NOSTALJİ: 1990’LARA GERİ DÖNÜŞ

30 Ağustos 2018 17:36 Coşkun BAŞBUĞ
Okunma
1641
NOSTALJİ: 1990LARA GERİ DÖNÜŞ

NOSTALJİ: 1990’LARA GERİ DÖNÜŞ


Coşkun BAŞBUĞ


İç siyasete kilitlenen Türkiye’de gündem seçimlere odaklandı. Bu haklı telaş yanında dış politika bir anda ikinci plana atılmış gibi görünüyor. Ama gerçek hiçte öyle göründüğü gibi değil. İç siyasetin hızına ayak uyduramasa da derinden, sessizce ve oldukça başarılı yürütülen bir dış politika var. Bu iki süreci birlikte yürütmek de öyle göründüğü gibi kolay bir iş değil, hele bir de bizdeki gibi bir muhalefet varsa..!
Muhalefet deyince! Konuyla ilgisi yok gibi görünüyor ama ben hem ilgisi olduğunu düşündüğümden hem de önemli bir husus olduğunu bildiğim için yeri gelmişken muhalefetle ilgili güncel bir örnek vermek istiyorum. Bildiğiniz gibi Amerika; tescilli CIA ajanı, rahip kılığına girmiş Brunson denen kişi adına ciddi bir iade kampanyası yürütüyor. Bu kampanyaya Amerika Başkanından tutun senatörlere kadar birçok kişi müdahil oldu. Amerikalı 66 senatör, Brunson’un serbest bırakılması için imzaladıkları bir mektubu 28 Nisan 2018 tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gönderdiler. Başvuruda 43’ü cumhuriyetçi ve 23’ü demokrat partili olmak üzere toplam 66 senatörün imzası var ve zaten toplam senatör sayısı da 100. Muhalif olan iki parti konu ABD çıkarları olunca anında tek yumruk oluverdiler. Ne diyelim tebrik etmek lazım, darısı bizim muhaliflere.
Bu kısa iğnelemeden sonra konumuza dönelim. Günümüzde dünya siyasetinde geri kalmak istemiyorsanız iç ve dış politika sürecini birlikte yürütmek zorundasınız, zaten büyük devlet de böyle olunuyor, ikisini de eş zamanlı ve kuyruğu birbirine değmeden yürüterek. Üstelik yürütmeme, yürütememe, kayıtsız kalma gibi bir lüksünüz de yok, çünkü dünya devletleri asla boş durmuyor. Gözünü para ve kan bürümüş emperyalist güçler adeta “kuduz köpek” reaksiyonu ile sürekli saldırı halindeler ve sürekli yeni sinsi planlar kurma peşindeler. 
   
