MUSUL VE KERKÜK’TE TEZGÂHLANAN OYUN, DÜNÜN DEVAMIDIR

16 Eylül 2014 15:35 Prof. Dr.E. Semih Yalçın
Okunma
2439
MUSUL VE KERKÜKTE TEZGÂHLANAN OYUN, DÜNÜN DEVAMIDIR

 
Mustafa Kemal Paşa, gerek Millî Mücadele yıllarında gerekse zaferden sonra değişik tarihlerdeki demeçlerinde Musul'un ana vatandan ayrılmaz bir Türk yurdu olduğunu defalarca vurgulamıştır. Türkiye’yi yöneten elitte başlangıçtan itibaren Musul'dan vazgeçilmesi yönünde herhangi bir temayül görülmemiş, bölgenin Misak-ı Millî sınırları içinde bulunduğu daima hatırda tutulmuştur.
Lozan Konferansı sonrasında Musul konusunun çıkmaza girmesi Türkiye'yi, bölgeyi savaşarak kazanma düşüncesine yöneltmiştir. Konferansın başarısızlığa uğraması hâlinde karşılaşılacak güçlükler için Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti tarafından "çok gizli" kaydıyla bir harekât planı hazırlanmış fakat tatbik safhasına konulamamıştır.
Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa, Musul üzerine bir askerî harekâtı çeşitli zamanlarda müzakere etmişlerdir. Hatta Cumhuriyet kurulduktan sonra Kâzım Karabekir Paşa'ya Musul'un alınması için oluşturulacak kuvvete kumanda etmesi teklifinde dahi bulunmuşlardır. Ancak Karabekir Paşa yeni savaştan çıkmış devleti tehlikeye sokacağı gerekçesiyle bu teklifi kabul etmemiştir. Esasında bütün bu askerî çözümle ilgili düşünceler T.B.M.M. hükûmetlerinin ve Mustafa Kemal Paşa'nın Misak-ı Millî’nin gerçekleştirilmesi hususundaki hassasiyetinden kaynaklanmaktadır.
Musul’un kaybedilişini hazırlayan gelişmeler silsilesindeki ilk safha, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra Kerkük sancağının İngilizler tarafından haksız işgalidir. Bu işgal hareketinde Ali İhsan Paşa'nın direnmeden sancağı İngilizlere devretmesi ve ayrıca Mütareke öncesindeki savaşlarda verdiği yanlış kararlar İngilizlerin işini kolaylaştırmış, bölgenin kolaylıkla elden çıkmasına yol açmıştır.  Birinci Dünya Savaşı’nda Musul’u koruyan Ali İhsan Paşa’nın, Sadrazam İzzet Paşa’nın telgraf talimatına uyarak Musul’u İngilizlere bırakması, ileride Türkiye’nin Musul üzerindeki siyasi ve petrol ile ilgili haklarının kaybedilmesinde dönüm noktasıdır. İngilizler, I. Dünya Savaşı sonrası ele geçirdiği bu avantajı, San Remo, Sèvres ve Lozan’da muhafaza etmeyi başarmıştır.
İkinci safha ise Lozan Konferansı'nda İsmet Paşa'nın Musul'un Türkiye'ye verilmesi amacıyla sağlam temellere dayanarak savunmasını yaptığı mükemmel tezine rağmen İngiliz oyunu ile Musul meselesinin sonraya bırakılması ve Milletler Cemiyetine havalesidir.
  Bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra Musul'un kaybedilişindeki diğer sebepleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Musul meselesinde İngiltere'nin şiddetle direnmesi, bölgenin petrol kaynakları açısından zengin oluşu, stratejik önemi ve İngiltere'nin imparatorluk yolları üzerinde oluşundan dolayıdır. Bölgenin sahip olduğu bu özellikler, İngiltere'nin ısrarcı, uzlaşmaz ve baskıcı tutumuna neden olmuştur. İngiltere'nin ortaya koyduğu bu tavrın bir diğer sebebi de I926'lı yıllarda hâlâ Türk milletine hayat hakkını tanımak istememesinden kaynaklanmaktadır.  
İngiltere'nin bu tavrı karşısında Türkiye'nin dış politika meselesindeki yalnızlığı, Musul'un kaybedilmesinde öne çıkan önemli bir başka sebeptir. Bu yalnızlık, Milletler Cemiyetinde açıkça görülmüştür. Türkiye, Cemiyetin üyesi olmamasına rağmen İngiltere, asli ve kurucu üyesidir. Bu yapıdaki bir kurumdan Türkiye lehine bir kararın çıkması oldukça zordur. Bunun yanı sıra İngiltere'nin Irak, Milletler Cemiyeti, konuyla ilgili Soruşturma Komisyonu ve dünya kamuoyu üzerinde özellikle propaganda alanında üstün bir durumda olduğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.
Türkiye,  Musul meselesi ile uğraşırken aynı zamanda bir değişim geçirmekteydi. Bu değişimin yönü ise "Batı" olarak tespit edilmiş ve "Batılılaşma" amacıyla bir dizi inkılap hareketi gerçekleştirilmeye başlanmıştır. İngiltere ise Türkiye'nin yöneldiği Batı’da güçlü bir simge olarak görünmekteydi. Dolayısıyla Türkiye'nin Batı’yla ve öncelikle İngiltere ile meselelerini çözmesi gerekiyordu. 
