel ilkelerine ve emredici kurallarına hem de NATO’nun kurucu antlaşmasının muhtelif hükümlerine aykırılık içeriyor. Yani Türkiye bakımından bunun hukuki zemini hem genel olarak uluslararası hukuk çerçevesinde hem de NATO Antlaşması çerçevesinde fazlasıyla vardır. Üstelik delillendirmeye gerek olmayacak kadar da açık ve nettir.
Sayın Genel Başkan’ımız Devlet Bahçeli’nin ifadesinden hareket edersek eğer, NATO yokken de vardık, NATO üyeliği olmasa da yine var olacağız. Çünkü biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak resmî kuruluş tarihi 1923 olan ancak kökü milattan önceki çağlara kadar uzanan, dünyadaki nadir milletlerden, nadir devlet geleneğine sahip olan milletlerden biriyiz. Dolayısıyla NATO veya Varşova Paktı ya da herhangi uluslararası bir örgüt, Türkiye’nin menfaatlerini eğer karşılıyorsa ve Türkiye’nin iş birliği yapmak istediği alanlarda faalse, Türkiye’nin ali menfaatlerini gerektiriyorsa bizim için gereklidir.  Ama Türkiye’nin menfaatlerini karşılamıyorsa hiçbiri, bizim açımızdan vazgeçilmez ve olmazsa olmaz değildir. Kaldı ki partimizin gerek programı gerekse dayandığı doktriner Ülkücü Türk milliyetçiliği bunu gerektirir. Şunu da hatırlatmak isterim. Bu biraz unutuluyor çünkü. Türkiye’nin Soğuk Savaş Dönemi’nde de NATO ile yaşadığı krizler var. Nasıl krizler bunlar? NATO’ya Türkiye’nin girişi, özellikle Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bazı örtülü talepleriyle birlikte hızlanmıştır. Burada şunu da belirteyim. “Türkiye Kore’ye asker gönderip NATO’ya üye oldu.” şeklindeki söylemler, çok sığ bir yaklaşımdır. Asıl mesele, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni çevreleme stratejisi dolayısıyla NATO’nun Varşova Paktı’na yönelik bir çevreleme stratejisi çerçevesinde, Türkiye’de üs bulundurma mecburiyetidir. Askerî gereklilik olarak Türkiye’nin NATO’ya girişinde temel etken, NATO ve ABD açasından böyledir. Bu çerçeveden bakıldığı zaman Türkiye, kendi güvenliği açısından bunu bir mecburiyet olarak o dönem konjonktürel olarak görmüştür. Önce CHP ve daha sonra da DP müracaatlarda bulunmuş ancak ret cevabı almıştır. Daha sonra DP’nin 1952’deki üçüncü müracaatı başarıyla sonuçlanmıştır. Ancak Türkiye NATO üyesiyken de NATO’nun güvencesini yeterince hissedememiştir. Mesela 1960-1965 arasında U-2 keşif uçakları Türkiye’deki İncirlik Üssü’nden muhtelif yerlerden kalkmış, Doğu Bloku coğrafyası içinde düşürülmüştür ve bu, çok ciddi krize yol açmıştır. Bunun üzerine Türkiye ile ABD ve NATO ilişkileri gerilmiştir. 1962’deki Küba Krizi’nde, Türkiye’nin bir korunma aracı olarak o dönemin teknolojik şartlarında Jüpiter füzeleri, Türkiye’den çekilmiştir. Ondan sonra 1974’teki Kıbrıs müdahalesi sonrasında uğradığımız bir ambargo vardı. Şimdi herkes Kıbrıs müdahalesini ve o dönemde kimin hükümette olduğunu bilir. Ama sonrasını pek dikkate almaz. Hemen arkasından Birinci Milliyetçi Cephe (MC) Hükûmeti kurulmuştur. Partimizin de ortağı olduğu, rahmetli Başbuğ’umuzun da Başbakan Yardımcılığı yaptığı bir hükûmettir. O hükûmet, silah