“Görevini tam yerine getirmemiş olanın vicdan yarasına,
ne mazeretin çaresi, ne ilacın şifası çare getirmez.”
Mevlana
Yıllar önce ülkemizin subay yetiştiren kaynaklarından biri olan Kara Harp Okuluna öğretim elemanı olarak atandığımda geleceğin subayları, hatta Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst düzey yöneticisi olacak öğrencilere özellikle hukuk devleti ilkesinin direği olduğunu düşündüğüm normlar/kurallar hiyerarşisi dediğimiz üçgeni öğretmeyi kendime öncelikli görev bildim.
Bilindiği üzere normlar hiyerarşisi dediğimiz şey, Anayasa’nın en üstte olduğu, altında sırasıyla kanun, tüzük, yönetmelik ve yönerge/talimatın olduğu bir üçgendir. Üçgenin en tepesinde genel soyut kuralları koyan Anayasa, en altta ise somutlaştırılmış ve üstteki kurallara aykırı olmayan yönerge/talimatlar vardır.
İlk dersime girdiğimde sınıf tahtasının en ortasına büyükçe bir üçgen çizerek başta Anayasa olmak üzere bütün normları yazdıktan ve ne demek olduğunu anlattıktan sonra bu hiyerarşinin en altına ise büyük harflerle EMİR yazdım.
Gelecekte sırasıyla takımdan orduya kadar kıtalara komuta edecek öğrencilere emri göstererek “Siz buradasınız.” dedim. Öğrencilerin, ilk defa derslerine gelmiş, daha tanışmamış oldukları öğretim elemanlarına şaşkın bir vaziyette baktıklarını gördüm.
Açıklamaya başladım. Zira yıllardır edindiğim tecrübeye göre komutanlık yapan birçok kişi, bir anda kendini yukarıda bahsettiğim hiyerarşinin üzerinde görerek ben yaptım oldu mantığı ile hareket ediyordu. Kendilerine kanun, tüzük ve yönetmelik hatırlatıldığında “Ben anlamam, benim emrim yerine getirilecek.” diye dayatan birçok komutan vardı.
Harp Okulunda görev yaptığım yıllar boyunca derslerle birlikte konuşmacı olduğum konferanslarda veya toplantılarda, altında emrin de olduğu bu hiyerarşiyi mutlaka gündemin en başına koydum. Her dersimde mutlaka sınıf tahtasının sağ kenarında bu şeklin olmasını istedim. Normlar hiyerarşisi ve anlamı konusunda yaptığım bu mücadelede ulaşabildiklerimde başarılı olduğumu düşünüyorum.
Fakat günümüzde yaşadıklarımıza baktığımızda yürütmenin en başından en sonuna kadar aynı düşüncenin hâkim olduğuna, kanun kitap tanımamanın yanı sıra yargının da tanınmadığına, ben yaptım oldu/olacak mantığının tüm ülke yönetimine hâkim olduğuna üzülerek tanık oluyoruz.
Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, en kısa tanımıyla faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukuki güvenlik sağlayan devlet demektir.
Bugünlerde başkanının hukuk devletini hatırlatan çıkışı nedeniyle hükûmetin hedefine oturtulan Anayasa Mahkemesi de hukuk devletini birçok kararında çeşitli şekillerde tanımlamıştır. Bunlardan biri “Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.” şeklindedir. Doktrindeki tanımla birlikte bu tanımın da artık havada kaldığına şahit olduğumuz günleri yaşıyoruz.
Temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınmadığı, hukukun evrensel kurallarına saygı gösterilmediği ve adaletli bir düzenin gerçekleşmediği bir ortamda hukuk devletinden söz edilemez.
Hukuk devleti ilkesinin temel bileşenlerinden olan yargı bağımsızlığı ise temel hak ve hürriyetlerin başlıca ve en etkin güvencesidir. Dolayısıyla yargı bağımsızlığının ihlali aynı zamanda hukuk devleti ilkesinin de ihlali anlamına gelmektedir.
Bugünün yöneticileri unutmamalıdır ki ayaklar altına alınan hukuk bir gün gelecek kendilerinden öncekilere lazım olduğu gibi onlara da lazım olacaktır.
Sağlıcakla kalın.