BU DÜNYADAN BEDDUALARLA GÖNDERİLMEK…

29 Mayıs 2015 11:35 Ş. Adnan Şenel
Okunma
5731
 BU DÜNYADAN BEDDUALARLA GÖNDERİLMEK…

 

“Sherlock Holmes: Bu olayda, köpeğin gece
vakti oynadığı olumsuz rolün önemi var!
Watson: Fakat köpek gece hiçbir şey yapmadı.
Holmes: Oynadığı rolün önemi de bu zaten.”
 
 
Atatürk gibi imzası vardı; ilk parçası K harfinden oluşan iki parçalı, cafcaflı bir imza atardı. Atatürk gibi baklava dilimli süveter giyerdi. Atatürk gibi, tren penceresine kolları dayalı pozlar verirdi. Atatürk gibi baston kullanır, şapka giyerdi. Atatürk gibi, huzuruna assolistleri getirtir, kendine konser verdirirdi. Atatürk gibi; mitinglerde, toplantılarda, orada burada yaptığı konuşmaları “söylevler” adı altında kitaplaştırdı.
Ne var ki sadece “gibi”ydi bütün yaptıkları. Atatürk’e özenme, öykünme, onu taklit etme ve bütün bunları sergileyerek Atatürk gibi “takdir” görme isteğiyle yapmadığı, etmediği kalmadı. Öyle ya, ülkeyi karanlıktan kurtarmış, anarşi ve terörün belini kırmış, “vatan hainleri”ni derdest etmiş, memlekete huzur ve sükûn getirmişti; öyleyse ikinci bir “Atatürk” olmayı hak ediyordu! Darbenin sıcak günlerinde kulağına, halkın kendisi için “İkinci Atatürk” dediği de fısıldanmıştı ya, niye olmasındı? Ya goygoyculuk, yalakalık, dalkavukluktan ya da korkudan olsa gerek, bazı basın yayın organlarının da bu minvalde pohpohlamalarıyla iyiden iyiye kendini “İkinci Atatürk” görmeye başladı. Devlet dairelerinde, iş yerlerinde, esnaf dükkânlarında, okullarda, evlerde Atatürk’ün resminin yanına kendi resmi de konulmaya, heykelleri dikilmeye, oraya buraya ismi verilmeye başlanınca “Bu iş tamam!” dedi. Konsey başkanlığı geçiciydi; aslolan cumhurbaşkanlığıydı. O da olmalıydı netekim! Oldu da… Anayasa Referandumu’na bir de kendisinin cumhurbaşkanlığı seçilme “şartı”nı ekledi. Milletin bir an önce gitsinler diye -bilerek bilmeyerek okuyup okumayarak anlayıp anlamayarak- kabul ettiği Anayasa’yla birlikte kendi de Köşk’e oturdu. Böylece imza taklidiyle başlayan Atatürk’e öykünme süreci, Köşk’teki koltukla tamama erdi.
Lakin ömrünün bir bölümünü Atatürk’ü taklit ederek “İkinci Atatürk” olmayı hayal eden o “adam”, Atatürk gibi uğurlanmadı, defnedilmedi. Ölümünün ardından ne taziyeler vardı üzüntü ve başsağlığı içeren ne de dualar, tekbirler… Ne devlet töreni yapıldı ne bayraklar yarıya indirildi… Yıllarca görev yaptığı kurumda formalite bir tören; bir avuç cemaatin katıldığı cenaze namazı ve sadece yakınlarının iştirak ettiği defin merasimi…
Ordunun en üst makamında görev yapmış, ardından konsey başkanı, akabinde devlet başkanı, nihayetinde cumhurbaşkanı olmuş bir “adam”ın, bu görevlerde bulunduğu dönemlerdeki o azametli görüntüsüne tastamam tezat teşkil edecek şekilde “uğurlanışı”, nasıl yorumlanabilir? Başka bir ifadeyle, bir dönem ülke yönetimine damga vurmuş bir “adam”, nasıl olur da dualarla değil de beddualara ahirete havale edilir? Bir “insan” ne olmuştur da böylesine bir nefret ve husumet kazanmış; öldüğünde arkasından hayır değil de şer yüklü cümleler kurulmuştur?
Bugün kırk yaşın altında olup da eski bir cumhurbaşkanının böylesi ibret verici bir yalnızlıkla defnedilmesinin sebebini soranlara, en sarih ve doyurucu cevabı, bugün elli yaşın üstünde olanlar verebilir. Çünkü o “adam”ın neyi nasıl, niçin yaptığını, ancak o dönemde yaşayanlar bilir; görmüştür, duymuştur, hissetmiştir, bizzat yaşamıştır zira… Hele hele “Yaşayan değil çeken bilir.” misali, çekenler çok daha iyi bilir.
12 Eylül Dönemi’ni anlatan “Elma ve Bıçak” adlı romanımda, darbenin bir yıl öncesinden başlayıp cezaevlerinde sona eren süreçte, ülkede neler olup bittiğini, kimlerin neyi, nasıl ve niçin yaptığını işlemeye çalışmıştım. Bir generalin “Biz darbeyi bir yıl önce yapacaktık ama şartların olgunlaşmasını bekledik!” itirafıyla dönemin cumhurbaşkanının “11 Eylül’de oluk oluk akan kan 12 Eylül’de nasıl bıçak gibi kesildi?” sorusu üzerine kurguladığım romanda -darbecileri muhatap alan- üç soruya cevap arıyordum:
1. Mademki bir yıl önce darbeyi planladınız ve illaki yapacaktınız, niçin o bir yılı beklediniz ve o bir yıl içinde üç bine yakın insanın ölümünü seyrettiniz?
2. Şartların olgunlaşmasını beklerken olan bitene göz yummanın yanı sıra, şartların olgunlaşmasına katkıda bulundunuz mu? (Bk. Yazının başındaki Sherlock Holmes’ün cevabı.)
3. Ülkedeki terörü bitirmek bahanesiyle darbe yaptıktan sonra, cezaevlerinde -sizin emanetinizde olan- binlerce gence, dışarıdakinin kat kat fazlası bir terörü niye reva gördünüz?
O dönemde yaşayan bir genç olarak gördüklerimi, duyduklarımı, öğrendiklerimi ve kısmen de yaşadıklarımı kurgulaştırıp “edebî” bir türle şimdiki ve gelecekteki kuşaklara aktarmaya ve kırk yaşın altındaki insanların, o “adam”ın akıbetiyle ilgili sorularını bir nebze cevaplamaya çalıştım.
Fakat benim aktardıklarım, devede kulak misali, sadece sayfa sayısı mahdut bir romana sığabilecek kadar oldu. Oysa kulak haricinde, devenin tamamını dile getirecek çok sayıda insan, çok sayıda mağdur, çok sayıda şahit, çok sayıda mazlum var bu ülkede. Onlar, o “adam”ın hükümranlığı döneminde bu ülkede neler olup bittiğini çok iyi biliyorlar. Kendisi, kendisi değilse de bir yakını, yakını değilse de bir arkadaşı, dostu, komşusu o dönemde, “dışarıda” biten ama “içeride” daha beteri sergilenen kahpe teröre maruz kalmış insanlar hâlâ hayattalar.
Her gittiği şehirde “Ben sizin hemşerinizim.” yalakalığına ve sahte şirinliğe soyunan; A’dan Z’ye hemen her konuda kendi cahilliğine paralel ahkâmlar kesen, özdeyişler yumurtlayan; başörtüsünü “Kadınlar yemeğe saç dökülmemesi için takar.” diyerek küçümseyen; “Gerekirse raftaki ekmeği almak için Kur’an’ın üzerine basabilirsiniz.” diye fetvalar veren o “adam”, kimi genci yaşını büyüttürerek kimi genci suçu sabitlenmediği hâlde alelacele darağacına göndermiş, toplumun gazını almak için “Denge olsun diye bir sağdan bir soldan astık.” demiş; “Niye gençleri yangından mal kaçırır gibi idam ediyorsunuz?” diye soranlara da “Asmayalım da besleyelim mi?” gibi aşağılık bir cevap vermişti.
Her şeye rağmen hakkını verelim; o “adam” tükürdüğünü yalamayacak kadar “mert”; yaptığının arkasında duracak kadar “delikanlı”ydı. Kendisinin yargılanmaması için Anayasa’ya madde koydurmasına rağmen o maddenin kaldırılmasının ardından yargılanmış, suçlu bulunmuş, rütbesi sökülmüş ama buna rağmen “Yaptıklarımdan pişman değilim; bugün olsa yine aynısını yapardım.” diyerek, o sondalı durumuna rağmen “dik” durmuştur. Asla nedamet getirmemiş, yaptıklarından pişmanlık duymamış, utanmamıştır! Mamak’ta, Metris’te, Diyarbakır’da on binlerce gencin işkence tezgâhlarından geçirmiş; yüzlercesini işkencelerde öldürmüş, o gençlerin dışarıdaki anne babalarına, eşlerine, çocuklarına manevi işkencenin en şiddetlisini yaşatmış ama o “adam”, bir günden bir güne yaptıklarından bir dirhem pişmanlık duymamış; mağdur ettiği insanlardan özür ve af dilememiştir.
Milletin vergileriyle ve devletin inayetiyle kendisine verilen o şerefli makamı, elbiseyi ve rütbeleri, bilindik ve müzmin “halaskârlık” fırsatçılığıyla istismar eden o “adam”, yanındaki bavullarla gerçekleştirdiği darbenin keyfini, o gençlerin etini gümüş tabaklarda yiyerek kanlarını altın kadehlerde içerek şaşaalı bir dönem sürdürdü… Sonra?
Sultan Süleyman’a kalmayan bu dünya ona mı kalacaktı? Kalmadı da netekim! Öbür dünyada, hesap gününde akıbeti ne olur orasını şüphesiz ki Allah bilir…  Ama bu dünyadaki hesabının faturasını, “yalnız” ve “zavallı” bir “adam” olarak gömülmekle ödedi; arkasından bağıran insanların nidalarıyla: “Hakkımızı helal etmiyoruz!”