ambargosu neticesinde iki şey yapmıştır. Bunlardan birincisi, 1969 tarihli Türkiye ile ABD arasındaki Savunma İş Birliği Anlaşması’nı feshetmek ve ikincisi de yine bu antlaşmadan kaynaklanan İncirlik Üssü’nü kapatmaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin NATO ile Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde partimizin yaklaşımını merak edenler sadece partimizin programına, sadece doktriner Ülkücü Türk milliyetçiliğinin temel esaslarına değil icraatlarına da bakabilirler. Birinci MC Hükümeti döneminde ortağı olduğumuz hükümet, bizim de irademiz ve tavrımızla ABD ile antlaşmayı feshetmiş ve İncirlik Üssü’nü kapatmıştır. Kimse bunları aklından çıkarmasın. Anti-NATO’culuk, anti-emperyalizm bizim tarafımızdan yalnızca sözde değil aynı zamanda özde de geçerlidir.  Sayın Genel Başkan’ımızın bugün ve geçen haftaki açıklamaları ve daha öncesinde de 18 Kasım 2017 ve 18 Mayıs 2021’de iki defa ayrı ayrı özellikle NATO’nun olmazsa olmazlığının bulunmadığı, NATO’nun vazgeçilmeyecek bir örgüt olmadığına yönelik açıklamaları çok nettir. Bunların altını çizmek isterim. Bunlar yeni gelişmeler değildir partimiz açısından. Sayın Genel Başkan’ımız hem doktriner çizgimize hem partimizin tüzüğüne ve programına hem de geçmişteki partimizin uygulamalarına atıf yapmaktadır. Bu bakımdan bunlar kesinlikle tesadüfen söylenmiş sözler olmadığı gibi bugünkü şartlara göre de söylenmiş değildir. Gereği neyse her zaman yapılacaktır. Çünkü partimizin temel yaklaşımında, ilkelerimiz ve “Büyük Ülkü Davası”nın omurgası önemlidir.  Bu omurga içinde de antiemperyalist çizgi, Ankara merkezli ve Türk dünyası eksenli bir dış politik yaklaşım her zaman temel belirleyici olmuştur. Nitekim Sayın Genel Başkan’ımızın bugün NATO’dan vazgeçilebileceği ve alternatif olarak Türkiye’nin başını çekeceği Türk dünyası ve İslam âleminin de içinde olacağı bir Asya ve Orta Doğu Güvenlik Teşkilatını önermesi de bunun doğal bir sonucudur. Dolayısıyla partimiz açısından, partililerimiz açısından bizler açısından, hiç de şaşırtıcı bir durum değildir. Bugün böyle söylüyoruz, dün de böyle söylüyorduk. Tarihi çizgiye bakıldığında da çizgimizde hiçbir çelişki, sapma ve değişiklik söz konusu değildir.
NATO’nun yapısı da biraz eksik ve yanlış anlaşılıyor. NATO Antlaşması’na bakıldığında NATO’nun tek bir organı var ve o da NATO Konseyi. Uuluslararası örgütlerde genellikle tek bir ana organ olmaz. Asgari üç tane ana organla karşılaşıyoruz. NATO bunun bir istisnasıdır. Fakat NATO’nun tek bir ana organı var dedik ama NATO’nun çok karmaşık bir yapısı var. Bu ana organın altında üçlü bir yapı var. Siyasi yapı, askerî yapı ve Genel Sekreterlik. NATO Konseyi, bu siyasi yapının bir parçasıdır ve tek ana organıdır. Bir de askerî yapı var ki o da üye devletlerin birliklerinden oluşan dünyanın değişik yerlerinde karargâhları veya tesisleri olan bir yapıdan bahsediyoruz. Genel Sekreterlik de her uluslararası örgütte olduğu gibi bir uluslararası örgütün günlük iç ve dış işleyişini sağlayan bir mekanizmadır. Şimdi böyle bakıldığı