Aydın kavramı, üzerinde oldukça fazlaca yazılıp çizilen, ancak neredeyse her dünya görüşünün kendi değer yargılarına uygun olarak farklı şekillerde tanımlanan, kapsamlı bir kavramdır. Genellikle aydın denildiğinde, entelektüel açıdan yetkin, bilgili ve akıllı kimseler; yol gösterici, rehber konumundaki düşünce önderleri kastedilmektedir. 19. Yüzyılda Rusya’da aydınlara entelijansiya denmiş ve bu terim de aydın kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Kitleleri ikna etmenin ve iktidarların ontolojik temellerinin sağlam bir şekilde atılması açısından her devirde, düşünce ve fikir dünyasında yoğun tartışmaların yaşandığı ve çoğu zaman keskin cepheleşmelerin olduğu bilinmektedir.
Aydınlar üzerine fikir yürüten düşünürlerimizden Cemil Meriç; her diploma sahibinin aydın sayılamayacağını, aydın adayı olabileceğini ifade etmektedir. Ancak az gelişmiş ülkelere has bir durum olarak sadece eğitim görmek, bireylerin bulundukları toplumda aydın olarak görülmelerine neden olmaktadır. Bu durum eğitimin sadece belirli bir zümrenin ilgi ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurgulandığı ülkelerde oldukça yaygındır. Eğitimin sınıfsal bir temelde yürütüldüğü ve sadece belirli bir azınlığın eğitim ve kültür imkânlarına erişebildiği düşünüldüğünde, eğitim almış kişiler aynı zamanda aydın olarak da görülmektedir.
Dönemin Türk aydınları; 19. yüzyılın sonlarına doğru, medeniyetimizin en sancılı dönemlerinde yaşamanın tarifsiz meşakkatlerini bütün alanlarda hissetmişlerdir. Tanzimat ve sonrasında gerçekleştirilen bütün iyileştirme çabaları ve düşünsel mücadeleler Batı medeniyeti karşısında mağlubiyet düşüncesi ile gerçekleşmiştir. İmparatorluğun son dönemlerinde bozulan sosyal adaletin bir sonucu olarak, devletin her kademesinde yer tutmuş beceriksiz devlet adamlarına tahammül göstermek zorunda kalan Anadolu insanı, bir süre de Tanzimat aydınlarının Avrupa sokaklarında boy gösterip, boğaza nazır yalılarında ahkâm keserek memleketin kaderini tayin etmelerine katlanmak durumunda kalmıştır. Sadece yönünü değil gönlünü de Batı’ya çevirmiş olan bu aydın tipi, halktan uzak, bohem bir hayat sürmüştür.
Batı karşısında, her alanda ağır yenilgiler sonucu, Batı’nın mutlak üstünlüğünü kabul etme yaklaşımı toplumun ve maalesef aydınların önemli bir bölümünde hâkim olmuştur. Bu görüşe göre kurtuluşun yegâne yolu; Batı’yı bütün yönleriyle taklit etmek ve bu sayede muasır medeniyetler düzeyine ulaşmaktır. Son dönem yazarlarından Fukuyama; Batı medeniyetinin insanlık için ulaşılabilecek nihai nokta olduğunu vurgulayarak diğer bütün medeniyetlerin büyük bir gayretle Batı medeniyetine rücu etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu düşünceyi referans alan Batı dışındaki medeniyetlerin aydınları oldukça oryantalist bir algılamayla Batı’nın ulaşılabilecek en son nokta olduğu tezine itiraz etmemektedir. Bu durum öncelikle Batıya gerçek üstü bir güç atfetmeyi; ardından kendinden utanmayı ve milletini hor görmeyi kapsamaktadır.
Doğu toplumlarında, Batı karşısında yenilmişlik duygusunun yarattığı sarsıntıların bir sonucu olarak aydınların farklı yaklaşımlar sergilemesi doğaldır. Erol Güngör’e göre Doğu toplumlarındaki aydınlar, Batı medeniyetini kavrayıp aktarmak ve dini usulleri esas alan bir yaklaşımı benimsemek arasında yaşanan şiddetli çatışma ekseninde ayrışmaktadır. Cumhuriyet devrimleri yoluyla önemli siyasi ve kültürel değişimlerin yaşandığı ülkemizde, mektepli-medreseli ayrımında özellikle bu iki dünya görüşünün izlerini görmek mümkündür. Taklit ve eleştiride aşırılığa gidilmesi şeklinde özetlenebilecek bu iki yaklaşım bağlamında, mektepliler halktan uzaklaşmaya ve başka kültürel kalıplara benzemeye oldukça istekli davranırken medrese etrafında birleşen anlayış ise makul ve gerekli değişimlere dahi oldukça ağır eleştiriler yöneltmiştir. Bu durumun; sosyolojik açıdan toplumsal olarak ayrışmalara yol açabileceği ve uluslaşma sürecinde olan bir milletin varlığına zarar verebileceği, yakın tarihimizdeki birçok olayla kanıtlanmıştır.