Dünya Hali
İşte emperyalin bu hallerinden dolayı hangi coğrafyaya giderseniz gidin, hangi ülkeyi ele alırsanız alın sorunlarından arınmış huzur içinde olan bir ülke bulamazsınız. Günümüzde emperyalin kendi ülkesi dâhil, istisnasız her ülkenin, kiminin iç kiminin dış siyasette ciddi sorunları var ve bu ülkeler dünyada azınlık durumundalar. “Azınlık” diye özellikle vurguluyorum, çünkü çoğunluk ülkelerin hem iç, hem de dış siyasette oldukça ciddi sorunları var ve şu an için etkileri yoğun olarak hissedilmese de görünmez bir siyasi ve ekonomik kriz tüm dünyayı sarmış durumda. Bugün dünyanın efendisi pozlarında gezinen küresel(!) kovboy ABD içte ve dışta hayati sorunlarla boğuşmakta. İçerde hayat pahalılığı, ekonomik kriz diz boyu ama bu handikabı dünya kamuoyundan saklama yönünde yoğun gayretleri var. Saklama isteklerinde çok haklılar, çünkü gün yüzüne çıktığı kâğıttan kaplan olduğu ortaya çıkacak.
Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan 50 milyon Amerikalının aş evlerinden beslendiğini bütün dünyanın öğrendiğini bir düşünsenize. Bu rakam Türkiye nüfusunun yaklaşık 3/2’si, Amerika Birleşik Devletleri nüfusunun ise 5/1’i demek. Basit matematikle her beş Amerikalıdan biri aç. Dıştaki durumu ise içtekinden çok daha kötü! Sürekli kan ve sömürü arayışında olan, bu maksatla işgal ettiği toprakları bataklığa çeviren Amerika Birleşik Devletleri, şimdi bu bataklıklarda can çekişiyor. Öylesine karmaşık ilişkililere girmiş ki bu çırpınış diğer dünya devletlerini de etkiliyor ve ciddi çalkantılara sebep oluyor. Özellikle Amerika’nın kayığına binen devletler bu çalkantıda çok ciddi savrulmalar yaşıyorlar. İşgalci Amerika öylesine açılmış, yayılmış, saçılmış ve dağılmış ki, şimdi panikle buradan nasıl toparlanırım derdine düşmeye başladı. Kore, Çin, Afrika, Irak, Suriye, Körfez, Avrupa, Rusya Amerikan’ın at koşturmaya çalıştığı birkaç coğrafyadan bazıları. Peki, dünya siyasetinde ön plana çıkan bu coğrafyaların sahibi olan devletler ve bu devletlerin kaderini etkileyecek gelişmeler ne yönde bunu bir inceleyelim.


Kore
Süper güç olarak bilinen devletlerin oyunuyla bölünen Kore yarımadasında son haftalarda ezber bozan gelişmeler yaşanıyor. 1950’de giriştiği senaryo savaşın ardından düşman kardeşler haline getirilen iki devlet o günden bu yana ilk defa barışa bu kadar yaklaştılar. Ocak ayında Güney Kore’de yapılan kış olimpiyatlarında düzenlenen açılış törenine iki ülke sürpriz bir çıkış yaparak tek bayrakla çıkma kararı aldı. Bu gelişmeyi buzların erimesi olarak yorumlayan Kuzey Kore lideri Kim Jong, Güney Kore Lideri Moon Jae’ini elinden tutarak tarihte ilk defa Kuzey Kore tarafına geçirdi. İki lider ateşkes kararı aldılar ve bu iyi niyetin göstergesi olarak ileride karşılıklı barış antlaşması imzalama konusunda da mutabık kaldılar. Savaş yıllarında yaşanan bölünmeyle birbirlerinden koparılmış aile ve akrabaların tekrar birleştirilmeleri yönünde önemli kararlar alındı. Bütün bu güzel gelişmeler gelişme göstermeye devam eder mi veya bu kararlar sahaya yansır mı bekleyip göreceğiz. Çünkü son yıllarda devletlerarası siyasette zemin o kadar kaygan ki, uzatılan bir dal gül bakmışınız bir anda kaktüse dönüvermiş. 
Zaten bu sorun Kore’nin kendi sorunu. Burada bizi ilgilendiren husus bu sürecin nereye varacağından çok bu sürecin neden yaşandığı. Yani ne oldu da iki Kore arasında işler bir anda bu hale geldi. Bu yaşananların Anadolu’daki karşılığı; “Düğün değil bayram değil eniştem beni neden öptü?” olur. Evet, Kim Young Moon Jae’ini neden öptü? Bu sorunun cevabı da Londra’dan başlıyor.
Kore örneğini biraz dikkatle incelediğinizde Güney ve Kuzey Kore’nin başına gelenlerle bugünkü Suriye ve Irak’ın başına gelenlerin tıpatıp aynı olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Bu ülkelerin ortak özellikleri emperyal güçler tarafından ikiye bölünmeleri. Kore yarımadası Güneyden ve Kuzeyden, Ortadoğu’da ise Irak ve Suriye ait olduğu Osmanlı’dan koparılarak bölündüler. Birbirleriyle akraba ve kardeş olan halklar bir gecede birbirlerinden ayrılmak zorunda kaldılar, saatler içinde deyim yerindeyse karpuz gibi ikiye bölündüler. Sözü geçen iki coğrafya her ne kadar birbirlerinden uzakta da olsalar uygulanan siyasetin aynı akıl olduğunu görmemek için bakar kör olmak lazım. Tarihe mal olmuş sinsi ve zor hissedilir İngiliz siyaseti böyle bir şey! Cetvelle bölünmüş haritalar ve birbirlerinden koparılmış insanlar.
Şimdi aynı ülkeler yarım asır sonra birbirleriyle kardeş olduklarını hatırlamaya başladılar. Irak ve Suriye açısından geri dönüşle ilgili yaşananlarda bir anlaşılmazlık, bir anormallik yok. Doğanın kuralı bu, her şey aslına rücu eder. Ancak iş Kore’ye dayanınca burada durup sorgulamak zorundayız. Hele bir de işin içinde Amerika Birleşik Devletleri ve bununda perde arkasında İngiliz varsa! Ne oldu da bu dostane sıcak yaklaşım bir anda iki ülkenin daha geniş bir pencereyle dünyanın gündemine oturuverdi?