zaman, NATO’nun bu karmaşık yapısı içinde hep söylenir siyasi kanat ve askerî kanat diye, Fransa 1966’da ve Yunanistan da 1974’te bu askerî yapıdan çekilmiştir. Fakat bu devletler siyasi yapı içinde kalmıştır. Yani NATO Konseyi’nin bir üyesi olarak devam etmişlerdir. Bunu birbirine karıştırmamak lazım. Fransa’nın dönüşü daha geç bir tarih olan 2009’dur. Dolayısıyla üzerinden 43 yıl, yarım asra yakın bir süre sonra dönüş yapmıştır. Burada daha çok kastedilen Yunanistan’ın geriye dönüşüdür. Çünkü onun sembolik bir önemi var. 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Türkiye’nin müdahalesi sebebiyle Yunanistan NATO’yu suçlamış ve askerî kanadından çekilmiştir. Geri dönüşü ise 1980 Ekim’dir. O da tabii ilginçtir. Çünkü bir süre sonra Yunanistan, NATO’ya geri dönüş için girişimlerde bulunmuştur. Ancak NATO’daki karar alma mekanizması ve Türkiye’nin karşı çıkması sebebiyle bunu reddetmiştir. Şimdi NATO’da kararlar nasıl alınır? NATO’da kararlar aslında görüşmeler yoluyla alınır. Herhangi bir oylama yapılmaz. İtiraz olmadığı noktada karar alınmış sayılır. Buna oydaşma, daha bilinen adıyla konsensüs denir. Fakat NATO Antlaşması’na göre NATO’ya yeni üyelik için oylama yapılır. Orada da oy birliği gerekir ve her üye devletin oyu, birbiriyle eşittir. Türkiye 1974’ten sonra, Yunanistan’ın çekilmesinden sonra Ekim 1980’e kadar gelen bütün hükûmetler ki buhranlı yıllar olduğunu da biliyoruz, gerek birinci ve İkinci MC hükûmetleri döneminde gerek Ecevit hükûmeti döneminde gerekse Süleyman Demirel’in 12 Eylül 1980 Darbesi’nden hemen önce kurduğu ve dışarıdan partimiz ile MSP’nin desteklediği azınlık hükümeti döneminde Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönüşünü veto etmiştir. Bu partiler, özellikle Türkiye’nin o buhranlı yılları itibarıyla bakıldığında pek çok konuda görüş ayrılığı olan partilerdir. Fakat bu konuda, bir dış politika konusu olması münasebetiyle bütün partiler mutabıktır. Ancak Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi olmuştur.  Darbeden sonra darbeci askerler, kendi meşruiyetlerini uluslararası topluma kabil ettirebilmek için NATO’dan gelen ve Yunanistan’ın yeniden askerî kanada dönüşünü içeren, o zamanın NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı’nın asker sözü üzerine Yunanistan’a onay vermişlerdir. Yunanistan bu şekilde dâhil olmuştur. Bu bize bir acı tecrübe olmuştur. Hiçbir söz, uluslararası hukukta ve uluslararası ilişkilerde yazılı olmadıkça bir şey ifade etmez. Burada da Yunanistan ile Türkiye arasında sorun teşkil eden, Adalar (Ege) Denizi’nde yetkilerin kullanılması açısından sınırların değiştirilmesi ile ilgili bir yaklaşım söz konusuydu. NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General Rogers, Türkiye’nin haklı olduğunu belirtiyor ve çaba göstermek üzere vaatte bulunuyor; yani sözlü bir taahhütte bulunuyor ve Kenan Evren de bunu güya asker sözüne itimat ederek kabul ediyor ama asıl mesele darbecilerin meşruiyetini sağlamaktır. NATO’nun askerî kanadına Yunanistan’ın dönüşü bu şekilde olmuştur.
