“HEM O, HEM DE BU!”

04 Mayıs 2015 18:54 Ş. Adnan Şenel
Okunma
1819
“HEM O, HEM DE BU!”


Duygu, düşünce, davranış ve ruh halimizin zenginliğine ve çok renkliliğine rağmen, hayatı ve toplumu siyah-beyaz olarak sadece iki renkten ibaret gören; bu da bir tarafa, bu iki renkten birinden birini tercih etmeye kendini “zorunlu” hisseden insanlar için “gökkuşağı” bir anlam ifade etmez. Böylesi insanlar, gökkuşağında olmayan o iki renkle, yani siyah-beyazla kendilerini sınırlar ve kısıtlarlar; öyle ki, bu iki rengin karışımından oluşan gri tonlara bile tahammül edemezler.
Bu insanlar “Ya o ya da bu” mantığıyla hareket ederler ve dolayısıyla birini tercih ederken diğerini reddederler, yok sayarlar veya kötülerler. Yani tek gerçek ya da tek doğru, onlara göre ya tek bir renktir; ya da varsa diğer renk, o da külliyen kötüdür! Var oluşlarını ancak ve ancak diğerini yok sayarak veya kötüleyerek sağlayacağını düşünen bu “tek boyutlu” insanlar (ve zihniyetler) toptancı ve indirgemecidirler. Tıpkı, Kartezyen felsefede olduğu gibi, tıpkı determinizmde olduğu gibi, bütüncü-bütünleştirici değil, ayrıştırıcı ve parçalayıcıdırlar.
Bu yaklaşımın tipik örneklerini günlük hayatın her veçhesinde görmek mümkündür. Hatta kendimizin bile zaman zaman bu yaklaşımın bir kurbanı ya da üyesi olduğumuzu görebiliriz (kendimize karşı samimi ve dürüst olursak tabii)… Genellikle (veya tamamıyla) ideolojik tercihimizin ve yönelişimizin bu yaklaşımı sergilememizde tesiri vardır maalesef.
Mesela, toptan kabul veya toptan reddedişin bariz şekilde gözlendiği alanlardan biri de tarihtir; yani tarihî kişiler, olaylar ve olgulardır. Son zamanlarda (bilhassa sanal-sosyal paylaşım sitelerinin de yoğun şekilde kullanılmasıyla birlikte), bunu daha bir gözlemler olduk.
Uzun yıllar “resmî tarih” dersleriyle ve tezleriyle iğdiş edilmiş; tabiatıyla neredeyse tarihimizi tersten ve farklı şekilde öğrenmiş olmanın güdüklüğü ve bilgisizliğiyle yetişmiş bizler, işte bu tarihi yanlış, hatalı, eksik ve sübjektif değerlendirme hastalığının iflah olmaz kurbanları olarak, “ya o ya da bu” girdabında dönüp duruyoruz. Herhangi bir tarihî kişi ya da olay söz konusu olduğunda hemen bu mantık devreye giriyor ve tereddütsüz tavrımızı ortaya koyuyoruz.
İlkokuldan başlayıp üniversiteye kadar giden o malum tarih öğretimi sürecinde bizler, bir dönemin “çok iyi”, ondan önceki dönemin de “çok kötü”, bir önceki dönemin şahıslarının (padişahların mesela) “hain, müstebit, zalim”; sonraki dönemin şahıslarının da “kahraman, kurtarıcı”  olduğunu öğrendik… Çocukluktan gençliğe, körpe, saf ve ön hazırlıksız dimağlara yüklenen bu “bilgi” yığını, bizim tarihe bakış açımızı şekillendirdi. Neticesinde biz, “ya o ya da bu” mantığı çerçevesinde, tarihimizin bir dönemini “tu kaka” etmek, bir dönemini de göklere çıkarmak zorunda bırakıldık. Büyüklerin münasip bulduğu bu yöntemi (dayatmayı), küçüklerin ne sorgulama ne de reddetme şansı ve imkânı vardı.
Bilgiye ulaşma kaynaklarının ve yollarının çoğalması; arşivlerden yola çıkılarak yapılan araştırmaların artmasıyla birlikte, bazı tarihî gerçeklerin hiç de bize okullarda öğretilen “gerçek”lerle örtüşmediğini gördük ve anladık. Böylece körpe zihinlerimizin nasıl iğdiş ve iğfal edildiğini idrak ettik. Okudukça ve araştırdıkça tarihe bakışımız da haliyle değişti ve farklılaştı. Binlerce yıllık tarihimizin bir bütün olarak “bizim” olduğunu; bölünmemesi, parçalanmaması gerektiğini; iyisiyle, kötüsüyle, doğrusuyla, yanlışıyla tarih binasını oluşturan her tuğlanın “bizim” fırınımızdan çıktığının şuuruna vardık. Yani, o meşhur “saçaklı-fuzzy” mantığı da işin içine katarak “hem o hem de bu” der hale gelebildik nihayet.
Ne var ki, alışkanlıklarımızdan (ve belki de saplantılarımızdan) öyle kolayca kurtulamıyoruz ve hâlâ iğfal neticesi zihnimizde tortulaşan “bilgi”lerimizle yaklaşım sergilediğimiz de olmuyor değil. Misal, tarihe mal olmuş bir şahsiyeti “büyük” ve “kahraman” göstermek adına; bir başka tarihe mal olmuş bir şahsiyeti yerin dibine geçirmeyi sanki olmazsa olmaz bir kural gibi addediyoruz. Öyle ki, “kahraman” şahsiyetin onca hatasına rağmen bir “doğrusu” her şeye yeter sebep olarak öne sürülürken, “kötü” şahsiyetin onca olumlu hareketine rağmen bir “hatası”, bizim onu karalamak için tek ölçüt olabiliyor.
Kısacası, zihniyet bölünmesinden ve kısır döngüden kurtulmanın yolu, “Hem o hem de bu” diyebilmek; iyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla bize ait olanı kabullenmektir.