EZAN’IN VE İBADETİN DİLİ(*)
Ezanın ve İbadetin (Namaz) Türkçe olup olamayacağı, 1995 yılında olduğu gibi 1998 yılında da yoğun bir şekilde Türkiye’nin gündemini tutmuş ve tartışılan önemli konular arasında yerini almıştı.
Ezan nedir? Türkçe okunur mu? “Türkçe okunabilir” denildiğinde çokça tepki çekmesinin sebebi ne idi?
Ezan; haber verme, bildirme, ilân etme, çağrı demektir. Bu çağrının dilinin ne olacağı Kurân’da açıklanmamıştır. Ancak Peygamberimizin sünneti ile şekli belirlenmiştir. Buna göre Ezan “Allahüekber ile başlayan Lâilahe ill’Allah” ile biten sözlerden oluşmaktadır.
Bugünkü Ezanın şekli, Bilâl-i Habeşi’nin okuduğu Peygamberimizin de tasdik ettiği, Hutbe okunurken okunan ezandır. Hz.Muhammed Arap olarak bilinen bir topluma gönderildiği ve Arapça bilen bir toplumu çağırdığı için ezan Arapça okunmuştur. Eğer Peygamber Türk toplumuna gönderilseydi Ezanın, Namaza çağrının Türkçe olacağında şüphe olabilir mi? Bunda şüphe olmamalıdır çünkü Allah, anlayıp akletmeleri ve gereğini yapmaları için her Peygamberi gönderildiği toplumun/milletin dili ile göndermiştir.
Ezan; ortak bir sembol haline geldiği ve herkes onunla Namaza çağrıldığını anladığı için Arapça okunmasında sakınca yoktur/ olmamalıdır.
Ezan’a ve Kamet’e dayanak olarak alınan Âyet’te şöyle denilmektedir: “Ey İnananlar! Cuma Günü Namaz için çağrıldığınız vakit, alış-verişi bırakın, Allah’ı zikretmeye koşun. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” Hz. Muhammed (sas ), Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanında Cuma günü Birinci Çağrı (Ezan), imam Minbere oturduğunda yapılmıştır. Daha sonra inanan insanlar çoğalınca, Cuma’yı ve vakti hatırlatmak için Hz.Osman bir ezan daha okutmuştur. Bugün dış ezan denilen ezanın Hz.Osman ile başladığı anlaşılmaktadır.
Âyette “Allah’ı zikr”, hutbe olarak anlaşılmıştır. Bu hutbe, toplumu belli konularda bilgilendirme, haftalık gelişmelerden haberdar etme olarak icra edilmiştir. Bundan Cuma Namazı’nın “sosyal bir ibadet” olduğu çıkmaktadır. Bundan dolayı Cuma Namazı’nın kılınmasında ve kıldırılmasında bazı şartlar aranmıştır. Teşkilatlı bir belde de olmasının ve belli bir sayıda topluluğun bulunmasının istenmesi, namazın toplumsal yönüyle ilgili olmalıdır. Bu Namaz’daki Hutbe’de söyleneceklerden herkesin, kalabalık bir kesimin yararlanması murad edilmektedir. Bunun için hutbeler, çoğunluğun anladığı dille olmalıdır. Türkler arasında 1919 yılına kadar hutbeler, Arapça olmuştur. Arapça’dan halkın çok büyük ekseriyeti istifade edemediği için Arapça Hutbeyi Türkçe özetleyen mütercim sınıfı icat edilmiştir. Dinin gayesi anlaşılmak ve yaşanmaktır. Bundan dolayı Allah, Kurân’ı, anlasınlar diye, Araplar’a kendi anladıkları dil olan Arapça ile göndermiştir.
O halde Din’i anlamak ve yaşamak için o toplumun kültür dilinde/millet dilinde bilinmesi lâzımdır. Herkesin Arapça bilmesi mümkün değildir. Temel kaynakların Türkçe’ye tercüme edilmesi gerekmektedir. İranlılar ile Türkler İslâm’a girince,Arapça bilmeyen bu milletlerin, ibadet şekillerini belirlemek bir ihtiyaç halini almıştır.Devrin Müçtehidi (Hukukçusu) olan Türk bilgini İmam-ı Azam Ebu Hanife, bu durumda, ibadetin Arapça’dan başka bir dille olabileceğine dair fetva vermiştir.Kuteybe bin Müslim, Orta Asya’ya (Horasan) gelince, Arapça’dan başka bir dille de ibadetin yapılabileceğini bildirmiş ve Cuma Namazı’na gidenlere Beytülmal’dan para vermiştir. Böylece bazı ibadetlere teşvikte belli metotlar kullanılmış, ısındırma yolu benimsenmiş ve Din’in anlaşılması hedeflenmiştir. Bundan; amaç ile aracın ayrımının iyi yapıldığı anlaşılmaktadır.