Türkiye-NATO ilişkilerini, Türkiye-ABD ilişkilerinden bağımsız düşünemeyiz. Bunu daha önce de ifade etmiştim. 1949’dan bugüne kadar gelen süreç, üç ayrı dönem ve özellikle de Soğuk Savaş sonrası dönemdeki konsept değişiklikleri ile en son özellikle 2030 raporu çerçevesinde yaklaştığımız zaman bunların hepsi aynı zamanda Türkiye-ABD ilişkileriyle de yakından alakalıdır. Yani Türkiye-ABD ilişkilerinin seyri ile Türkiye-NATO ilişkilerinin seyri birbirine paralel seyretmektedir aşağı yukarı. Şimdi böyle bakıldığında, haziran ayındaki zirveden ben İsveç ve Finlandiya ile ilgili bir değişiklik beklemiyorum. Yani Türkiye’nin çekincelerinin devam edeceğini, çekincelerinin karşılanmayacağını tahmin ediyorum. Çünkü Türkiye’nin elinde çok geniş ve kabarık bir liste var.  Özellikle bu terörizmle mücadele ve terörizme destek olmak noktasında, bırakın İsveç ve Finlandiya’yı, bir kere üye devletler başta ABD olmak üzere kesinlikle bu konuda taahhütlerini yerine getirmiyorlar. Üstelik “11 Eylül Saldırıları”ndan sonra NATO’nun konsept değiştirerek terörizmle oldukça sert mücadele konseptine geçmesi ve Türkiye’nin de terörizmle mücadele eden bir devlet olması münasebetiyle bunu olumlu karşılaması ve bütün bu konsept değişikliklerinde de katkı yapması, gerek bulunduğu pozisyon gerek jeostratejik konumu gerek askerî kabiliyetleri, NATO içindeki bütün bunlarda Türkiye’nin uyumlu bir üye olmasına rağmen kendisine yönelen terörizm tehdidine karşı NATO’nun kurumsal olarak ve üye devletlerle ikili ilişkiler bağlamında yeterince Türkiye’nin beklentilerini hiç karşılamadığını biliyoruz. Böylesi bir durumda Türkiye’nin elindeki listeye ve özellikle 15 Temmuz sonrası sürece bakarsak, NATO’nun kendisinin ve üyelerinin özellikle “11 Eylül Saldırıları”ndan sonra muhatap oldukları saldırılara verdiği yasal ve icrai tepkiler, operasyon kabiliyeti, sınır içi ve sınır ötesi bütün bu alınan tedbirler, Türkiye tarafından hayata geçirildiğinde büyük bir muhalefetle ve büyük bir tepkiyle, ekonomik anlamda da aleyhimize olacak şekilde açık veya örtülü yaptırımlarla ya da amborgolarla karşılaşması, aslında bizim elimizdeki listenin ne kadar çok kabarık olduğunu gösteriyor. NATO’nun ve NATO üyesi devletlerin günah galerisi içinde, şimdi üye olmak isteyen İsveç ve Finlandiya da var. Tabii Türkiye’nin 15 Temmuz sonrası Cumhur İttifakı ile birlikte Ankara merkezli yaklaşımı dış politikaya da tesir etti. Bunu sıklıkla ifade ediyoruz. Somut örnekler saymakla bitmiyor artık. Çok şükür Türkiye Cumhuriyeti Devleti böyle bir dış politik çizgiye kavuştu. Buna baktığımızda, Ankara merkezli yaklaşımın kabarık listeyi, kabarık günah galerisini bir anda görmezden gelmesini pek mümkün kılmıyor. Dolayısıyla bu zirvede İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılmasını beklemiyorum. Çünkü o kararlılık, resmî düzeyde ve en üst seviyede ifade edildi. Nitekim bugün Sayın Genel Başkan’ımızın yaklaşımı ve daha önceki süreçteki yaklaşımları da daha önce bahsettiğim hem tarihî çizgimiz ve tarihî uygulamalarımız, hükûmet ortağı olduğumuz dönem hem de 2017’deki ve 2021’deki açıklamaları üst üste konulduğunda ben mevcut durumun devam edeceğini düşünüyorum. Türkiye ile NATO arasında bundan sonra kontrollü bir gerginlik stratejisinin hayata geçtiğini görüyoruz. İlişkilerde bir yumuşama da bu yönüyle pek beklemiyorum. Çünkü talebimiz çok açık ve yıllardır karşılanmıyor. Karşılanmadığı gibi tabiri caizse bizim aklımızla alay edecek cevaplarla karşılaşıyoruz. Yani “PKK bir terör örgütüdür, ancak YPG bir terör örgütü değildir.” şeklideki yaklaşımdan bahsediyorum. Dolayısıyla burada Türkiye’nin temel talepleri ve bu taleplere bağlı olarak gerçekleşen uygulamalar, Türkiye’nin beklentilerini karşılamaktan çok uzak. İşin ilginç yanı söylemlere baktığımızda, söylem analizi yaptığımızda gerek NATO’nun kurumsal yapısı, başta Genel Sekreter’in açıklamaları olmak üzere gerekse en etkin devlet olan ABD ile diğer İttifak ortaklarına bakıldığı zaman bu yönde bir yumuşama beklemiyoruz. “Bir şekilde çözeriz.” gibi basit ve ucuz bir yaklaşım var.
