ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN KUDÜS’ÜN STATÜSÜ
(Bu yazı, Cuma AĞCA’nın aziz hatırasına ithaf edilmiştir. Cuma Ağabey, “Büyük Ülkü Davası” için verdiği mücadelede silinmez bir iz bırakmıştır. Bunun yanında, hem er kişiliği hem de ruh kişiliği ile daima hatırlanacaktır. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.)
Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN
Bilindiği üzere Filistin sorunu, uzun bir tarihî geçmişe dayanmaktadır. Pek çok meselede olduğu gibi tarihî arka plan, aslında meselenin can damarını oluşturmaktadır. Bununla birlikte, özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren mesele, değişik boyutlara evrilmiş ve daha çok bu dönemden itibaren uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Özellikle Osmanlı-Türk egemenliğinin sona ermesiyle birlikte ideolojik-dinî boyutu da daha belirgin bir hâl almıştır. Bu durum, tarihî tecrübenin bir tekrarı olarak kan, vahşet, gözyaşı, dram vb. sonuçların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Bu çalışmada, çok boyutlu Filistin sorunu içinde çok önemli bir bölümü teşkil eden Kudüs’ün statüsü üzerinde durulacaktır. Meselenin uluslararası hukuk açısından incelenmesi, büyük önem teşkil etmektedir. Zira sistematik olarak devam eden ve yine 2021 yılı Ramazan ayı içinde bir kez daha alevlenen sorunda, bir şehir olarak Kudüs’ün nitelikleri meselenin odak noktasını teşkil etmektedir.
Arapça’da “kutsal şehir” anlamına gelen Kudüs (El-Kuds), üç semavî din açısından kutsal sayılan bir merkezdir. Bu sebeple tarih boyunca muhtelif çekişmelerin ve çatışmaların konusunu teşkil etmiştir. Bahsi geçen bu mücadeleler, günümüze kadar uzanan sonuçlara yol açmıştır. Şehrin statüsü üzerinde tam bir mutabakat sağlanmadan da bu mücadelenin bitmesi beklenemez. Dolayısıyla Kudüs, bir şehrin adı olmaktan çok öte anlamlar taşımaktadır ve taşımaya devam edecektir.
Tarihi, MÖ 3000’e kadar uzanan Filistin’de, pek çok değişik millet hâkimiyet tesis etmiştir. Her üç tek tanrılı din için de önem taşıması sebebiyle büyük mücadelelerin cereyan ettiği Filistin’de hâkim olan milletlerden biri de Türklerdir. Memlükler ile başlayan Türk hâkimiyeti, Osmanlı Devleti ile birlikte en uzun süreli dönemini yaşamıştır. 1516-1917 arasını kapsayan 400 yıllık bu dönem, Filistin’in barış ve refah içinde yönetildiği en uzun zaman aralığıdır. Osmanlı-Türk egemenliğinden sonra kurulan İngiliz manda yönetimi esnasında ise kitleler hâlinde Filistin’e Yahudi göçü başlamıştır. Bu durumdan payını alan bölgelerden biri de şehrin dinî özelliğinden kaynaklı olarak Kudüs’tür. Bahsi geçen Yahudi göçü de doğal olarak şehirde sürtüşmelere ve daha sonra da kanlı olaylara yol açmıştır. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken husus, Siyon ideali çerçevesinde Filistin’e ve özelde Kudüs’e gelen Yahudilerin terör örgütleri oluşturmaları ve bu yolla varlıklarını kalıcı hâle getirmeye çalışmalarıdır.
