Vatanını, milletini sevmek, onun için her fedakârlığa katlanmak, millî ve manevi değerlerini korumak ve yüceltmek, ülkesinin kalkınması ve gelişmesi için çaba göstermek, bu nedenlerle de kendisini mükemmel bir şekilde yetiştirmek ve çağın bilgi ve becerileri ile donatmak anlamına gelen milliyetçilik; günümüzde çokça konuşulan ve tartışılan konulardan biri olma özelliğini devam ettirmektedir.
Uluslaşma sürecini tamamlayan Batılı ülkelerde yukarıdaki anlamda milliyetçi olmak her vatandaş için insani, vicdani, ahlaki ve hukuki bir anlam taşırken az gelişmiş toplumlarda ve zaman zaman da memleketimizde bazı çevreler tarafından sanki bir suç bir günah gibi değerlendirilmekte ve bu şekilde bir algı yaratılmakta veya yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda bir İngiliz’in, Fransız’ın veya Alman’ın mensubu olduğu milleti gururla söylemesi, dilini dünyanın her yerinde konuşması ve dünya dili hâline getirmeye çalışması, kendi devletinin ve milletinin menfaatlerini nerede olursa olsun canla başla savunması onlar için en doğal bir vatandaşlık görevi olarak kabul edilmektedir. Maalesef yakın tarihimize ve bugünümüze baktığımızda, kendi insanlarımızın bazılarında söz konusu anlayışı görememenin burukluğunu yaşamaktayız.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecine girmesiyle birlikte, ortaya atılan kurtuluş çarelerinden biri olarak görülebilecek olan Türkçülük akımı, Türk milliyetçiliğinin önemli kilometre taşlarından birisidir. Daha başlangıçta, bu düşünceye katkı sağlayan ve savunan fikir adamlarının düşünce ve yaklaşımlarından faydalanma yoluna gidilmemesi bir yana, insafsız ve acımasızca eleştirilere ve saldırılara maruz kalmışlardır. Devlet yöneticilerinden bazıları daha ileri giderek söz konusu fikri savunanları yıkıcı, bölücü ve ülkenin birliğini ve beraberliğini bozan kimseler olarak da değerlendirmişlerdir.
Bu dönemde devleti kurtarmak üzere geliştirilen üç temel düşünceyi; İslamcılık, Osmanlıcık ve Türkçülük olarak ifade etmek mümkündür. Ziya Gökalp’in Türk milletini kültürel bir çatı altında birleştirme yaklaşımının yanı sıra Yusuf Akçura’nın dünyada yaşayan bütün Türkleri kültürel ve siyasi açıdan birleştirme fikri, Türkçülük başlığı altında incelenebilir. Yukarıda belirtildiği üzere bu düşünce ve anlayış Türk milliyetçiliğine önemli bir fikrî zemin oluşturmuştur. Bu yaklaşım; esasen Meşrutiyet Dönemi’nden itibaren aşama kaydetmiş, çeşitli zeminlerde Türk ve Türkçe kavramları daha sık kullanılmaya başlanmıştır. Bu durumu, Kanunuesasi’de devletin resmî dili olarak Türkçenin benimsenmesi ve memurlara Türkçe bilme zorunluluğu getirilmesi açıkça ortaya koymaktadır.
Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonucu, bu enkazdan yeni bir yıldız olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin doğmasında, başlangıcı Türkçülük hareketine dayanan Türk milliyetçiliğinin çok önemli bir payı olduğu bilinmektedir. Avrupa’daki ulus devlet anlayışının bize yansıması ve bizdeki karşılığı, millî devlet ve milliyetçi anlayışın devlet yönetimine hâkim olması olarak görülebilir. Bu yaklaşımı, Cumhuriyet’in kuruluşunda ve felsefesinde açıkça görmek mümkündür. Türk milliyetçiliği etnisiteye dayanan bir anlayışı asla kabul etmemektedir. Atatürk; Ziya Gökalp’in görüşlerinden de etkilenerek millî bir devlet oluşturmak için “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkına Türk milleti denir.” ifadesiyle Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini, millet ve milliyetçilik anlayışını ortaya koymuştur.
Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçilik hareketleri, millî bilinci pekiştirme ve daha iyi yaşam koşulları elde etme, refahın daha adil bölüşümü, din-devlet ilişkileri gibi tartışmalar üzerinden yürütülmüş ve kabul görmüştür. Türk milliyetçiliği ise daha çok var olma mücadelesi etrafında gelişmiş ve bütün sosyal olgular gibi aslında çok daha eski dönemlerden ödünç alınan bir geleneğin devamlılığını yerine getirmeyi amaçlamıştır. Batılı kaynaklarda daha çok milliyetçilik etnik temelde değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, Türk milliyetçiliği etnik bir yaklaşım olarak ele alınamaz. Bu durumu Ziya Gökalp şöyle açıklamıştır: “Millet; lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.” Bu açıklama ve yukarıda belirtilen Atatürk’ün ifadesi açıkça ortaya koymaktadır ki Türk milliyetçiliği ırk birliği olarak değil, kültür birliği olarak şekillenmektedir.
