ATSIZ’IN AZ BİLİNEN İKİ MAKALESİ (İRAN TÜRKLERİ 1-2)
ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN
Bilindiği üzere, Ülkücü Türk Milliyetçiliği’nin sembol isimlerinden merhum Hüseyin Nihâl Atsız’ın pek çok eseri bulunmaktadır. Bu eserlerin bir kısmı, tarih ve edebiyat alanındaki akademik çalışmalardan; diğer kısmı ise roman ve şiir gibi edebî ürünler ile muhtelif konularla ilgili güncel nitelikli fikrî yazılardan oluşmaktadır. Biz de bu çalışmada, Atsız’ın aynı başlıklı fakat farklı tarihlerde yazılmış ve az bilinen iki makalesinde dikkat çeken bazı konular üzerinde duracağız. Zira makalelerde dikkat çekeceğimiz hususlar, aradan geçen uzun zamana rağmen güncelliğini ve önemini korumaktadır .
Atsız’ın aynı başlıkla fakat oldukça uzun bir aralıkla kaleme aldığı iki makale, başlığından da anlaşıldığı üzere İran Türkleri ile alakalıdır. Çalışmalardan “İran Türkleri (1)” başlıklı ilk makale 1942’de, Çınaraltı Dergisi’nin 36. sayısında ; “İran Türkleri (2)” başlıklı ikinci makale ise 1970’te, Ötüken Dergisi’nin 1. sayısında yayımlanmıştır. İlk makale, kendisinin girişteki ifadesiyle “İran Türklerinden olduğu anlaşılan San’an Azer” tarafından yazılan “İran Türkleri” isimli kitaba dair bir değerlendirme yazısıdır. İkinci makale ise dönemin İran Dışişleri Bakanı Zâhidî’nin açıklamalarından hareketle kaleme alınmıştır.
Makalelerle ilgili ilk dikkat çeken husus, makalelerin başlıklarıdır. Başlıkta, “İran Türkleri” ifadesi kullanılmıştır. Bu seçim, elbette ki tesadüfî değildir zira başlıktaki ifade tarzı, Atsız’ın Türk dünyasına bakışı ile uyumludur. Atsız’ın Türk dünyasına bütüncül bakışının ve boy kimliklerine bağlı olarak değil millî kimlik odaklı yaklaşımının bir sonucu olan bu isimlendirme, Türkiye Türkleri açısından bugün bile aşamadığımız bir meseleye 77 yıl önce parmak basmak anlamına gelmektedir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırları içinde yer almamalarına ve bu sebeple Çarlık Dönemi’nde tasarlanmış ama tam anlamıyla Stalin tarafından uygulanan “Milletler Politikası”na muhatap olmamalarına, dolayısıyla “Homo-Sovieticus” dönemden geçmemiş olmalarına rağmen İran Türkleri için Türkiye’de hâlâ “Azerî” tabirinin kullanılıyor olması, ciddiyetle sorgulanması gereken bir meseledir. Üstelik bu tabirin Ülkücü Hareket içinde de kullanılıyor olması, fikrî kaynaklarımızdan uzaklaşmış ve doğal bir sonuç olarak da kendi kavramlarımızı unutmuş olduğumuzu gösteren önemli bir veridir.
Atsız’ın makalelerinde dikkat çeken bir diğer husus da Atsız’ın İran’ı bir coğrafî adlandırma olarak değerlendirmesidir. Makalelerin kaleme alındığı tarih itibarıyla Farsların idare ettiği bir bölge olan İran’ın tarihi irdelenmiş ve yaklaşık 1000 yıl boyunca Türklerin hâkimiyeti altında olduğu ortaya konmuştur. Bu çerçevede, özellikle İran’daki yer, dağ, nehir, ova adlarının ve halk edebiyatı ürünlerinin Türkçe oluşu, şairlerin Türklüğü de bu tezi destekleyen en önemli unsurlar olarak Atsız'ın dikkat çektiği hususlardır.
