İSRAİL SORUNU
Coşkun BAŞBUĞ
Yazıda çok önemli olduğunu düşündüğüm hususu başlığa taşıdım. “İsrail Sorunu”…
Bugün Ortadoğu’da, Filistin’de, Gazze’de yaşananların anıldığı genel ad “Filistin Sorunu”. Oysa birçoğumuzun uygulanan algı operasyonunun etkisinde kalarak farkında olmadan “Filistin Sorunu” olarak dillendirdiği meselenin doğru adı “İsrail Sorunu” olması gerekir. Çünkü oraları işgale gelen, zorbalıkla devlet kurmaya çalışan ve bu uğurda yıllarca oluk oluk kan döken, yaşananların tek sorumlusu ve sorunun kaynağı doğrudan İsrail! Bu kısa hatırlatmadan sonra okur olarak sizler de hak vereceksiniz ki, bugüne kadar “Siyonizm” denen belayı farkında olmadan çoğunlukla Filistin sorunu olarak ifade ettik ve maalesef halen bu şekilde ifade etmeye de devam ediyoruz. Hatadan dönülmesi adına yaptığım bu kısa hatırlatmanın, gerekli hassasiyeti gösterdiğimiz takdirde gelecekte birçok getirisinin olacağını özellikle vurgulamak isterim.
Yarım asırdır sinsi bir virüs gibi İslam coğrafyasına adım adım sızan İsrail; döktüğü onca kana, işgal ettiği onca toprağa rağmen Kudüs’teki işgalini “Filistin Sorunu” olarak dünyaya kabul ettirmeyi başarmış yavuz bir hırsız. Üstelik bu diretmeyi, değindiğim gibi İslam âlemi dâhil tüm dünyaya kabul ettirmiş bir hırsız. Şüphesiz İsrail in bu başarısının altında yatan temel faktör yazılı ve görsel basındaki Yahudi hâkimiyeti. Siyonizm ele geçirdiği Medya gücünü kullanarak ürettiği yalanlarını âdeta insanoğlunun beyinlerine kazırcasına işledi. Bu uğurda çok aşağılık algı operasyonlarına girişti.
Bu kapsamda kimi okura basit bir ayrıntı gibi gelebilecek “Filistin Sorunu” söylemi aslında son derece önemli bir konu. İstediği kadar haklı olsun, Filistin sorunu diye söze başlayan bir kimse, hiç farkında olmadan mücadeleye 1-0 mağlup başladı demektir. Dolayısıyla bu söylemin üzerinde hassasiyetle durarak oyunu bozma adına doğru tabiri kullanmak büyük önem arz ediyor. Burada hepimize düşen görev bu konuya gerekli özeni göstererek anlatımlarda doğru ifadeyi kullanmak ve meseleyi olması gerektiği gibi “İsrail Sorunu” olarak tanımlamaktır. Bu kısa hatırlatmadan sonra gelelim ana meselemize….
Kudüs!
Üç semavi dinin merkezi olarak bilinen kutsal mekân. Müslümanlık, Hristiyanlık ve Musevilik..
İnsanlığın, medeniyetlerin çıkış noktası olan Ortadoğu ve onun kalbi olan Kudüs….
Dünya tarihinin başlangıç dönemine şahitlik etmiş ve tarihin her döneminde önemli olaylara ev sahipliği yapmış bir bölge. Yaradılıştan bugüne uğruna en çok savaşılan toprak parçası olan Kudüs bu özelliğini yitirmeme adına âdeta tarihle savaşıyor, ona direniyor.
Bu savaşların en önemli nedenlerinden biri; bölgenin yeryüzündeki tek tanrılı en büyük üç din olan Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Museviliğin ruhani merkezi olmasıdır. Peki, nedir Kudüs’ü kutsal kılan bu gerekçeler? Nedir Kudüs’ü bu derece önemli kılan meseleler? Bölgeye bu özelliği kazandıran nedenler ancak semavi dinlerin incelenmesi ile tespit edilebilir.