Filistin sorunundaki önemli bir dönüm noktası, 1917 tarihli “Balfour Deklarasyonu”dur. 1897’de, “Yahudiler için Filistin’de ev” sloganıyla toplanan Birinci Siyonist Kongresinde kurulan Dünya Siyonist Teşkilatı, İngiltere nezdinde girişimlere başlamış ve Yahudiler için Filistin’de bir yurt edinme projesini kabul ettirme yönünde faaliyetlerini sıklaştırmıştır. Bunun neticesinde, İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Wilson’un da onayıyla İngiltere Siyonist Dernekleri Federasyonu Başkanı Lord Rotschild’e bir mektup yazmıştır. “Balfour Deklarasyonu” olarak bilinen 2 Kasım 1917 tarihli bu mektupta, İngiliz hükûmetinin Yahudiler için bir yurt kurulmasını desteklediği ve gerekenin yapılacağı belirtilmektedir. Ayrıca bu mektupta, Yahudi olmayan Filistin halkına da güvence verilmiştir. Her ne kadar böyle bir güvence olsa da Yahudilerin siyasi haklarının öne çıkarıldığı görülen bu deklarasyonun bizzat Lord Rotschild tarafından kaleme alındığı, sadece imzanın Balfour’a ait olduğu da iddia edilmektedir. Ocak 1919’da deklarasyondan haberdar edilen Şerif Hüseyin, mektuptaki ifadeleri bir teminat olarak kabul etmiş ve “akraba bir Samî ırka iyi niyet gösteren” bir cevap vermiştir. Akabinde, Arap-Yahudi iş birliğine yönelik olarak 3 Ocak 1919’da Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal ile Dünya Siyonist Teşkilatı Başkanı Chaim Weizman arasında bir anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşma sonrasında, 1919-1923 arasında devam edecek olan bir “Yahudi yerleşim dalgası” gerçekleşmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan paylaşımla Filistin, Milletler Cemiyetinin (MC) gözetiminde ve denetiminde, İngiliz egemenliğine girmiştir. Mandater devlet olarak İngiltere, 3 Haziran 1922’de Dünya Siyonist Teşkilatı’na bir açıklama göndermiştir. Buna göre Filistin’de Araplar ile Yahudiler birlikte yaşayacaklardır. Yahudilere bir yurt oluşturulacak ancak “Yahudi Filistin yaratma yetkisi” verilmeyecektir. Yahudiler, Filistin’de sadece bir toplum teşkil edecek ve Yahudilerin Filistin’e göçleri, ülkenin ekonomik kapasitesine bağlı olacaktır. Bu açıklamanın ardından MC Konseyi, 24 Temmuz 1922’de, İngiliz mandater yönetiminin çerçevesini belirlemiş ve Balfour Deklarasyonu ile söz konusu açıklamadaki esasları benimsediğini ifade etmiştir. Bunun dışında, ABD ile İngiltere arasında 3 Aralık 1924’te yapılan antlaşma ile ABD, İngiltere’nin Filistin üzerindeki manda yönetimini tanımış ve Filistin’deki ABD vatandaşları için bazı haklar elde etmiştir. Ayrıca bu antlaşmayla manda yönetiminde yapılacak her değişiklik ABD’nin onayına tabi olmuştur. O tarihte ABD’nin, Siyonizm’in en kuvvetli dayanağı olması, bu hükümle doğrudan ilgilidir. Böylece ABD de Filistin meselesiyle daha yakından ilgili hâle gelmiştir.
İngiliz mandater yönetiminin uygulamaları, Arapların hoşnutsuzluğuna yol açmış ve taraflar arasında çatışmalar başlamıştır. Günümüze kadar süren Arap-Yahudi çatışmalarının başlangıcı, bu dönemdir. 1933’e kadarki dönemde çatışmalar daha çok mahallî çapta ve dağınıkken, 1933’ten itibaren çatışmalar şiddetlenmiş ve yaygınlaşmıştır. Zira bu tarihte Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi, Yahudilerin Filistin’e göçünü hızlandırmıştır. Göç dalgası, her iki taraf açısından tepkilerin şiddetlenmesine yol açmıştır.
1933’ten sonra hızlanan çatışmalar üzerine İngiltere, meseleye çözüm getirmek için 1947’ye kadar devam eden bir dizi hamle yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1939’a kadar yapılanan çalışmalar, her iki taraf açısından da tatmin edici olmamıştır. Savaşın başlamasıyla birlikte çatışmalar daha da artmış, özellikle Yahudiler terörize olmaya; Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kontrolündeki örgütler aracılığıyla tek merkezden terör eylemleri gerçekleştirmeye başlamışlardır. Arapların da bu yönde örgütleri olmakla birlikte, bütünlüğe sahip olmamaları sebebiyle Yahudiler ile mukayese edildiğinde, daha zayıf bir görünüm arz etmiştir.