Balıkesirli Devlet oğlu Yusuf’un, Fatih’in babası Sultan Murad adına yazdığı kitabın baş tarafına yazdığı beyitlerin sadeleşmiş şekli şöyledir: “Ebu Hanife, Kurân mânâdır, lafız değildir, dedi. Lâfız alettir, muteber olan mânâdır. Binaenaleyn Kurân’ın Farsça tercümesi de Kurân’dır. Bununla da namaz kılınır. Farsça Kurân’la namaz kılınınca başka dillerdeki ve meselâ Türkçe’de ki tercümelerle niçin kılınmasın?”.
Abbasilerden sonra ortaya çıkan Müslüman Türk devletlerinden Selçuklular Türk oldukları halde, Hükümet dili olarak Farsça’yı, ibadet dili olarak da Arapça’yı kabul etmiş oldukları anlaşılmaktadır. Selçuklular’dan sonra özellikle Anadolu’da devlet kurmuş olan Karamanoğulları ve Osmanoğulları, hükümet dili olarak Türkçe’ye önem vermişlerdir. Ancak İbadet’te, bazı istisnai durumlar bir yana bırakılırsa, Arapça hâkimdir. Aksaraylı Yusuf oğlu Abdurrahman, 1397’li yıllarda, yazdığı eserde, bir risale Türkçe yazmaya teşebbüs ettiğini, İslâm’ın kurallarını ihtiva eden bir kitabı Türkçe’ye tercüme ettiğini ve Diniyatın Türkçeleştirilmesi tezini savunduğunu dile getirmektedir. Türkçe yazdığı esere, İslâm’ın bilinmesi gereken kurallarını topladığı için “İmadül İslâm” adını verdiğini kaydetmekte; Türkçe olduğu için hafife alınmamasını, çünkü içindeki ilmin faydalı ve “Salih Amel” işi olduğunu da hatırlatmaktadır. Onun, eserinde, şöyle dediği nakledilmektedir: “Pes her kavmin dili kendilerine kıyas ve asıl olduğu gayr-i dilden istifade edemedikleri içindir. Hz.Peygamber, eğer bu diyara gelmiş olsaydı o dahi Türk Dili söyleyecekti. Halkın menfaati bu cihetten olduğu için,Allah her peygamberi kendi kavminin diliyle göndermiştir (İbrahim, 4)… Arapça okunmayan farzı terk eylemiş ve âsi olamaz. Böyle değildir. Maksud olan bilmektir. Ne tarikle (yolla) bilirse bilsin”.
O, kitabının baş tarafında, Allah’ın “ilmi gökten Arap dili üzerine indirdi”ğini, halkın menfaati o dil üzere olduğu için Arap âlimlerinin o ilmi Arapça beyan ettiklerini; İran bilginlerinin, bilginler için Arapça fakat halk için menfaatleri bu yönde olduğundan Farsça eserler yazdığını kaydetmektedir. Kendisi de, Türk halkının anlaması ve öğrenmesi için, Türkçe yazdığına ve anlaşılıp yararlanılmaya vesile olunmuşsa bunu Türkçe’ye borçlu olduğuna işaret etmektedir. Bu işarete sebep olarak da Türkçe yazılan eserlerin hafife alınmasını göstermektedir. Türkçe yazılan dinî eserlerin hafife alınmasına rağmen, Türk halkını bilgilendirmek için, kendisinin Türkçe yazmak gerektiğine inandığını ve Allah’ın da böyle istediğini vurgulama ihtiyacı duymuştur.
Kurân’ın başka bir dile tercüme edilip edilmeyeceği, Türkçe tercümesi ile okunmasının Kurân olup olmayacağı, Hutbe’nin, Ezan’ın ve İbadet’in Türkçe yapılıp yapılmayacağı asırlardan beri tartışılan konulardandır. Günümüzde de bu konular tartışılmaktadır.
Tanzimat’ın ilanı ile yapılan yenilikler arasında, Kurân’ın Türkçe olması ve ibadetlerin Türkçe yapılması da gündeme gelmiştir. Ancak, Padişahların aynı zamanda Halife olması dolayısıyla, Arapça dışında bir dilin gündeme gelmesi önlenmiştir. Bu; Osmanlı Devleti’nin Bursa’da, Edirne’de ve İstanbul’da açtığı medreselere Arapça’dan başka dili sokmamasına sebep olmuş; Türkçenin medreselere girmesini ve Türkçe konuşan halkın kendi dilinde, Dini konularda bilgilenmesini sınırlamıştır/ önlemiştir. Bu anlayış;Türkçe’nin ikinci dereceye itilmesine, gereken önemin verilmemesine yol açmıştır.
