YAĞDIR MEVLA’M SU!
Temel ÇALIK
Toprağa düşen bir damla su ile can bulan tohumların, çiçek açmak için gün sayan ağaçların, yeşilinden mavisine kâinatın sunduğu bu yuvada yaşayan tüm canlıların bugünlerde tek bir dilekleri vardır: su… Son yıllarda dünyada, gönül coğrafyamızda ve ülkemizde süregelen kuraklık bize sözleri Erol Martal’a ait olan o şarkıyı hatırlatmaktadır: “Çatlayan dudaklara, sararan yapraklara, kuruyan topraklara, yağdır Mevla’m su!... Alev saracak kadar, yandım yanacak kadar, suya kanacak kadar, yağdır Mevla’m su!”.
Hemen hemen her gün, televizyon ve radyo kanallarında, göllerimiz veya akarsularımızın kurumasıyla ilgili bir haber izliyor veya dinliyoruz. Gün geçmiyor ki, gazete veya dergilerde aynı nitelikteki bir yazıyı okumayalım: “Eğirdir gölünde su seviyesi son yıllarda 16 metreden 6 metreye düştü”, “Burdur gölü önlem alınmazsa yakın zamanda kuruma tehlikesiyle karşı karşıya”, “Meke Gölü’nün son çırpınışları”, “Eber Gölü tamamen kurudu” gibi birçok haberle yüreklerimiz sızlamaktadır. Yürekleri sızlatmaktan da öte bu acıyı derinleştiren ise duyulan tüm bu haberlerin gün geçtikçe sıradanlaşması ve buna alışılır hale gelmiş olmasıdır. Bu haberlere alışmak demek yüzyıllar boyunca bereketli topraklarıyla sınırsız imkânları bizlere sunan Anadolu’nun çölleşmesine göz yummak demektir. Göller Bölgesi olarak andığımız bölgeyi “çöller bölgesi” olarak anmaya başlamamız demektir. Yeşiline sevdalı olduğumuz, bereketine hayran olduğumuz toprakların geri dönüşü olmayan bir yolculuğa uğurlanışını kabullenmek demektir. Oysaki Anadolu’da suyun izlerini takip etmeye başladığınızda farklı kapıların açıldığını görüp suyun bu topraklara kattığı zenginliği keşfetmenin mutluluğu hiçbir şeye değişilmez.
Anadolu’nun baş tacı ettiği suyun dört bir yanda yazdığı hikâyelerin bıraktığı izler maddi kültürümüzü oluşturan en etkili unsurlardan biri olagelmiştir. Tarihî süreçte Neolitik Dönem’de avcılıktan toprağı işlemeye doğru bir geçiş sürecini takip eden insanoğlu, tarım üretimine başlamış ve kentleşmeyle birlikte yeni bir döneme kapılarını aralamıştır. Çatalhöyük yaklaşık 9 bin yıl önceki kentleşmeye ve dünyanın en eski tarımcılarından olma özellikleriyle günümüze ulaşan önemli mirasların en güzel örneklerdendir. Hititler tarafından yapılan barajlar ve bentler, Urartular tarafından yapılan gölet ve sulama kanalları, Helenistik özelliklerini taşıyan ve Roma ile Bizans dönemlerinde ortaya konulan su sistemleri ve Anadolu medeniyetlerinin bıraktığı izlere sahip çıkarak, bilimiyle ve sanatının estetiğiyle bu toprakları sarıp sarmalayan Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait su yapıları tarım aracılığıyla kökleri derinlere atılmış bir kültürel tarihi gözler önüne sermektedir. Tarımın başlıca ekonomik kaynak olduğu düşünüldüğünde suyun tarihteki ve günümüzdeki yeri ise tartışılmaz bir önemi ortaya koymaktadır. En az tarım kadar önemli olan bir başka geçim kaynağı ise hayvancılıktır. Neolitik Dönem’le birlikte avcılık ve toplayıcılık kültürünü terk edip kendi besin kaynaklarını üretme yoluna giden insanoğlu, tarım üretim faaliyetleri ile birlikte hayvan yetiştiriciliğine başlamıştır. Tarımda olduğu gibi hayvancılığın kökenleri de Anadolu’da MÖ 2 bin yılına dayanmakta olup derin bir geçmişe sahiptir. Önemli olan sorulardan biri ise şudur: Anadolu için en az tarım kadar önemli olan hayvancılığı su kaynaklarından ayrı düşünmek mümkün müdür? Sabahın seherinde yemyeşil ovalarda, yaylalarda, dağların eteklerinde hayvanlarını otlatmak için yola koyulan Anadolu insanın bu mutluluğuna yıllar geçtikçe azalan kaynak suyunun yetersizliği gölge düşürdükçe köklü üretim bilgisini yaşatabilir miyiz? Bugün uçsuz bucaksız Konya Ovası’nda büyükbaş hayvancılığın yerine küçükbaş hayvancılığın tercih edilmeye başlamasının en büyük etkenlerinden biri de zaten bu durum değil midir?