Filistin meselesinde ağırlaşan şartlar, İngiltere’yi yeni çözüm arayışlarına itmiştir. Genel anlamda İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan ağır hasarla çıkması ve yeryüzündeki hâkimiyetinin zayıflaması, bu meseleye de tesir etmiştir. Bu bağlamda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD daha etkin bir rol oynamaya başlamıştır. Batı dünyasında, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte ABD’nin öne çıkması ve Arap devletlerinin İngiltere’nin yaklaşımlarından duydukları rahatsızlık, önemli etkenler olarak görülmektedir. ABD Başkanı Roosvelt ile yakınlık tesis eden Arap liderler, ABD’yi kendi tezlerine yakınlaştırmaya başlamışlardır. Ancak Roosvelt’in ölümünden sonra ABD Başkanı olan Truman döneminde, durum tersine dönmeye başlamıştır. Truman, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıkan, 250 bin civarındaki “Göçmen Yahudiler Meselesi”nin Filistin’e göç ettirme yoluyla çözülmesi yönünde bir eğilim belirlemiştir. Bu eğilim, İngiltere tarafından, sorunun daha da derinleşeceği sebebiyle reddedilmiştir. Kurulan ortak komitenin hazırladığı plan da yürümeyince, konunun Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde değerlendirilmesi gündeme gelmiştir. İngiltere, 2 Nisan 1947’de resmen BM’ye başvurarak BM Genel Kurulunun konuyu ele almasını talep etmiştir. BM’de kurulan özel komitenin hazırladığı raporda, Filistin’in üçe bölünmesi önerilmiştir. “Taksim Planı” olarak adlandırılan bu rapora göre Kudüs Bölgesi, Arap Devleti ve Yahudi Devleti olarak üçe ayrılan Filistin’de, 2 yıllık bir geçiş sürecinden sonra her iki devlet de bağımsız olacaklardır. Aralarında ekonomik birlik sağlanacak olan iki devletten Arap Devleti’ne %42.88, Yahudi Devleti’ne ise %56.47 oranında toprak ayrılmıştır. Kudüs ise uluslararası statüye sahip bir şehir olacak, Kudüs’te uluslararası bir rejim (corpus separatum) kurulacaktır. Raporun 29 Kasım 1947 tarihli ve 181 sayılı Kararla BM Genel Kurulunda kabulü üzerine, Filistin’de tansiyon iyice yükselmiştir. Bu arada İngiltere 13 Kasım 1948’de, Filistin’deki askerlerini kademeli olarak çekeceğini ve 15 Mayıs 1948’den itibaren Filistin’den tamamen çekilerek manda yönetimini sona erdireceğini beyan etmiştir.
İngiltere’nin Filistin’deki sorunu BM’ye taşıması neticesinde kabul edilen 29 Kasım 1947 tarihli ve 181 sayılı BM Genel Kurulu Kararı, bahsedildiği üzere Kudüs ile ilgili düzenlemeler de içermektedir. Bu kararda, Filistin’de bir Arap ve bir de Yahudi devleti kurulması, Kudüs’ün de “uluslararası bir rejim (corpus separatum)” altına alınması öngörülmüştür. Kararın Üçüncü Bölümü’ndeki düzenlemeye göre özel bir uluslararası rejime tabi olacak şehir, BM tarafından yönetilecek ve sorumluluğu da BM adına BM’nin ana organlarından biri olan Vesayet Konseyi yüklenecektir.
Plana göre Kudüs’e, Vesayet Konseyi tarafından bir vali atanacaktır. Askersizleştirilecek olan şehrin tarafsızlığı ilan edilecek ve bu tarafsızlık korunacaktır. Resmî dilleri Arapça ve İbranice olan Kudüs’te bağımsız bir adalet sistemi kurulacak ve Valilik tarafından özel bir polis kuvveti oluşturulacaktır. Şehirde yaşayanlar “inanç, din, dil, eğitim, basın, toplantı yapma ve dernek kurma, dilekçe” gibi insan haklarından ve özgürlüklerinden yararlanacaklardır. Irk, din ve dil ayrımcılığının yapılmayacağı bu statüde, her toplum kendi okullarında ana diliyle eğitim yapabilecektir.
10 yıl yürürlükte kalacak bu statü, sürenin sonunda Vesayet Konseyi tarafından değerlendirilecektir. Şehirde yaşayanlar, istedikleri değişiklikleri referandumda belirtebileceklerdir. Statüye ilişkin bu hükümler, BM garantisi altında olacak ve BM Genel Kurulu’nun onayı olmadan hiçbir değişiklik yapılamayacaktır.