 Şubat 1925'de meydana gelen Şeyh Sait İsyanı da Musul'un kaybedilmesine zemin hazırlayan olaylardan biridir. İsyan, Türkiye'nin Musul'daki iddiasını zayıflatmıştır. I. Dünya Savaşı'ndan itibaren İngiltere'nin bölgedeki Kürtleri desteklediği bilinmekle beraber, ayaklanmada İngiltere'nin kesin rolünü ortaya koyan bir belgeye rastlanmamıştır. Ancak Tarihçi Arnold Toynbee'nin belirttiği gibi, İngilizler Musul'u işgal ettikleri andan itibaren Kürt milliyetçiliğini teşvik etmişler ve Şeyh Sait İsyanı'ndan istifade etmek suretiyle birtakım yararlar sağlamışlardır. İsyan ile birlikte, Türk-Kürt ayrılığının ortaya çıkarılması ve çoğunluğu Kürtlerden oluşan Musul'un Türkiye'ye verilmesi tezi zaafa uğratılmıştır. Bunun yanında isyanla uğraşan bir Türkiye, Musul meselesinde göstermesi gereken direnişi ortaya koyamamıştır.
    Bütün bu sebepler, Musul meselesinden dolayı yeni bir savaşı göze alamayan Türkiye'yi Ankara Antlaşması'nı imzalamaya sevk etmiştir.
Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın 7 Haziran 1926 tarihli Meclis konuşması, söz konusu sebepleri teyit eder mahiyette olup hatta daha da cesaretli bir ifadeyle Türkiye'nin yaptığı "fedakârlıktan" bahsetmektedir :
"Şark-ı Karib'de başlıca kuvveti temsil eden Türkiye Cumhuriyeti en esaslı mihveri siyaset-i milel-i mütemeddine arasında bir unsur-ı intizam ve terakki olarak çalışmak olduğundan cihanın ve Şark-ı Karib'in sulh ve huzuru ve Irak'ın istiklal ve saadeti namına ve Büyük Britanya İmparatorluğu'yla münasebetimizi normal bir hâle getirmek için yegâne muallak kalan bu arazi meselesinde fedakârlıklara katlandık."
Dün İngilizlerin Musul ve havalisi için takip ettiği siyaseti bugün ABD sürdürmektedir.  Batı dünyasının Kurtuluş Savaşı’yla Sèvres sevdasını sadece ertelediği unutulmamalıdır. Zafere rağmen Batılı ülkeler her fırsatta Türkiye’nin bütünlüğünü hedef alan girişimlerde bulunmuşlardır. Irak’ta meydana gelen son gelişmeler, bu çerçevede değerlendirilmelidir. Irak’ın topraklarının durumu, Türkiye’nin geleceği açısından dün olduğu gibi bugün de tayin edici olacaktır. O bakımdan Irak’ın bölünme aşamasına geldiği şu günlerde bu ülkede olup bitenlerin Türkiye açısından hangi sonuçları doğuracağı iyi tahlil edilmelidir.   
Musul’la ilgili 1926 tarihli Ankara Antlaşması’nda Türkiye’nin sağlayabildiği tek kazanç, bölge petrol gelirinin % 10’unu 25 yıl süre ile alması olmuştur.
Türkiye, Musul petrollerindeki payını 1931 yılından itibaren almaya başlamış ancak dört yıllık hisse miktarı eksik bırakılmış ve ödenmemiştir. Türkiye’nin bu eksik ödemeyi Irak’la dostça halletmesi ve 1946 Türk-Irak Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması gereğince hakeme havale etmesi ve nihayet gerekli gördüğü takdirde, Lahey Adalet Divanına gitmesi mümkündür. Üstelik İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nden 28 Haziran 1914 tarihinde elde etmiş olduğu ve hiçbir hukuki dayanağı olmayan imtiyaza sıkı sıkıya sarıldığı göz önüne alınırsa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası niteliğe sahip Ankara Antlaşması’ndan doğan haklarının devam ettiğini ve kalan dört yıllık miktarın ödenmesi gerektiğini söylemek hayalci bir yaklaşım tarzı olmasa gerektir.
Ayrıca 1926 tarihli Ankara Antlaşması Türkiye’ye Irak’ın 75 kilometre içerisine kadar eşkıya takibi hakkı vermektedir. Aynı meselelere dair yeni bir sınır antlaşması yapılmadığı müddetçe bugün de bu anlaşma fiilen geçerlidir. Ancak bu konuda Türkiye’nin gerek Irak nezdinde gerekse uluslararası platformda girişimde bulunarak hakkını kullanabilmesi icap eder. Bu da Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığının izleyeceği millî bir dış politikayla mümkündür. Eşkıya ile iş birliğini devletlerarası ilişkilerle karıştıran AKP iktidarının sırf sorun üreten diplomasisiyle Türkiye’nin, bırakınız sınır ötesindeki haklarını, kendi sınırları içindeki hukukunu bile koruması muhaldir.