Türk aydını kendini tanımlarken bile başkalarının onu nasıl algıladığına öncelikle önem vermiştir. Az gelişmiş bir memleketin kalkındırılması ve geri kalmış bir milletin eğitilmesi gibi kendilerine oldukça önemli bir görev edinen aydınlar, yaşanan toplumsal sorunlar karşısında çoğu zaman millî tepkiler verememiştir. Türkiye’de sosyal ve siyasal alanda yaşanan buhranların oluşmasında aydın ve millet arasındaki uçurumun etkisi inkâr edilemez. Osman Turan’ın münevver taassubu olarak kavramsallaştırdığı durum, kitlelerin bireysel sorumluluk almaktan kaçınarak kurtarıcı beklemesi ve aydınların da imtiyazlı konumlarını korumaları ve bilgilerini kitlelerin özgür düşünmelerini kolaylaştırmak yerine bir tahakküm aracı olarak kullanmalarını ifade etmektedir. Cemil Meriç, "Türk aydını yangından kaçar gibi uzaklaşıyor memleketten. Hayır, kirlettiği bir odadan kaçar gibi." sözleriyle aslında aydınların en çok yakındığı, kültürel yozlaşmanın müsebbibi olarak yine kendilerini göstermektedir. Yine Yalçın Küçük, aydını; zoru gördüğünde kaçan, tembel ve ün peşinde olmaktan kendini alamayan kimseler olarak tanımlamaktadır.
Atatürk, idealindeki aydın karakterinin özellikleri arasında, bilhassa bilginin bir baskı aracı olarak kullanılmaması gerektiğini şu sözlerle vurgulamıştır: “Terbiye ve tedriste tatbik edilecek usul (yöntem), malumatı (bilgiyi) insan için fazla bir süs, bir vasıtaitahakküm (baskı aracı), yahut medeni bir zevkten ziyade maddi hayatta muvaffak olmayı temin eden amelî ve kabiliistimal (işe dönük ve kullanılabilir) bir cihaz hâline getirmektir.”
Türkiye’de bir kısım aydının, entelektüel derinlik sahibi olmaktan ziyade ideolojik kalıplar içerisine sıkıştığı görülmektedir. Aydınlar, Türk halkının hayatta kalma azmini ve kararlılığını, dinamik yapısını ve diğer medeniyetlerden farklılıklarını yeterince anlayamadılar. Türk milleti, var olma ve yaşama mücadelesini, içinde bulunduğu mekâna göre değil zamana göre vermiştir. Türkler, genellikle aynı mekânda kök salacak ve bulunduğu yerle duygusal bağlar kuracak kadar uzun zaman geçirmediğinden, zamana odaklanmış ve sürekli hareket etmişlerdir. Bu durum ritim duygusunun gelişmesinde, günü belirli parçalara bölme isteğinde; resim yerine musikinin gelişmesinde ve yazılı anlatım yerine sözlü anlatımın daha ön planda olmasında oldukça etkilidir. Bir anlamda Türk milleti durup resmetmeye vakit bulamamış; derdini söze, şiire, deyişlere dökmüştür. Türk milletinin antropolojik karakterlerine saygıyı esirgeyen aydınlar, kendi isteklerine göre sosyal olguları tasarlamaya çalışmışlardır.
Türk aydını denildiğinde, milletin fikir, duygu ve hayallerinin önünü açan, varlığını milletine borçlu olan ve milletin kaderini değiştirmeyi amaç edinmiş bir dava adamı beklenmektedir. Hiçbir gücün önünde eğilmemesi için yargı mensupları, üniversite hocaları ve din adamlarının cübbelerinde düğme yer almamaktadır. Konumları gereği aydın olarak görülen bu üç zümrenin cübbelerinin hakkını verdiğini söylemek de oldukça zordur. Günümüz aydınlarının bir bölümü milletten ümidini kesmiş, diğer bir bölümü ise milleti çeşitli tahakküm araçlarıyla hizaya getirmeye çalışan bir yaklaşımı benimsemektedir. Anadolu’yu yeniden diriltecek düşünce ve bilgiyi üretecek Türk aydını, öncelikle kendisini sorgulayarak millî menfaatleri şahsi çıkarlarının önünde görmelidir. Türk milleti geleceğinden asla umutsuz değildir. Tarihte çok büyük zorlukları aşarak bugünlere gelinmiştir. Mutlaka sorumluluklarını cansiperane yerine getirmeye çalışan aydınların varlığı da bir gerçektir. Geleceğin Türkiye’sini bu aydınlar ve yetiştirecekleri yeni nesiller inşa edecektir.