BM Genel Kurul kararı, tarafları tam olarak tatmin etmemiştir. Kısa bir süre sonra başlayan “Birinci Arap-İsrail Savaşı” da bu statünün hayata geçmesini engellemiştir. Savaş sonucunda da Kudüs, İsrail ve Ürdün tarafından ele geçirilmiştir. Batı Kudüs İsrail, Doğu Kudüs ise Ürdün hâkimiyetine girmiştir. BM Genel Kurulu, 11 Aralık 1948 tarihli ve 194 sayılı Karar’la 181 sayılı Karar’daki hükümlere uyulmasını talep etmiştir. İsrail’in, elinde kalan bölgede gerçekleştirdiği seri faaliyetleri (İsrail Yüksek Mahkemesi’nin bölgeye yerleşmesi, İsrail Meclisi Knesset’in burada toplanması ve Devlet Başkanı’nın Batı Kudüs’te yemin etmesi gibi), BM Genel Kurulu’nun yeni bir karar almasına yol açmıştır. 9 Aralık 1949 tarihli ve 303 sayılı bu Kararda, daha önceki 181 ve 194 sayılı Kararlara atıf yapılmış, Vesayet Konseyi’nin gerekli çalışmaları yaparak uygulamaya geçmesi istenmiştir. Bu karara rağmen İsrail, 23 Ocak 1950’de Kudüs’ü başkent ilan etmiş ve Bakanlar Kurulunu bu bölgeye taşımıştır. Dolayısıyla Kudüs’ün özel statüsü fiilen hayata geçememiştir.
1950-1967 arasında Kudüs, bölünmüş bir şehir olarak kalmıştır. 1967’deki “Altı Gün Savaşı”ndan sonra İsrail, Doğu Kudüs’ü de işgal etmiştir. Akabinde Kudüs’ün şehir planını, Doğu Kudüs’ü de içine alacak şekilde genişletmiş; Belediye Meclisini dağıtmış ve Belediye Başkanı’nı görevden almıştır. İlerleyen süreçte Arap bankaları kapatılıp paralarına el konulmuş; İsrail parası geçerli kabul edilmiş; İsrail vergi sistemi yürürlüğe sokulmuştur. Devlet okullarında İsrail eğitim sistemi uygulanmaya, mahkemelerde İsrail yasaları esas alınmaya başlanmıştır.
İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgali üzerine BM Genel Kurulu, 4 Temmuz 1967 tarihli ve 2253 sayılı Karar’la şehrin statüsünün değiştirilmesine yönelik eylemlerden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. Bu önlemlerin geçersiz olduğunu, İsrail’in bu adımlardan vazgeçmesi ve yeni adımlar atmaması gerektiğini vurgulamıştır. Genel Kurul, 14 Temmuz 1967 tarihli ve 2254 sayılı Karar’la 2253 sayılı Karar’a atıf yaparak aynı talepleri tekrarlamıştır. Öte yandan BM Güvenlik Konseyi de 21 Mayıs 1968 tarihli ve 252 sayılı Karar’la Genel Kurul kararlarına atıf yapmış ve İsrail’in bu kararların gereğini yerine getirmediğine, Kudüs’ün statüsünü değiştirmemesi gerektiğine işaret etmiştir. İsrail’in bu kararları dikkate almaması üzerine Güvenlik Konseyi, 3 Temmuz 1969 tarihli ve 267 sayılı Karar’ı almıştır. 252 sayılı kararın içeriğiyle aynı olan bu karar, daha sert bir dil kullanmıştır.
İzleyen yıllarda Güvenlik Konseyi 15 Eylül 1969 tarihli ve 271 sayılı, 25 Eylül 1971 tarihli ve 298 sayılı Kararları ile bu konudaki tutumunu devam ettirmiştir. 22 Mart 1979 tarihli ve 446 sayılı Karar ile Kudüs de dâhil olmak üzere 1967’de işgal edilmiş olan Arap topraklarındaki yerleşimleri incelemek üzere üç kişilik bir komisyon kurmuştur. Ancak bu komisyon, İsrail’in engellemesi sebebiyle Filistin’e girememiştir. Bunun üzerine Konsey, 1 Mart 1980 tarihli ve 465 sayılı Karar’ıyla İsrail’i, komisyonla iş birliğine çağırmıştır.