NATO’nun Türkiye’ye yaklaşımı aslında Soğuk Savaş Dönemi’nde de aynıydı ve şu anda da çok farklı değil. Soğuk Savaş Dönemi’nde şöyle bir yorum yapılıyordu: “Sovyetler Birliği tehdidine karşılık Türkiye NATO’ya girerek güvenlik ihtiyacını karşıladı.” NATO Antlaşması’nın 5. maddesine göre NATO üyesi devletlerden herhangi birine yapılacak olan bir saldırı, bütün NATO üyelerine dolayısıyla NATO’ya yapılmış sayılıyor. Bu şekilde NATO’nun kolektif olarak meşru müdafaa hakkı doğar şeklinde. Türkiye, NATO üyesi olduğu Soğuk Savaş Dönemi’nde bir cephe ülkesidir. Yani Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ile sınır hattında yer alan bir devlettir. NATO’nun temel odaklandığı güvenlik meselesi ise Batı Avrupa kaynaklıdır. Yani Doğu Bloku ile Batı Bloku arasında sınır olarak kabul edilen Berlin şehrinin doğusu ve batısı gibi düşünebiliriz bunu. Batı Avrupa, ABD’nin ekonomik üstünlüğünü devam ettiresi için elden çıkarmaması gereken coğrafyalardan birisidir. Bir diğeri Japonya ve Kuzey Amerika’dır ki orada kendisi egemendir. Böylesi bir yaklaşımda, Batı Avrupa ile Doğu Avrupa’nın kesişme noktası ve her iki blokun karşılaştığı cephe hattı olan Batı Avrupa’da yalnızca 26 NATO tümeni var. Oysa Varşova Paktı’nın 57 tümeni var. Aradaki farkı NATO, nükleer silah kullanabilme kapasitesi ile dengeliyor. Türkiye’nin NATO’ya üye olması sebebiyle Varşova Paktı’na ait 30 tümen Türkiye ve Karadeniz çevresinde konuşlanıyor. Yani Türkiye üye olmasa Varşova Paktı’na ait bu 30 tümen, Kıta Avrupası’na kaydırılacak ve NATO karşısında Varşova Paktı’nın üstünlüğü çok daha fazla artacak. Bu birinci husus. Türkiye’nin misyonu, burada aslında NATO’nun odaklandığı coğrafyadaki yükünü hafifletmesidir. Yani Türkiye’ye bir güvenlik şemsiyesi sağladığı kadar Türkiye de NATO’nun yükünü almaktadır. İkinci husus şu: Şimdi bizde bir tabir kullanılır. “Sivas’ın doğusu” şeklinde. Sivas’ın doğusu denildiğinde akla etnik ve sosyolojik birtakım fay hatları gelir genelde nedense. Hâlbuki Sivas’ın doğusu tabiri, Türkiye’nin NATO üyesi olmasıyla ve NATO’nun o dönemki Soğuk Savaş Dönemi konseptiyle çok yakından ilgilidir. Çünkü bakıldığı zaman etnik ve sosyolojik bir fay hattı Sivas’ın doğusu için yok. Peki, niçin böyle bir tabir var? Bu tabir, NATO’nun Varşova Paktı’na karşı daha somutlaştırırsak eğer Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerinden gerçekleştireceği olası bir saldırıda önemli olan bir kilit noktadır. Şimdi Soğuk Savaş’ta Türkiye’ye saldırı, Türkiye’nin doğusundan bekleniyor. Çünkü Türkiye’nin doğusunda, Sovyetler Birliği’nin sınırları içinde bugünkü Gürcistan, Ermenistan ve Nahcivan üzerinden Azerbaycan bulunuyor. Şimdi buradan gelebilecek olası bir saldırıya karşı Türkiye’nin orada savunmasını yapacak olan temel ordu 3. Ordudur. Erzincan merkezli olan 3. Ordu, burada Sovyetler Birliği birliklerine karşı direnişe geçecek ama Sovyetler Birliği’nin üstün teknolojisi ve piyade gücü, bizim 3. Ordu’nun tabiri caizse vuruşarak çekilmesini