Küba lideri Fidel Castro, geçtiğimiz ay doğumunun 88. yıl dönümü vesilesiyle ülkemizdeki bazı marjinal grup, klik, örgüt ve partilerce anıldı. Castro’nun mücadelesi, davası ve kişiliğiyle ilgili paneller düzenlendi; yazılar kaleme alındı ve tabii ki bol bol övgüler sıralandı. Çökmüş bir ideolojinin “son temsilcisi” sayılan bir dinozora, hâlâ dünyada ve ülkemizde bir kısım romantiklerin methiyeler düzmesi garibimize gitmiyor. Neticede yeryüzünde yaşayan tek militan-devrimci komünist lider olarak bir o kaldı. El üstünde tutulması, antika eser gibi korunması ve hâlâ sosyalist-komünist toplum hülyası içinde yaşayan sempatizan ve militan devrimcilere bir sembol bir idol ve bir efsane olarak lanse edilmesi hiç de şaşılacak bir şey değil. Çünkü ellerinde kala kala yaşayan bir tek o mal kaldı.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünü ilan etmesi ve ardından Çin’in kademeli olarak kapitalizme kaymasıyla birlikte Marksist ideoloji (sosyalizm-komünizm) tarihin çöplüğündeki yerini aldı. Utanç Duvarı’nın yıkılmasını takiben başlayan bu çöküş sürecinde, yönetim şekli komünist-totaliter olan birçok ülke bu hüviyetinden kurtulup kabuk değiştirdi. Başka bir deyişle hızla su alan komünizm gemisi battı. Batan bu geminin filikasıyla su üstünde kalmayı başaran birkaç ufak ülkeciklerden (Kuzey Kore, Vietnam gibi) biri de Küba’ydı. Bu filikanın kaptanı Castro bu yüzden “el üstünde” tutulmayı ve hâlâ “umudunu” kaybetmemiş romantiklere bir idol olarak sunulmayı hak ediyor!
Küba’nın, bu ülkeye gitsin gitmesin, devrimciler tarafından “ideal” bir ülke; burada yaşayanların da “mükemmel” bir toplum olarak lanse edilmesi; sağlıkta ve eğitimde en üst seviyede bir sisteme sahip olduğunun ballandırılarak reklamının yapılması da yadırganmamalı. Çünkü ellerindeki tek “numune” bu... Devasa komünist ülkelerin-sistemlerin çökmesinin, yok olmasının, yerle yeksan olmasının yarattığı travmayı ve şoku en derin şekilde yaşayan sosyalist ideolojinin sempatizanlarının tutunacakları ve kendilerini avutacakları bir tek Küba ve onun “emektar” lideri Castro kaldı. Gözetim altında ve sadece belirlenen sınırlar içinde bu ülkeyi gezenlerin öve öve bitiremedikleri Küba’nın görünmeyen diğer yüzünde yaşanan sefaleti görmeden inatla, inançla ve ısrarla bu ülkeyi bir “komünizm cenneti”ymiş gibi pazarlayanların bu çırpınışlarını da hor görmemek lazım. Bu “inanmış” kişilere, “Mademki Küba bir cennet, niye Castro’nun kızı Amerika’ya iltica etti?” veya “Oligarşiye ve monarşiye karşı olan bir ideolojinin lideri, niye kendisinin koltuğuna kardeşini oturttu?” gibi “saçma” sorular sormayın; hem cevap alamamış hem de onları üzmüş olursunuz. Onları üzmeyin!