Örneğin dinimiz açısından incelendiğinde Kudüs, Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal mekândır. Bu kutsallığından dolayı, yakın zamana kadar, hacca giden Müslümanlar muhakkak Kudüs’e uğrardı. Kudüs’ün Müslümanlar için kutsal olmasının diğer nedenlerin biri ise; Mescid-i-Haram ve Mescid-i Nebevi’den sonra harem mescitlerinin üçüncüsü olan Mescid-i Aksa’nın burada olmasıdır. Mescid-i Aksa; Kuran’da adı geçen iki camiden biri olup, Müslümanların ilk kıblesi olması ve Peygamberimizin miraca yükselmek için yaptığı gece yolculuğunun burada gerçekleşmiş olması nedeniyle çok kutsal bir mekândır. Ayrıca; Peygamberimizin namaz kılıp imamlık yaptığı mağarayı ve Hz. İbrahim Peygamberin oğlu İsmail’i kurban etmek için yatırdığı taş ile Peygamberimizin Burak atına binmek için bastığı kayayı bulunduran Kubbet’üs Sahra yine Kudüs’tedir.
Hıristiyanlık inancına göre; Hz. İsa burada doğmuştur (Beytüllahim) ve burada bulunan “Kıyamet Kilisesinde” çarmıha gerilerek öldürülmüş ve buraya gömülmüştür. Yine Hz. Meryem’in yaşadığı yer burasıdır (Nazaret). Ayrıca Hıristiyanlık dini buradan doğmuştur.
Musevi inanışına göre; İbrani Krallığı burada kurulmuştur ve kutsal saydıkları Hz. Süleyman Tapınağı buradadır.
İslamiyet, Osmanlı, Hoşgörü…
Kadim Türk Milleti, genlerine işlemiş özellikleriyle 18 Mayıs 2018 günü Yenikapı’da toplanarak İsrail saldırılarına maruz kalan Filistinli kardeşlerine destek mitingi düzenledi., Günlerden hafta sonu, mevsimlerden yaz ve aylardan Ramazan ayı olmasına rağmen Mitinge yüzbinler katıldı. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP Başkanı Bahçeli olmak üzere cumhur ittifakı yine tam kadro alandaydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı konuşmada Kudüs’ü anlatırken üzerine basarak üç semavi dinden bahsetti. Erdoğan bu cümleyi boşuna kurmadı. Burada yedi düvele giden ince mesajlar vardı. Hoşgörü sahibi İslamiyet, hoşgörü sahibi Osmanlı, asırlardır Kudüs’ü üç dinin merkezi olarak kabul etmiştir.
Yaratanın emriyle inancımız gereği hak dinin İslam olduğunu biliriz. Çünkü yaratan Allah Al-i İmran suresi 19’uncu ayette; “Allah indinde hak din yalnız İslam’dır!” der. Buna rağmen hoşgörünün hâkim olduğu İslamiyet, onun yeryüzündeki en önemli temsilcisi Osmanlı ve bu cihan devletinin küllerinden doğan Türkiye tarih boyu diğer iki semavi dinin inançlarını saygı ile karşılamış ve bu dinlerin inançlarını kendilerince uygulamalarına hoşgörü ile bakmıştır. Çünkü bu hoşgörüyü bize dinimiz emrediyor. Ta ki biri dinimize, biri kutsallarımıza saldırana kadar!
Yumurta-Tavuk denklemi…
Musevilerce “Jarusalem” olarak anılan Kudüs yukarıda belirttiğim özelliklerinden dolayı üç semavi dinin ruhani merkezidir. Biz böyle bir anlayışa sahibiz. Ancak acıdır, bu anlayış tarih boyunca sadece İslam dünyasında karşılık bulmuştur. Zira Museviler tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşen olaylardan da anlaşılacağı gibi sadece kendini var sayıyor ve diğer inançları yok hükmünde kabul ediyor. Hristiyan dünyası da onun bu duruşunu el altından destekliyor ve olan biteni sadece seyrediyor.