gerektiriyor. Bu vuruşarak çekilmede, 3. Ordunun tutunma yeri Sivas’taki Kösedağ Yaylası’dır. Dolayısıyla NATO yardımı yetişinceye kadar Türkiye’nin 3. Ordusu, bir tutunma noktası oluşturmak zorundadır. İşte Türkiye’nin buradaki tutunma noktası Sivas’taki Kösedağ Yaylası’dır. İşte bu sebeple Türkiye, Sivas’ın doğusuna ciddi yaptırımlar yapamamıştır. Bu da çok ciddi sosyokültürel ve ekonomik sorunlara yol açmıştır. Bu, Türkiye’nin NATO üyeliğinden kaynaklanmaktadır. Evet, Türkiye genel bir güvenlik şemsiyesi altına girmiştir ama Türkiye bunun bedelini ödemiştir. Bugünkü terörizm belasının bir kökü de bu, Türkiye’nin NATO üyeliğinden kaynaklı ve yerine getirmek zorunda olduğu yükümlülüklerdir. Dolayısıyla “NATO mu Türkiye’ye fayda sağladı, Türkiye mi NATO’ya fayda sağladı?” diye yaklaşırsak Soğuk Savaş’tan sonra özellikle ortaya çıkan duruma bakıldığında, bu çok ciddi tartışılır.  Bu yönüyle bakıldığında da Türkiye’nin kendi kendine yetebilirliğinin artması, savunma sanayimizdeki bu hızlı gelişme ve inşallah yakın bir gelecekte %90’ları geçen oranda kendi kendine yeten ama her üç alanda da yani kara, hava ve deniz seviyesinde Türkiye’nin savunması için başka herhangi bir devlete veya uluslararası bir örgüte savunma anlamında gerek bıraktırmayacaktır. O zaman da Sayın Genel Başkan’ımızın dediği gibi “NATO kimi alıyorsa alsın, nereye genişlerse genişlesin. Biz kendi yolumuzu çizeriz ve gerekiyorsa örgüt de kurarız.”
Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Meselesi
Amerikan Senatosu’ndaki bu kadar yoğun ilgi, Miçotakis’i de şaşırttı. “Ben kendi parlamentomda bu kadar çok alkışlanmadım.” dedi. Görüntülerde baktığımızda, orada amigoluk vazifesi yapan Senato üyeleri bile vardı. O çok dikkatimi çekti. Hatta birkaçı, sürekli olarak ayaktaydı. Hiç oturmadan alkışladılar. Sıralarında da değiller, artık koridora geçmişler. Bu tablo, bunun organize bir şey olduğunu gösteriyor ama Miçotakis bile bu kadarını beklemiyormuş. Birinci husus bu. İkinci husus da Yunanistan, içinde bulunduğu durumun farkında. Yunanistan aslında tarihinden ders çıkarmamış gibi görünmekle birlikte yakın tarihini de biliyor. Dolayısıyla tek başına Türkiye ile başa çıkamayacağının farkında. Yakın zamana kadar Ermenistan’ın Rusya’nın da desteğini alıp Azerbaycan’a diklenmesi gibi Yunanistan da bunu yapıyor. Ama Yunanistan bence zaman zaman tarihine biraz daha fazla müracaat etmeli.  Hepimiz Millî Mücadele’yi biliyoruz. O bizim bir şeref madalyamız. Bağımsızlığımızı kurtardık ve 9 Eylül’de İzmir’de bu işi fiilen neticelendirdik. Birkaç hafta içinde de zaten ateşkes yapıldı. Daha sonra Lozan’la devletimizi tescilledik. Ama Yunanistan, Osmanlı Devleti’ne hasta adam denildiği dönemde bile yine tartışmalara konu olan İkinci Abdülhamit Dönemi’nde, bence Ethem Paşa’yı da hatırlamalı. Çünkü Ethem Paşa, 1897’de Atina önlerine kadar gelmiştir. Hasta adam Osmanlı, İkinci Abdülhamit Dönemi’nde 1897’de Atina’ya kadar gelmiştir. Millî Mücadele’yi unuttuklarını zannetmiyorum. Ama