Karadeniz’e dökülen ırmaklarda bulunan bol miktardaki balık ile Antik Çağ’dan itibaren dikkatleri üzerine çeken Anadolu’daki balıkçılık geçmişi de bu toprakların önemli geçim kaynakları arasındadır. Karadeniz başta olmak üzere üç yanı denizlerle çevrili bu topraklardaki göller ve akarsular da bütün dünyada olduğu gibi yapılan balıkçılık ile bir bakıma yaşam kaynağı olmuştur. Göllerin ve akarsuların çevrelerine verdikleri hayat, insanoğluna ormanlarla bir nefes, ocağında ise aş olmuştur. Anadolu topraklarının bereketli yüzü olan tarım ile ekonomisine güç katan hayvancılığının yanı sıra yeryüzünün eşsiz maviliği, sadece temel ihtiyaçların karşılanması için kullanılmamış aynı zamanda topraktan elde edilen bin bir çeşit bitkiden şifa bulunmuş, kremler yapılmış, meyve ağaçlarının çiçeklerinden parfümler elde edilmiş ve insanın hem beden hem de ruhsal sağlığı için yaşam kaynağı olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki şifahanelerde suyun sesiyle yapılan terapiler ise bugünün modern tıp uygulamalarının temelinde varlığını korumaya devam etmektedir.
Sesiyle şifa, varlığıyla cana can katan su, taşıma aracı olarak da insanoğluna hizmet etmiştir. Bu yönüyle de Anadolu tarihindeki yeri Urartulara kadar dayanan suyun hikâyesi, Van Gölü kıyılarındaki ilk limanlarından olan Urartu limanlarından tutun da bugün denizlerden okyanuslara uzanan bir seyir defteri oluşturmaya devam etmektedir. Kıymeti rivayetlere konu olan su, iklim ve toprakla yaptığı işbirliği sonucunda yeşilin her tonunu her bir köşeye işlemiştir. Suyun gücüyle gür ormanlarla kaplandığı söylenegelen Anadolu için en batısından ağaca çıkan bir sincabın Anadolu topraklarının en doğu ucuna ayağı yere inmeden ulaşabileceği yüzyıllardır dilden dile dolaşan rivayetler arasındadır.
Ormanların, ağaçların, meyvelerin kısacası tüm canlıların hayat kaynağı olan su, söz konusu olan tüm bu ilişkilerle toplumsal yaşamın en önemli belirleyicilerinden birisi durumundadır. Suyun izlerini takip ederken oluşturduğu hikâyelere kulak verdiğinizde nice yaşanmışlıklara dokunur, yüreklerden dillere dökülen türkülerin her bir sözünde ise kendinizden bir parça buluverirsiniz. Coşkusunun barajlarla sakinleştirildiği ve nice gelinleri, yiğitleri, bebeleri çağlar misali akan suyuna çektiği için kızıl akan anlamındaki adıyla bilinen Kızılırmak’ın geçtiği yerlerde bıraktığı izler üzerine yakılan türkülerin yanı sıra delice akan Fırat ve Dicle nehirlerinin ağıtlarla yüreklere kazınan izleri bilinmeden Anadolu ve Anadolu insanı anlaşılabilir mi? Türkülerimiz ve ağıtlarımız bir kenarda dururken destansı şiirlere adını veren su, “Tuna nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor, şanı büyük Osman Paşa, Plevne’den çıkmam diyor” dörtlüğünün sahibi Tuna Nehri şiiri ve “İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.” dizeleri ile başlayan Sakarya Türküsü şiirlerini okumadan Türk tarihini anlayabilir miyiz? Kahramanlığıyla destanlar yazıp tarihe ismini kazıyan Türk milletinin vatan sevdasını özlemle perçinlediği “Çırpınırdın Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına… Ah ölmeden bir görseydim, düşebilsem toprağına…” dizelerinin sahibi olan şarkıyı dinlemeden yüreklerde bir kor gibi yanan vatan hasretini bilebilir miyiz?