İşgal ettiği günden itibaren bölgede hep bu mantıkla hareket eden İsrail geçtiğimiz günlerde güttüğü Amerika Birleşik Devletlerini zamanın geldiğini düşünerek sahaya sürdü ve iki devlet el ele vererek tarihi bir çılgın çıkış yaptılar. Amerika devlet başkanı Trump; bahse konu çılgın çıkışla, 06 Aralık 2017 günü, dünyanın gözü önünde ve özelliklede İslam âleminin gözlerinin içine bakarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdıklarını açıklayan kararı imzaladı. Üstelik sadece imzalamakla kalmadı, sözde devlet olarak almış oldukları bu kararın imza törenini gövde gösterisine dönüştürdü. Kameralar önünde attığı imzayı bir sağa, bir sola gösteren Trump, dolaylı olarak bu tavırlarıyla dünyaya meydan okuyor ve adeta sessizce “Var mı bu imzaya karşı duracak babayiğit!” diye sesleniyordu. Hep tartışılan odur ve bu tartışma yumurta-tavuk denklemine dönmüştür. ABD'mi İsrail’i yönetiyor, İsrail‘mi ABD'yi yönetiyor. Hemen net cevabı vereyim. İsrail ABD'yi yönetiyor. Bu tespite en büyük delil işte bu çıkıştır. Trump’ın bu çıkışının siyasi olduğunu söyleyen aklı evveller çıktı. Şimdi hep beraber muhasebe yapalım. Amerika da yaşayan üç, dört milyon Yahudi olduğunu varsayalım. Bunun seçmen sayısı üç milyon diyelim. 250 milyonluk Amerika’da üç milyon seçmen oyunun lafımı olur. Demek ki bu çıkış siyasi değilmiş, demek ki bu çıkış bir projeymiş. Bu projede elbette artık sağır sultanların bile duyduğu ve bildiği “BÜYÜK İSRAİL”
Birleşemeyen Milletler (BM)
Trump’ın bu nabız yoklayan imza gösterisi, “Var mı babayiğit!” diyen çıkışı Anadolu’dan gelen “Evet var!” sesiyle anında karşılığını buldu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gerçekten yoğun gayretleri ve cumhur ittifakının da yoğun destekleriyle, Amerika’nın bir günde küllenir diye tahmin ettiği olay bir anda dünya gündemine oturdu. Sahadan sessizce kaçmaya çalışan Hristiyan dünyası Türkiye’nin üstün gayretleriyle topa girmek zorunda kaldı ve kurulduğu günden beri bir türlü birleşemeyen BM belki de tarihinde ilk defa birleşti ve 128 kabul, 9 Ret, 35 çekimser oy gibi ezici bir sonuçla Amerika’nın kararını reddetti. Oylamada ABD ve İsrail lehine oy kullanan 9 ülke; Palau, Nauru, Togo, Mikronezya, Guatalama, Honduras ve Marshall Adaları gibi ülkeler vardı. Bu ülkelerin hepsini birleştirin bir köy etmez ancak uluslararası platformda ülke statüsünde muamele görüyorlar.
Aynı husus İslam Dünyası içinde geçerliydi. Amerika’nın bu çıkışına normal şartlarda kılı kıpırdamayacak İslam âlemi, Türkiye’nin dönem başkanlığını yaptığı İslam İşbirliği Teşkilatını (İİT) olağanüstü toplantıya çağırmasıyla bir araya geldi ve Amerika’nın bu küstah kararını kınadığını ve tanımadığını açıkladı. Bilindiği gibi İslam İşbirliği Teşkilatı 25 Eylül 1969’da Suudi Arabistan’da kuruldu ve 57 üyesiyle BM den sonra en büyük teşkilat.
İsrail ve ABD'den yoklamaya devam!
İsrail ve ABD gözü dönmüş saldırgan tavırlarını tüm bu çoğunluk tavırlarına karşı uygulamaya geçirdi ve 14 Mayıs 2018 günü ABD Tel Aviv’deki elçiliğini Kudüs’e taşıdı. Buna tepki veren Filistinliler onurlu bir duruş göstererek eylem yaptılar ve bu eylemler esnasında tarih tekerrür etti ve katil İsrail’in katil askerleri genç, yaşlı kadın çocuk demeden silahla saldırdı ve 100’den fazla insanı üç beş günde katletti. Tüm dünya ve İslam alemi olarak bizler bu filmi daha önce defalarca seyrettik ancak sanki ilk defa seyrediyormuş gibi cılız tepkiler verdik. Bu tepkiler işe yarar mı, Israil bu saldırılarını durdurur mu? Hemen kesin ve net cevaplandırayım. Bu tepkiler hiçbir işe yaramaz ve İsrail saldırılarını durdurmaz. Çünkü İsrail bir proje peşinde, çünkü İsrail İslam âleminden bir tehlike bir saldırı gelmeyeceğini çok iyi biliyor.