Ethem Paşa’yı belki biraz unutmuş olabilirler. Ethem Paşa’yı hatırlamaları lazım. Belki devlet adamlarına birileri bunu hatırlatıyor, hatırlattığı zaman da bunlar “Eyvah, ne yapacağız?” diye kendilerine böyle dönem dönem bir takım destekler arıyorlar. Kendilerini nereye atabiliyorlarsa oraya atıyorlar. Bu AB oluyor, ABD oluyor, bazen eş zamanlı olarak her ikisi birden oluyor. Zaten bunların orada yerleşik lobileri de var. Aslına bakıldığında şaşırtıcı değil ancak öbür taraftan Kıbrıs meselesi olduğunda da durum ortada. Yarım asırdır iki devletli çözüm için hem Türkiye’nin hem Kıbrıs Türklerinin bağımsızlığını kazandıktan sonra KKTC’nin yapmadığı hiçbir fedakârlık kalmadı. Bütün bunlara rağmen, hatta Batı’nın söylemlerine hem ruhen hem fiilen en yakın kimselerin KKTC’de işbaşına geldiği dönemlerde dahi bu sorun bu şekilde çözülemiyorsa artık bunda ısrar etmenin bir anlamı yok. Sayın Genel Başkan’ımızın söylediği iki devletli çözüm de yine bizim partimizin tarihî yaklaşımıdır. Hem ideolojik olarak hem uygulamada da. Böyle olunca da iki devletli çözümün asıl seçenek olması önemli. 15 Temmuz’dan sonraki süreçte Türkiye Cumhuriyeti Devleti de artık iki devletli çözümün esas olduğunu söylemeye başladı. Özellikle son üç dört yıldır. Ada’da da rahmetli Rauf Denktaş çizgisinde bir Cumhurbaşkanı ve hükûmetin olması, Türkiye’de de Cumhur İttifakı’nın bulunuyor olması örtüşmüştür.  Bu çizgi artık bundan sonra iki devletli çözüm noktasında kararlıdır. Bu, en üst düzeyde ifade ediliyor. Artık iki devletli bir çözümü Azerbaycan da Pakistan da dillendirmektedir. Çok sesi çıkmamakla birlikte Rusya da iki devletli çözüme hayır demeyecektir. Çünkü tek devletli çözüm, Ada’yı AB’nin kontrolüne tamamen alacaktır. Unutmayalım 2004’te Annan Planı’nı bizim taraf kabul edip Rum tarafı reddetti ama eğer Rum tarafı da kabul etmiş olsaydı Rusya bunu veto edeceğini ilan etmişti Birleşmiş Milletlerde. Nitekim Annan’ın raporu da bu yönde oylandığında Güvenlik Konseyinde Rusya o zaman bile veto etti. Dolayısıyla burada iki devletli çözümün zemini artık hazırdır. İki devletli çözüme ne engel oluyor, uluslararası toplum niçin KKTC’yi tanımaktan kaçıyordu? Burada KKTC’nin 15 Kasım 1983’teki ilanından sonra, 18 Kasım 1983’te 541 sayılı Güvenlik Konseyi Kararı ve bir de yine 1984’teki 550 sayılı kararı var. Bu kararlar KKTC’yi meşru kabul etmiyor. “Ada’da tek bir devlet vardır. O da Kıbrıs Cumhuriyeti’dir. O devlet tanınabilir, kuzeydeki devlet tanınamaz.” diyor. Bunu tanımamayı tavsiye ediyor uluslararası topluma. Fakat BM Güvenlik Konseyinin her kararı bağlayıcı değildir. Bu iki karar da bağlayıcı değil, tavsiye niteliğindedir. Türkiye’nin burada AB üyelik perspektifi sebebiyle uzun yıllar bu sorunu tek devletli çözüm şeklinde düşündüğünü biliyoruz. Bence bu doğru değildir, Partimizin de eskiden beri yaklaşımı iki devletli çözümdür. Artık, “tek devletli çözüm devri” kapanmıştır. Dolayısıyla Güvenlik Konseyinin kararları tavsiye niteliğinde olduğu için hukuken