Kurân’ın Arapça olarak indirilmiş olması, Türklerin Arapçayı “Cennet dili” olarak nitelenmesinin sebebi olmuştur. Arapça konusundaki anlayış ve taassup, 1908’lere kadar devam etmiştir.
1908 İnkılâbından sonra Kurân’ın Türkçe okunması tartışmaları gündeme gelmiştir.
Ziya Gökalp, bu anlayışı, şu mısralarda dile getirmiştir:
“Bir ülke ki camisinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın,
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kurân okunur,
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır Vatanın. ”
Ziya Gökalp ve bu görüşte olanların karşısında fikir beyan edenler de olmuştur. Onlar da, Kurân’ın Türkçe’ye tercüme edilebileceğini ancak Türkçe tercüme ile namaz kılınamayacağını savunmuşlardır. Bu tartışmalardan sonra Namazlarda Kurân’ın Arapça, duaların ve hutbelerin Türkçe okunmasında şöyle böyle ittifak hâsıl olmuştur.
1919 yılından sonra Hutbeler Türkçe okunmaya başlanmıştır. 1924 yılından sonra bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle Kurân, Türkçeye tercüme edilmiş; Türkçe Kurân tefsirleri yazılmış; Sahih-i Buhari ve Riyazü’s Salih’in gibi Hadis kitapları Türkçe’ye çevrilmiştir. Türk Milletinin büyük çoğunluğunun anladığı dilde, dinî bilgiler veren kitapların basılması başlatılmıştır. Bu yöntem ile aynı zamanda Türkçe’nin yayılması ve kullanılması sağlanmak istenmiştir.
1940/1941’li yıllarda yasayla Ezan’ın Türkçe okunması istenmiş ancak; o dönemin Dine menfi baktığı, kasıtlı olduğu, Dini dejenere etmek istedikleri gerekçesiyle karşı çıkılmıştır. Bu konu da, diğer bazı konularda olduğu gibi, “Dinin vazgeçilmez rüknü” noktasına çekilmiştir. Belki o dönemin yönetim anlayışı ve bu konulara bakış tarzı, Türk Milleti’nin “Ezan konusu”nda hassas olmasına yol açmıştır.
Türkiye’de “Ezan Türkçe Okunmalı” yönündeki bir görüş, çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Ezan; bir haber verme, vakit ve ibadet vaktini bildirme vasıtasıdır, bir semboldür. “Sembol” olmuş, ortak bir vasıta haline gelmiş; okununca sözlerin manası büyük çoğunlukça anlaşılmasa bile, herkesin onunla ne denilmek istediğini anladığı ve yerleşmiş bulunduğu için Arapça okunması bir eksiklik değildir. Bunu değiştirmek, yıllardır yerleşmiş bir geleneği değişmeyi gerektireceği ve fitneye yol açacağı için Ezan’ın ve Namaz’ın şeklini değiştirmeye gitmek isabetli de doğru da değildir.
Allah, namaza çağrıyı alay konusu yapmayı kınamaktadır.Maide Suresi’nin 58. Âyeti’nde Allah, şöyle buyurmaktadır: “Namaza çağrıldığınız zaman, onu alay ve eğlence konusu yaparlar.Bu onların akıllarını kullanmayan bir toplum olduklarından dolayıdır”.
Ayet;Müslüman olmayanların, Namaz için çağrıda bulunulduğunda, onu alaya aldıklarını ve eğlence yaptıklarını, Ezandan hoşlanmadıklarını bildirmekte; onu hafife almanın ve onunla alay etmenin hoş olmadığını ortaya koymaktadır.Bu Âyetin,ezan okunduğunda, Müslümanlar namaza kalkınca Yahudilerin gülüp alay etmeleri sebebiyle indiği belirtilmektedir.
Netice olarak Allah; “Din”i insanlar anlasın ve onu uygulasınlar diye göndermiştir. Anlamak dille ilgili bir olaydır. Onun için Türkler’in Kurân’ı anlamaları, kendi dillerine tercümesine bağlıdır. Bunun için Dua, Hutbe ve benzeri şeylerin Türkçe okunması; anlaşılmayı kolaylaştıracaktır. Anlaşılmada Allah’ın istediğidir. Onun için herkesin İslâm’ın genel hükümlerini başkalarına ihtiyaç duymayacak şekilde öğrenmesi gerekmektedir. Herkesin temel konularda bilgi sahibi olması üzerine borçtur.Bunun yanında oturmuş, umuma mal olmuş, bazı kuralları anlaşılmakta zorluk yoksa, geri kalmamamızın sebebi değilse, devam ettirmekte sakınca yoktur. Oturmuş ve yerleşmiş bazı kuralları yerinden oynatmak her zaman faydalı olmayabilir; bazen, “Fitne” ye yol açabilir.Bu durumda;her zaman doğru olan değil, yapılanın doğruluğuna dikkat edilmelidir.