İran
Obama döneminde; Amerika Birleşik Devletleri, Çin, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya tarafından 2015 yılında imzalanmış bir nükleer anlaşma var. Bugün aynı devletin aynı partiye üye bir başka başkanı Trump ortalığa dökülüyor ve İran ile imzalanan nükleer anlaşmayı yerden yere vuruyor ve bu anlaşmayı üstelik ortada geçerli bir gerekçesi olmadığı halde iptal edeceğini söylüyor. Devlette kişiler değişse de sürekliliğin esas olduğu kuralı tüm dünya tarafından bilindiği ve kabul gördüğü için diğer devletler bu girişime şimdilik oldukça soğuklar. Ama buna rağmen Trump bildiğini okuyacak gibi duruyor. Bu çıkış elbette tesadüf değil bu çıkış bir şeylerin hazırlığı ve bir şeylerin alt yapısı. İsrail in son günlerde sürekli İran’la savaş ihtimalinden söz etmesi, sürekli İran’ı hedef gösteren açıklamalar yapması ve üstelik İsrail parlamentosunun 30 Nisan 2018 günü, İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu’ya ve İsrail Savunma Bakanı Avigdor Lieberman’a hükümetin onayını almadan savaş ilan etme yetkisi vermesi görmeyi bilen gözler için Trump’ın bu çıkışlarının neyin hazırlığı olduğunu net ortaya koyuyor. Yahudi asıllı bir damadının olması elbette kolay bir yük değil!
İran açısından dışta bu işler gelişirken içte de bundan daha büyük sıkıntılar yeşeriyor.  İran ciddi ekonomik kriz yaşıyor ve bu ortam Amerikan’ın istediği bir ortam. Mantık basit hasmınızın başı yerden kalkmayacak. Şimdi dıştan baktığınızda İran için çekişen iki Amerikan yönetimi görürsünüz. Obama ve Trump…! Ama ben durumu hiçte öyle bize gösterildiği gibi görmüyorum ve bunun bir tiyatro olduğunu düşünüyorum. Bu tiyatronun nasıl bir tiyatro olabileceğini geçtiğimiz sayılarda “Yeni Düşünce” dergisinde yine bu köşede paylaşmıştım. O yazımda özetle şunları yazmıştım: Amerika Birleşik Devletleri nükleer antlaşmadan sonra İran’ın kavuşacağı parayı yayılmacı Şii politikalarına ayıracağını adı gibi biliyordu. Bu nedenle Obama kasıtlı olarak İran’la nükleer anlaşmayı imzaladı ve böylelikle ekonomik krizde olan İran halkını büyük beklentilere sokulmuş oldu. Amerika’nın kirli planı tuttu ve İran rejimi bu parayı ülke içi ekonomiye kazandırmadı. Hatırlanacağı gibi İran’da ekonomik sıkıntılar gerekçe gösterilerek geçtiğimiz günlerde CIA destekli bir ayaklanma çıktı. Rejim asırların verdiği tecrübe ile bu ayaklanmayı bastırdı ancak bunun tekrarlanmayacağının garantisi yok.