Bilindiği gibi, yazımın başında belirtmiş olduğum gerekçelerden dolayı İslam âleminin en kutsal mekânlarından olan Mescidi Aksa 21 Ağustos 1969 tarihinde yakıldı. O günlerde İsrail’in ilk, dünyanın üçüncü kadın başbakanı olan Golda Meir anılarında şöyle söylüyor; “O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım. Zannediyordum ki, Müslümanlar dört bir taraftan İsrail’e girecekler. Lakin sabah oldu ve korkulan olmadı. İşte o zaman idrak ettim ki, biz dilediğimizi yapabiliriz. Zira Müslüman ümmeti uyuyan bir ümmettir” İşte İsrail’in bugünkü saldırısının temelinde yatan cesaret buradan kaynaklanıyor. Gerçekten de teşhis doğru ve bu saldırılardaki cesaretin ana kaynağı İslam âleminin üzerindeki ölü toprağı. İslam âleminin içine düştüğü durumu en güzel Yenikapı mitinginde yaptığı konuşmayla Cumhurbaşkanı Erdoğan vurguladı. Bu devasa âlem maalesef pısırık, korkak, adam sendeci bir tavır sergiliyor dedi. Peki, bu aciz durum böylemi gidecek? Koca İslam âlemi teslim mi olacak?
Ne yapmalı?
İslam âlemi asla teslim olmayacak, asla boyun eğmeyecek, çünkü ortada henüz kaybedilmiş bir şey yok. Oyun daha yeni başlıyor. Yalnız kaybedecek zamanda yok. İslam dünyası acilen yapılacakların neler olduğunu belirlemek üzere enine boyuna meseleyi masaya yatırmalı. Bu işte şüphesiz başı majör İslam devletleri çekecek. Yani; Türkiye, İran, Pakistan.. Majör olabilecek diğer İslam devletleri Mısır ve Suudi Arabistan’ı dâhil etmedim, çünkü bu devletlerin durumu ortada. İki devlet şu an adeta ABD'nin 51’nci eyaleti konumundalar. Ama bunun da hiçbir önemi yok, çünkü saydığım üç devlet bir araya gelmeyi başardığı takdirde bu iş çok çabuk çözülür. Burada zayıf halka İran! İran bugüne kadar İslam âlemine inanılmaz zararlar veren ayrılıkçı, mezhepçi politikalar izledi. Eğer bu ısrarından vazgeçerse oluşacak gücün önünde duracak güç yok.
Bu arada hatırlatmakta fayda var, İslam âlemi sarı öküzü vereli çok oldu ve artık tehlike çanları çok yakından çalmaya başladı. Dolayısıyla İslam âlemi bugünden tezi yok derhal bir araya gelmeli ve acilen NATO benzeri bir askeri yapılanmaya gitmeli. Burada tek çıkar yol bu! Bunun haricinde tüm tedbirler oyalama taktiği olur. Uluslararası güç mücadelesinde temel koşul olan “Silahların Eşitliği İlkesinden” hareketle İslam âleminin İslam ordusunu kurmaktan başka şansı yok. Size mermi atan, size füze atan, size top atan katil İsrail askerine sapanla, çocuk çolukla karşılık veremezsiniz. Mücadeleyi sürdürebilmek ve düşmanı etkisiz hale getirmek için eşit silahlarla çatışmak zorundasınız. Burada eşitliğin karşılığı İslam Ordusudur. Yani düzenli ordu, caydırıcı güç. Bu yapılmadan Golda Meir’in uykularını kaçıramazsınız, bu yapılmadan Siyonist’in korktuğunu başına getiremezsiniz.
İslam İşbirliği Teşkilatı da meseleyi benim gibi görmüş olacak ki, 18 Mayıs 2018 günü miting sonrası yapılan toplantının sonuç bildirgesinde, “İslam Barış Gücü” oluşturma konusu tavsiye niteliğinde yer aldı. İlk defa olması açısından önemli sayılabilecek bu gelişme korkarım kâğıtta kalacak. Çünkü aradan geçen bunca güne rağmen görünürde herhangi bir gelişme yok. Buradan söyleyeyim; İslam İşbirliği Teşkilatı üye devletleri bu konuyu hayata geçirmek için acilen tekrar bir araya gelmeli ve her üye devlet gücü oranında gerek ekonomik gerek personel, gerek araç ve gereç, gerek silah yönünden kurulacak orduyu takviye etmeli, bu gücün derhal kurulmasını sağlamalı. Çünkü ikaz edeyim İsrail asla durmayacak, çünkü ikaz edeyim bu iş sadece Kudüs’te kalmayacak. İslam alemi ölü toprağını eşeleyemezse Mekke ve Medine de elden gider, benden söylemesi.
İslam âlemi silkinmeli ve üzerindeki ölü toprağını atarak acilen kendine gelmeli. Yapılacak iş çok basit. Hemen yol haritası çizilmeli, kurulacak barış gücünün merkezi Ankara’da olmalı. Hadi el değmişken ordunun isim babalığını da ben yapayım.
“Birleşik İslam Gücü” (BİG)