Batan geminin bir diğer malı da Che Guevara’dır. Bu romantik ve fakat acımasız gerillanın Latin Amerika topraklarında nasıl bir devrimci mücadele-savaş verdiğini belki birçoğumuz bilmeyebilir ama ülkemizdeki devrimci gençler satır satır ezberlemişlerdir. Che, devrimci gençlerimizin vazgeçilmez ve tartışılmaz bir numaralı “mit”idir, idolüdür, kahramanıdır! “Devrim kanla yazılır; devrim için gerekliyse şiddet mübahtır.” diyerek elindeki silahla acımasızlığın en klas örneklerini sergileyen Che Guevara da çökmüş bir ideolojinin suni teneffüs alması için kullanılagelen astım cihazı gibidir. Sadece mücadelesiyle ve yaptıklarıyla değil, kapitalizmin en belirgin özelliği olan “pazarlama” tekniğiyle de her daim gündemde tutuluyor bu “kahraman”! Tişörtlerden anahtarlıklara, şapkalardan çay kupalarına kadar her tüketim malının üzerinde Che’nin eşkâlini görürsünüz. Her romantik devrimci gencin odasının duvarını süsleyen, Che’nin o meşhur bereli posteri, umudunu kaybetmek istemeyen devrimciler için tencerenin altını hep sıcak tutan bir gaz ocağı vazifesi görmeye devam ediyor.
Ülkemizde de benzeri “efsane”ler yok mudur? Elbette vardır. Devrimci gençlere illaki bir kahraman, bir rol model, bir mit, bir idol sunulmalıdır. Onların söyledikleri, yaptıkları her gence örnek olarak gösterilmelidir. Onların yaptıkları devrimci mücadele, gençlerin yolunu aydınlatmalıdır. Haklarında kitaplar yazılmalı, filmler yapılmalı; her yıl dönümünde anma toplantıları düzenlenmeli; her fırsatta ve her mekânda onların isimleri telaffuz edilmelidir. Verdikleri mücadele esnasında yaptıkları her şey “meşru” gösterilmeli; ne yaptıysa halkı için, devrim için yaptığı vurgulanmalıdır. Bu yöntem size tanıdık geldi mi?
İşlediği suçlar nedeniyle, dönemin yönetimince idama mahkûm edilen üç devrimci militandan biri olan ve hâlâ bugünkü devrimci gençliğin rol modeli olarak gündemde tutulan Deniz Gezmiş de tıpkı Castro gibi, Guevara gibi, malum ideolojinin malum pazarlamacıları tarafından reklam ürünü hâline getirilmiş bir tüketim metaıdır. Batan geminin “yerli malı” olarak, başarılı bir şekilde “efsane” seviyesine yükseltilmiş; heyecan ve macera arayan gençlere “İşte siz de bunun gibi yiğit ve kahraman olmalısınız.” denilerek örnek gösterilmiştir. İdam edilmeselerdi şimdi tıpkı diğer akran yoldaşları gibi, kapitalizmin her türlü nimetlerinden faydalanarak belki de “köşeyi dönmüş” şekilde yaşıyor olacak olan bu gençlerin “denizdeki yılan” konumuna getirilmesi ne acıdır değil mi?
Bu gençleri “darağacındaki üç fidan” benzetmesiyle 70’li yıllardan bugüne kadar hep kullandılar ve şiddete, anarşiye, teröre bulaşıp hayatı kararan ya da hayat karartan militan gençlere “rehber” olarak gösterdiler. Son yıllarda ulusalcı-Kemalist-jakoben taifenin gözdesi haline gelen Uğur Mumcu’nun, ta uzun yıllar öncesindeki bir köşe yazısında “Vurulduk ey halkım unutma bizi.” diyerek bu gençlere övgüler dizip devrimci gençlerin de aynı yolda gitmesi çağrısını da biz unutmadık. Unutup da bu zihniyetteki insanları bugün “iyi adam” diye belleyenler yok mu? Elbette var… Şaşırmayın.
Tıpkı Hollywood’un, genç yaşta ölen oyuncuları hemen “efsane” hâline dönüştürerek pazarlama, reklam, tüketim malı hâline getirmesi gibi, sol ideolojinin simsarları da kendince “efsane”ler üretip kapitalizmin oyun kurallarıyla oynuyorlar. Bugün Castro dinozorunun doğumunu kutlayanların, öldükten sonra onu nasıl bir put hâline getireceklerini tahmin edebiliyor musunuz? Eh, demek ki, devrim bazen kanla yazılıyor bazen de “efsane”lerin basılı olduğu tişörtlerden elde edilen paralarla…
Sömürüye karşı mücadele verdikleri söylenilenlerin sömürüye kurban edilmeleri işte böyle bir şey olsa gerek…