Bütün bu gelişmelere rağmen İsrail, Ekim 1978’de Kudüs’ü resmen başkent yapmış ve Temmuz 1980’de Doğu Kudüs’ü, Batı Kudüs’e ilhak ettiğini duyurarak Kudüs’ü bir bütün olarak kendi egemenliği altına almıştır. Bu bağlamda BM Güvenlik Konseyi 20 Temmuz 1979 tarihli ve 452 sayılı, 5 Haziran 1980 tarihli ve 471 sayılı, 30 Haziran 1980 tarihli ve 476 sayılı, 20 Ağustos 1980 tarihli ve 478 sayılı, 8 Aralık 1986 tarihli ve 592 sayılı, 22 Aralık 1987 tarihli ve 605 sayılı, 5 Ocak 1988 tarihli ve 607 sayılı, 14 Ocak 1988 tarihli ve 608 sayılı, 6 Temmuz 1989 tarihli ve 636 sayılı, 30 Ağustos 1989 tarihli ve 641 sayılı, 20 Aralık 1990 tarihli ve 681 sayılı, 24 Mayıs 1991 tarihli ve 694 sayılı, 6 Ocak 1992 tarihli ve 726 sayılı, 18 Aralık 1992 tarihli ve 799 sayılı, 7 Ekim 2000 tarihli ve 1322 sayılı, 19 Mayıs 2004 tarihli ve 1544 sayılı, 23 Aralık 2016 tarihli ve 2334 sayılı Kararları aracılığıyla doğrudan veya dolaylı bir şekilde Kudüs’ün statüsüyle ilgili olarak İsrail’in uygulamalarını eleştirmiş ve şehrin uluslararası statüsüne atıf yapmıştır.
Kudüs’ün statüsüyle ilgili BM kararları temelde, BM Genel Kurulunun 29 Kasım 1947 tarihli ve 181 sayılı Karar’ına dayanmaktadır. Bu karar, hukuki nitelik bakımından bağlayıcılık taşımamaktadır. Bununla birlikte 181 sayılı Karar’daki hükümler, gerek Genel Kurulun gerekse ve özellikle Güvenlik Konseyi kararlarının yerleşik bir kabulü hâline gelmiştir. BM Şartı’na bakıldığında BM Genel Kurulu kararlarının bağlayıcılığı oldukça sınırlıdır ancak BM Güvenlik Konseyi bakımından durum daha farklıdır. BM’nin temel amacının uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanması ve korunması olduğu, bu amacın da temel yetkili organ olan Güvenlik Konseyi eliyle yerine getirildiği düşünüldüğünde, bağlayıcı niteliğe sahip olmayan 181 sayılı Karar’ın Güvenlik Konseyi kararlarına yansıdığı ve Güvenlik Konseyi kararlarındaki dilin de karardaki hükümlere bağlayıcılık atfettiği görülmektedir. Dolayısıyla bağlayıcı niteliğe sahip olmayan bir karardaki hükümler, Güvenlik Konseyi kararlarına konu olarak bağlayıcı bir etkiye kavuşmuştur. Uluslararası toplumun Kudüs’ün uluslararası statüsüne yaptığı atfın altında yatan gerekçe de bu yöndedir.
Kudüs’ün İsrail tarafından ilhak edilmesi sürecinde, bölgeye pek çok Yahudi yerleşimci gelmiştir. Bu topraklar, İsrail’e ait olmamasına rağmen İsrail eliyle bu kişilere yerleşim yerleri tahsis edilmesi ve inşa faaliyetleri de hukuka aykırılık teşkil etmektedir. Bu durum, insancıl hukuk (savaş hukuku) kurallarını düzenleyen 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerinin, özellikle de Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin açık ihlalidir. Zira bu sözleşmelere göre sivil halkın yerinden edilmesi mümkün olmadığı gibi kalıcı ve yeni askerî ve sivil yerleşimler kurulması da söz konusu olamaz. Bunun yanında Araplara yönelik kitlesel tutuklama ve cezalandırma, konutların yıkımı, işkence ve kötü muamele gibi pek çok uygulama, İsrail’in de taraf olduğu Cenevre Sözleşmelerine aykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca tüm bu eylemler, uluslararası hukukun bağlayıcı kaynakları arasında yer alan uluslararası örf-âdet kurallarıyla da uyumlu değildir. Dolayısıyla İsrail’in hukuka aykırı eylemleri, yalnızca Kudüs’ün ilhakıyla sınırlı değildir. Kendi vatandaşlarını bölgeye taşıması ve iskân ettirmesi, yaptığı idari ve cezai uygulamalar da açık hukuki ihlâllerdir.