Türk milliyetçiliğinin meşakkatli yolculuğu maalesef Cumhuriyet Dönemi’nde de devam etmiştir. Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi içinde yer alan ve temel ilkelerden biri olarak kabul edilen milliyetçilik, zaman zaman hak etmediği saldırılarla karşılaşmıştır. Özellikle Atatürk sonrası dönemde devleti yönetenlerden bazıları; Türk milliyetçilerini, fikir ve düşüncelerinden dolayı yargılamışlar ve çeşitli cezalara çarptırmışlardır. Vatanını milletini sevmek, bu uğurda çalışmak ve fikir üretmek bazen suç olarak kabul edilmiş ve yasaklanmıştır. 3 Mayıs 1944 tarihinde Türk milliyetçilerine yönelik yapılan suçlamalar ve yargılanmaları buna en çarpıcı örnek olarak gösterilebilir. Öte yandan 1980 Darbesi sonrası askerî yönetimin, Türk milliyetçilerinin ve dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin üzerinden tanklarla geçip âdeta yok etmesi düşündürücüdür. Bu ve buna benzer durumlar Türk milliyetçiliğinin düşünsel ve pratik alanda gelişimini yavaşlatmıştır. Bunun sonucu olarak, Türk milletinin gelişmesi ve kalkınması, dolayısıyla çağdaş milletler arasında yer alması gecikmiştir.
Türk milliyetçiliği, fiilî olarak bir devlet ilkesidir. Bu kapsamda kabul görerek her alanda egemen olması beklenen doğal bir refleks olmalıdır. Ancak, siyasi alanda mücadelesi yapılan bir fikir sistemi hâline getirilmiş olması, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Bu bağlamda milliyetçiliği bir grup tarafından savunulan veya başka bir grup tarafından reddedilen bir düşünce olmaktan çok, milletin ortak paydası ve devletin devamlılığını sağlamak açısından bir toplumsal sözleşme zemininde ele almak zorunludur. Milliyetçilik; fikir dünyasında bütün yönleriyle sosyolojik bir konu olarak incelenebilir, akademik çalışmalar yoluyla farklı sosyal gerçeklikler içerisinde milliyetçiliğin rolü ve önemi ele alınabilir. Ancak Türk milliyetçiliğini siyasi rakip olarak kurgulamak, toplumsal barışa ve ülke menfaatlerine hizmet etmeyecektir. Bu durum iki yönüyle toplumsal bir çıkmazı kaçınılmaz kılmaktadır. Birincisi; kendisini Türk milliyetçisi olarak ifade edenlerin sürekli milliyetçiliği savunmak zorunda kalması sonucu milliyetçiliğin güç kaybetmesi, ikincisi ise milliyetçiliği rakip düşünce ve hatta yok edilmesi gereken bir anlayış olarak ele alanların aslında devlet düzeninin temel taşlarını yerinden oynatarak toplumsal sinir uçlarına zarar vermeleri olarak özetlenebilir. Bunun doğal bir sonucu olarak ülkemizde toplumsal kurumlar milletin hassasiyetlerine duyarlı yapı ve işleyişe kavuşamamaktadır.
Milliyetçilik, bütün toplumlar açısından hiçbir zaman önemini kaybetmeyecek bir anlayış ve yaklaşımdır. Her milletin gelişmesi, kalkınması ve varlığını devam ettirmesi milliyetçi bir anlayışla mümkündür. Bu durumu, gelişmiş ülkelerde özellikle de Batı ülkelerinde apaçık bir şekilde görmek mümkündür. Bu nedenle maalesef kendini aydın olarak ifade eden bazılarının yazılarında ve söylemlerinde yer aldığı gibi Türk milliyetçiliği misyonunu tamamlamamıştır, tamamlayamaz da. Aksine yeni misyonlar üstlenerek varlığını devam ettirmek zorundadır. Milletimiz, Türk milliyetçiliği konusunda kurulan tuzakların farkındadır. Ekilen fitne tohumlarını bertaraf edecek iradeye sahiptir. Milletini seven her vatandaş, özellikle de Türk milliyetçileri kendilerini bilgi, beceri ve yetenek yönünden geliştirip çok iyi bir donanıma sahip olarak vatanına ve milletine hizmete devam edecektir. Nihal Atsız ne güzel söylemiş:
İçim yine sevinçlerle dolup taşıyor,
Ruhum sanki deniz olmuş dalgalanıyor,
Uzak uzak ülkelerden döndüm seferden,
Yaralarım ağır, fakat mestim zaferden.