Atsız’ın üzerinde durduğu başka bir mesele de İran’ın sadece Türk hâkimiyeti altında oluşu değil aynı zamanda nüfus çoğunluğu itibarıyla da Türk yurdu olmasıdır. Atsız ilk makalede 5, ikinci makalede de 12 milyon olarak sayılarını verdiği İran Türklüğünün nüfus olarak İran’ın en büyük millî topluluğunu teşkil ettiğine işaret etmektedir. Yaklaşık 10 asırlık süreçteki Türk idarî hâkimiyeti ile Türk demografik üstünlüğünün paralel olduğunun altını çizen Atsız, yine bugün bile Türkiye’de çok az bilinen bu tarihî ve güncel durumu öne çıkartmıştır. Gerçekten de Türkiye’de bugün İran denince akla, bahsettiğimiz husus değil İran’daki molla rejimi, aramızdaki mezhep farkı ve uygulamaları gelmektedir. Üstelik dikkatli gözler, bu algının sadece molla rejimi tarafından değil aynı zamanda Batı eliyle de Türkiye’de yerleştirildiğini görebilmektedir. Zira bu yolla gerek molla rejimi gerekse Batı, bugün itibarıyla değişik kaynaklarda ortalama olarak 28-35 milyon arasında değişen ve Türkiye’den sonra en kalabalık Türk nüfusunu barındıran İran Türklüğü ile Türkiye Türklerinin birbirini tanımasının ve kaynaşmasının önüne geçmektedir. Böylesine bir coğrafî ve demografik bütünlüğün ve derinliğin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkması, bölgedeki bütün jeopolitik hesapları alt-üst edebilecek bir durum arz edecektir. Üstelik bu sayede ortaya çıkacak jeopolitik bütünlük ve derinlik, İran’ın doğu sınırları üzerinden hem Güney Türkistan'a hem de Doğu Türkistan’a kadar uzanacaktır. Dolayısıyla İran Türklüğünün bulunduğu coğrafyadaki varlığı, tam bir “Doğu-Batı Türklüğü Köprüsü” işlevi görecektir. Böylesine hayatî bir köprünün engellenmesi için kullanılan ve yapay bir özellik taşıyan “karşılıklı laiklik-rejim ihracı ve mezhep dayatması” tehditleri ise bu sinsi yaklaşımın en önemli örtüsüdür. Nitekim Atsız da ikinci makalesinde, bu meselenin doğurduğu aralıksız ve lüzumsuz kavgalara işaret etmiş; İran’ın bir Türk memleketi olduğu hâlde zıt ve yabancı bir ülke kabul edilmesinin altında yatan sebebin mezhep farkı olduğunu ancak bu hususun Ortaçağ’daki devlet anlayışı içerisinde en önemli etken olduğunu belirterek günümüze taşınmaması gerektiğini ifade etmiş ve bu sorunun aşılması gerekliliğine vurgu yapmıştır.
Atsız’ın ikinci makalesi vesilesiyle üzerinde uzunca durduğu bir mesele de İran’ın Türkiye’ye ve Türklere karşı hasmane tutumudur. Yazıya kaynaklık eden İran Dışişleri Bakanının "ilişkilerin dostluk ve kardeşlik esaslarına dayanarak yürüdüğü" yönündeki açıklamalarının aksine, İran basınının Türkiye ve Türkler hakkındaki tutumunun düşmanca olduğunu ifade eden Atsız, bu hususta İran’daki “Âyendegân” isimli bir gazeteden örnekler vermiştir. Söz konusu gazetede Türkiye’den, “Don Kişotlar Ülkesi” şeklinde bahsedildiğine; Türklerin büyüklük iddiasında bulunduğuna, akıllılıklarıyla şöhret sahibi olmak istediklerine fakat temelsiz bu iddianın taassup ürünü olduğuna; Türk Milleti içindeki bazı bilgisiz kişilerin Pantürkizm hülyasıyla yaşadığına ve Türkçe konuşan başka milletleri kendi imparatorlukları içine katmak istediğine dair ifadeler bulunduğuna işaret eden Atsız bu iddialara, tabiri caizse “Atsız’ca bir cevap” vermiştir.
Atsız'ın bahsi geçen gazetedeki neşriyata verdiği cevapta öncelikle Türklerin büyüklük iddiası üzerinde durulmuş ve 1918'e kadar Türklerin bazı asırlarda "cihan birincisi" olduklarına dikkat çekilerek bunun tarihî bir hakikat olduğu ifade edilmiştir. Öte yandan "Farabî'yi yetiştiren bir millete akılsız denemeyeceğini" belirtmiş; bilgisiz kimseler diye bahsedilen Pantürkistlerin, "Türkçe konuşan başka milletleri kendi imparatorlularına katmak istemesini" ise düzeltilmeye muhtaç bir yanlış olarak nitelemiştir. Azerilerin, Türkmenlerin ve Kaşkayların farklı milletler olmadığını; hele hele İran eğitim sisteminde işlenen, bunların Farsça konuştuklarını ve Moğol istilası sırasında zorla Türkçe konuşmaya mecbur edildiklerini iddia etmenin ise abes olduğunu belirtmiştir. Buradaki mantık hatasına işaret eden Atsız, Moğolların neden Moğolcayı değil de Türkçeyi mecbur kılmasının izah edilemez olduğuna ve bunun bir mizah konusu olacağına vurgu yapmıştır.