iki devletli çözümün önünde bir engel yoktur. Şu anda “İki devlet-tek millet” politikası izlediğimiz Azerbaycan’la birlikte Azerbaycan’ın yakın bir gelecekte KKTC’yi tanıması ile birlikte, “Üç devlet-tek millet” politikasının da oluşacağını göreceğiz. Yani Ada’daki iki devletten biri olan KKTC, Ada’nın dışındaki iki Türk devleti olan Türkiye ve Azerbaycan’la birlikte “Üç millet-tek devlet” politikasına geçecektir. Bu da bizim açımızdan Ziya Gökalp’ın ‘Türkçülüğün Esasları’nda ifade ettiği ‘Oğuz Birliği’ne giden ve Türk Birliği’nin ikinci aşamasında atılmış önemli bir adım olacaktır. Bunun böyle bir tarafı da var. Uluslararası toplumun KKTC’yi tanımasının önünde hukuken bir engel yoktur. Bunun altını özellikle çizmek isterim. Güvenlik Konseynin bu iki kararı ve devam eden kararlarının hepsi, bu iki karara atıf yapar ancak bunlar bağlayıcı nitelikte değil, tavsiye niteliğindedir.
Son olarak eklemek istediklerim, aslında hep söyleyegeldiğimiz hususlardır ama bunun altını çizmek gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış politikası, özellikle 15 Temmuz’dan sonraki süreçte çok ciddi oranda Ankara merkezli ve önemli oranda da Türk dünyası eksenli olarak gelişmektedir. Bu çerçeveden de bakıldığında gerek son dönemde yaşadığımız NATO ile ilgili sorunlar gerek Kıbrıs meselesi gerekse diğer konular, bu çerçeveden değerlendirilmektedir. Burada özellikle partimizin Ankara merkezli ve Türk dünyası eksenli dış politik yaklaşımının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de temel bir yaklaşımı hâline geldiğini görüyoruz. Bunun altını çizmek isterim. Artık burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihî çizgisiyle uyumlu ve geçmişteki o tarihî bilinçaltımızdaki bizi hep canlı tutan ve bize hep kendini hatırlatan, o büyük devlet kültürü ve “devlet-i ebed müddet” ve  “millet-i  ebed müddet” anlayışını hep diri tutuyor. Cumhur İttifakı’nın da misyonu şu anda bu. Dolayısıyla bu yaklaşım çerçevesinde dış politikada çok önemli adımların atıldığını görüyoruz. Yakında gerçekleşmiş olan İkinci Karabağ Zaferi ile birlikte özellikle Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğunu anladık.  Ama son Rusya-Ukrayna kriziyle birlikte de artık bölgeselüstü bir güç olma yolunda ilerlediğini, küresel bir güç olma aşamasına geçtiğini dış politik anlamda görüyoruz. Bütün bunları dikkatle takip etmek ve yabana atmamak gerekir. Tarihî bilinçaltımızda daha büyük hedeflerimiz olduğu için belki bunlar bize pek tatmin edici gelmeyebilir. Yüz yıl önceye baktığımızda unutmayalım ki Türkiye daha büyük badirelerle ayakta kalma mücadelesi veriyordu ve şu anda ise daha farklı bir durumda ve tarihî misyonuna daha uygun bir politika izleme peşinde. En önemlisi de bunu, sözde değil özde yapıyor. Yani bunu uygulamaya geçiriyor. Bu çok önemli. Ben bütün vatandaşlarımıza ve bütün Türk dünyasına bunu özellikle hatırlatmak isterim. Çünkü Türkiye’nin ayakta kalması demek Türk dünyasının da varlığı ve İslam âleminin de teminatı demektir.”