İsrail
Trump geçtiğimiz günlerde ilginç bir çıkış yaparak Suriye’den çıkacaklarını açıkladı. Buna tepki gecikmedi ve İsrail ile Suudi Arabistan anında karşı çıktı. Kulağı çekilen Trump hemen söylediğini yaladı, yuttu ve “Çıkacağım, kabuğumuza çekileceğiz!” diyen Trump, yanına yeni suç ortakları İngiltere ve Fransa’yı da alarak Suriye’ye hava saldırısı düzenledi.  Yahudilerin en etkili medya grubu olan Waşinghton Post gazetesi geçtiğimiz günlerde manşetten verdiği haberle zaten adeta bugünü resmetmişti. Ne diyordu manşet; “Amerika Birleşik Devletleri süper güçtür ve süper güç olduğu sürece Suriye’den çıkmayacaktır.!” Bu sözün üzerine, başka söze gerek var mı?
Amerika’nın bu saldırısı ve Suriye kararındaki ani dönüşünden sonra İsrail, eski eli kanlı ve saldırgan politikalarına keskin bir geri dönüş yaptı. İran’a tehditler, Filistinlilere saldırılar, Suriye’ye saldırılar ve hepsinden önemlisi şu an kimsenin dile getirmediği ancak ABD'nin uygulamaya kararlı olduğu “Kudüs” hadisesi. Malum ABD; 14 Mayıs’ta İsrail’deki büyükelçiliğini bu ülkenin başkenti olarak tanıdığı Kudüs’e taşıyacak. Tüm bunları birlikte değerlendirdiğinizde Ortadoğu’yu nelerin beklediğini görmek için uzman olmaya gerek yok.

Sonuç
Uzun bir süredir Amerika Birleşik Devletleri içinde Pentagon ve CIA arasında üstü örtülü bir soğuk savaşın yaşandığını hep dile getirdik. Bu savaş gerçekten güçler savaşıydı ve iki tarafa da ciddi yaralar açtı. Ancak her iki kanatta da omurga olmadığı için yaşadıklarına gülüp geçtiler olanları pişkinlikle karşıladılar. DEAŞ bitti diyen ABD'nin kamyonlarla kaçırdığı teröristlerin görüntülerini dünyaya servis ederek dünya kamuoyu önünde Amerika’yı iki paralık eden İngiliz istihbaratıydı. Ancak şimdi bu iki güç hiçbir şey olmamışçasına el sıkışarak kavgayı bitirdiler.
Evet, İngiltere ile derin Amerika arasındaki savaş bitti diyebiliriz. Hiç olmazsa şimdilik..! Bu işin kendilerine büyük zararlar verdiğini gören taraflar gizli bir anlaşma yaptılar ve aralarındaki soğuk savaşı bitirdiler. Bunun sahaya yansımalarını da Rusya ile yaşanan diplomat krizinde gördük. Bütün Avrupa, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri önderliğinde 1990’larda olduğu gibi tek yürek olup Rusya’ya adeta posta koydu. İsrail başa döndü. Ortadoğu’ya odaklanmaya karar veren Amerika Birleşik Devletleri birden Kore yarımadasında gerilimi bitirdi ve barış rüzgârları estirmeye başladı.
Kısacası Dünya 1980, 1990’lara keskin bir geri dönüş yaptı. Boşa yaşanmış, yerinde patinaj yapmış 40 yıl! Bu tez doğru mu? Bunu yaşayarak göreceğiz. Ama Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, İsrail’de yaşanan gelişmeler, bu ülkelerde son yaşanan birkaç askeri ve siyasi olaylar bunun böyle olduğunu gösteriyor.