Sonuç olarak Kudüs’ün statüsüyle ilgili yerleşik kabul, bu statünün bağlayıcı bir etki kazandığını ve İsrail’in bütün eylemlerinin hukuka aykırı olduğunu göstermektedir. Filistin sorununun çözümüne kadar İsrail’in, işaret ettiğimiz kararlardaki statüye uygun hareket etmesi ve bir barış antlaşması yapılana kadar Kudüs’ün uluslararası şehir niteliğini kabul ederek yarattığı fiilî duruma son vermesi gerekmektedir. Ancak İsrail’in meseleye yaklaşımında, uluslararası hukuk kurallarından ziyade kendi devlet politikası esas alınmaktadır. Hukuk tanımaz bu politikanın devam etmesi durumunda ise sadece bölge değil bölgenin sahip olduğu değerler bakımından uluslararası toplumun çok büyük bir bölümü de huzursuzluk yaşamaktadır. Kudüs’te, İsrail’in aşama aşama yarattığı fiilî ve hukuka aykırı durum karşısında BM’nin aldığı kararların herhangi bir tesiri de bugüne kadar olmamıştır. BM’nin uluslararası hukuk ihlallerini kayıt altına almasının hukukî bir değeri olmakla birlikte, kendisi için yerleşik kabul anlamına gelen ve bağlayıcılık kazandırdığı kararlarının hayata geçirilememesi, BM açısından ciddi bir itibar kaybı olarak görülmektedir.
İsrail’in gayrımeşru uygulamalarında, arkasındaki en büyük destek ABD’dir. Gerçekten de ABD, hemen her dönem bu açık desteğini hissettirmiş ve/veya göstermiştir. Bu sebeple konunun ABD’nin Orta Doğu’daki ve yeryüzündeki emelleriyle de yakın alakası bulunduğu, sıklıkla gündeme getirilmelidir. Nitekim özellikle son dönemde ABD Başkanı Trump eliyle bazı uygulamalar gerçekleştirilmiş (Kudüs’ün İsrail’in başkenti kabul edilmesi, İsrail’e ait Golan Tepelerinin İsrail tarafından ilhakının onaylanması), yeni ABD Başkanı Joe Biden ile de İsrail’e olan destek, resmî yollardan açıkça ilan edilmiştir. Dolayısıyla ABD’nin meseleye yaklaşımı, bir kez daha somutlaşmıştır. ABD’nin bu uygulamaları karşısındaki “Arap tepkisizliği” de dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu durumda Türkiye’nin İslam âlemi içinde daha çok rol alması önem taşımaktadır. Zira meseleyi bu düzeyde sahiplenebilecek ve etkin politika izleyebilecek bir devlet ya da uluslararası örgüt bulunmamaktadır. Nitekim Trump döneminde alınan Kudüs kararı sonrası Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyindeki girişiminin ABD vetosu sebebiyle engellenmesi üzerine, Türkiye’nin BM Genel Kurulundan karar çıkartması, son derece yerinde olmuştur. Türkiye’nin uluslararası toplum içindeki özgül ağırlığını bir kez daha ortaya çıkaran bu girişime benzer diplomatik adımların sıklaştırılması oldukça önemlidir. Bu çerçevede Türkiye’nin zaman zaman kullandığı, “Dünya, beşten büyüktür.” yaklaşımının yanında, uluslararası toplumun diğer üyelerini ve özellikle BM Güvenlik Konseyinin diğer daimî üyelerini yanına çekmek için yalnızca Filistin meselesinde değil diğer konularda da Türkiye’nin “Dünya, ABD’den büyüktür.” ve “Dünya, İsrail’den büyüktür.” anlayışına öncülük etmesi, isabetli olacaktır.