Atsız'ın söz konusu gazetedeki neşriyata yönelik bir başka cevabı da Türkiye ile ilgili yapılan "Don Kişotluk" benzetmesi ve "Pantürkizm" ile ilgilidir. Bu durumu, "sırça köşkte oturanların komşularına taş atması cinsinden tehlikeli bir davranış" olarak niteleyen Atsız, Pantürkizm'in tarihte birkaç defa gerçekleştiğini ve Selçuklular döneminde de İran ile Türkiye'nin tek devlet olarak yaşadıklarını, bir Türk devleti olan Selçukluların İran'ın dünkü hâkimleri olduğunu belirtmiştir. Pantürkizm bir kusur ise İran'daki Panaryanizm’in de benzer bir durum arz ettiğini, üstelik Pantürkizm gerçekleşmiş bir ülküyken diğerinin tarihte ve günümüzde bir karşılığının olmadığını; İran Devleti'nin iddia ettiği gibi 2500 yıllık bir geçmişin bulunmadığını; Medlerin, Perslerin ve Partların bugünkü Farslar ile kesinleşmiş bir bağının olmadığını; dolayısıyla bu süre zarfında Makedonya, Arap ve Türk hâkimiyeti altındaki İran'da bir Fars idaresinden bahsedilemeyeceğini; bu durumda İran Devleti yöneticilerinin Türkiye'ye ve Türklere yönelik ifadeler kullanırken bu gerçekleri dikkate almaları gerektiğini ifade etmiştir. Bir başka deyişle Atsız, İran'daki Batı kaynaklı ve Farslara yönelik "ata yaratma ve tarih inşa etme" projesini yerle bir etmiştir.
Atsız'ın her iki makalede üzerinde durduğu bir başka husus da İran'daki Türklere yapılan muamelelerdir. Türk çocuklarına Türkçe isim vermenin yasaklandığı, İran'da azınlık statüsünde bulunan 50-60 bin Ermeni'nin faydalandığı haklardan Türklerin yararlanamadığı bilgisini veren Atsız, Türkiye'de eğitim almak isteyen İran Türklerine pasaport verilmediğine de dikkat çekmiştir. Herhangi bir Avrupa ülkesine gidenlere hiçbir engel çıkarılmadığına işaret eden Atsız, İranlı Türk gençlerinin Türkiye’ye gelmelerinin bir Türkçülük ve Turancılık aşılanmasına yol açacağı korkusunun da bu gençlere Türkiye kapılarını kapatarak değil onları İran’a ısındıracak formülleri bulup uygulayarak aşılabileceğini tavsiye etmiştir. Ayrıca bir devletin kuruntularla değil gerçek müttefiklerini, sağlam dostlarını ve hakiki düşmanlarını kavrayabilme hüneriyle idare edileceğini belirtmiş ve Türkiye'de hiçbir İran düşmanlığı yapılmamasına rağmen İran'ın bilinçaltında bazı karanlık noktaların bulunduğunun altını çizmiştir.
Atsız'ın "Âyendegân" isimli gazetedeki neşriyata yaptığı eleştiriler ve bugün İran Devleti'nin uygulamaları, aradan geçen yaklaşık yarım asra ve en önemlisi 1979'da değişen rejime rağmen neredeyse aynen devam etmektedir. Bunun tipik bir örneği, 12 Mayıs 2006 tarihinde İran adlı gazetenin ekinde yer alan bir karikatürdür. Bu karikatürde, Azerbaycan Türkçesi ile konuşan bir hamamböceği ile bir Fars çocuğu çizilmiş ve Fars çocuğun ağzından Türklere hakaret edilmiştir. Akabinde İran’daki Türkler, çok büyük protesto gösterileri düzenlemişlerdir. Birkaç milyon Türk’ün katıldığı bu gösteriler kamuoyuna “Karikatür Krizi” olarak geçmiştir . Bunun dışında Türkçe isim vermede yaşanan zorluklar ve yer adlarının Farslaştırılması politikası, özünde aynen devam etmektedir. Yine Türkiye’ye eğitim almaya gelen İran Türklerine yönelik bakış açısı da “potansiyel Türkiye Cumhuriyeti Devleti ajanlığı, Pantürkist-Turancı eğilimlere kapılma” şeklinde sürmektedir. Ayrıca özellikle tarihî Güney Azerbaycan topraklarını kapsayan bölgedeki ve diğer Türk bölgelerindeki Bölge Valiliklerinin sınırları üzerinde sürekli değişiklikler yapılması da rejim değişse bile “İran’daki resmî Türk alerjisi”nin geçmediğini gösteren diğer bir örnektir.
Yazımızı, Atsız'ın 1942'deki ilk makalesinin son cümleleriyle bitirelim. Zira yaptığı tespitler bugün aynen geçerliliğini koruduğu gibi aşağıdaki satırlarda teklif ettiği örtülü tavsiye, Türkiye Türkleri için ama özellikle de Türk'ün yaşadığı her coğrafyayla doğal ilgisi bulunması ve bu bağlamda da kilit öneme sahip İran Türklerini en çok önemsemesi gereken Ülkücü Türk Milliyetçileri için ciddi bir uyarı ve önemli bir öğüt niteliği taşımaktadır.
"... Komşumuz İran'da yaşayan Türkleri az tanıyoruz. Az tanıdığımız bir şey değil, yanlış tanıyoruz."