Tek parti iktidarlarının istikrar ve güç, koalisyonlarınsa sorun yarattığı yolundaki görüşlerin gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Türkiye’de koalisyonlu yıllarda da çok iyi işler yapıldı. Ortaklık hükûmetleri döneminde çok seslilik esas olduğu için demokratik teamüllere daha çok riayet edildi. Koalisyonlar iş başındayken cumhurbaşkanları da anayasal sınırlar içerisinde kalmaya özen gösterdiler. Buna karşılık tek parti iktidarları toplumsal kutuplaşma ve sosyal adaletsizlik üretti. Bunun mesulü elbette tek parti iktidarına zemin hazırlayan çoğunluk sistemi veya parlamenter demokrasi değildi. İktidar gücü, ona sahip olan siyasi partiler tarafından henüz kâmilen yerleşmemiş demokratik teamüllerin kaygan zemininde kötüye kullanıldı. Bu gerçek, çoğunluk sisteminin mahzurlu olduğu anlamına gelmiyor tabii…
İngiltere yüzyıllardır teamüli Anayasa ile kendini idare ederken biz ha bire rejim krizi çıkarıp Anayasa değiştirdik. Bugün olduğu gibi, rejim krizi tartışmaları daha çok tek parti dönemlerinde alevlendi. Çünkü sorun Anayasa ve yasalarda değil, onları uygulayanların bakışındaydı. Şartların bir gereği olarak üniformanın gölgesinde kurulan Türk demokrasisinin güçlenmesi ve sivilleşme için Mustafa Kemal Atatürk fazlasıyla çaba gösterdi. Ancak kendisinden sonra siviller ondan ders çıkarmak yerine otoriterlik, despotluk hevesine kapıldılar. Askerlerse Mustafa Kemal’i hiç anlamadılar. Onun ebediyete göçmesinden sonra kendilerini rejimi silahla muhafaza etmesi gereken Mustafa Kemaller olarak gördüler. Oysa korunması gereken milletin hukukuydu. Milletin hukuku yiterse rejimin de yerinde yeller eserdi.
1950 Mayıs’ında demokratikleşme ve sivilleşme için milletin Demokrat Parti’ye tanıdığı fırsatı bu partinin kurmayları tepti. İsmet Paşa ve dönemin siyasete hevesli subayları da onların bu fırsatı kullanamaması için ellerinden geleni yaptılar. Sonunda menhus 1960 Askerî Darbesi’yle yamalı demokrasimiz askıya alındı. Anlaşıldı ki Osmanlıyı da için için kemirip yok eden askerin siyasete müdahale illeti bünyeden kolayca atılamayacaktı. Buna rağmen 1923’ten 70’li yılların sonuna kadar muhtıralar ve darbe denemeleriyle ağır aksak ilerleyen parlamenter demokratik sistem, hayli mesafe aldı. Ardından 12 Eylül 1980’de Türkiye, bugünkü siyasi ayrışmaya zemin hazırlayan bir askerî darbe daha yaşadı. Millî bünye çok ağır bir yara almıştı. Darbenin kalıcı izler bırakması kaçınılmazdı.
Kendini toparlayıp 80’li ve 90’lı yıllarda iyi imtihan veren demokrasimiz, Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ın rejim tıkanıklıklarına çareyi başkanlık sisteminde aramalarına rağmen cinsiyet değiştirmedi. Türkiye, 1990-2002 arasını yeni koalisyon arayışlarıyla geçirdi. Tam rejimin taşları yerli yerine oturmaya başladı, demokratik parlamenter sistem sağlığına kavuşmaya başladı derken küresel siyaset operatörleri devreye girdi. “Yenilikçiler” adı altında toplanan bir grup Millî Görüşçü, merkez sağın dinamiklerini de arkasına alarak rüzgârı lehine çevirdi. Bu sayede 2002 Kasım’ında sahte diplomalı doktorlar girdi ameliyathaneye.
AKP iktidarı, yaklaşık 13 yıl boyunca sistemin hayat damarlarını birer birer ya kesti ya da tıkadı. Yani Tayyip Erdoğan’ın “Sistem tıkandı.” dediği şey aslında kendi eseri…
Şimdi… Türkiye’yi bu ölümcül ameliyattan kurtarıp bir an önce hayata döndürmek gerekiyor. Ancak bunun için doğru teşhis koyup neşteri doğru yerden vuran bir ehil ve dost ele, yeni ve güçlü bir siyasi rüzgâra ihtiyaç var. MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin TBMM’nin kuruluş yıldönümü resepsiyonunda söylediği gibi, “Siyasi lodos MHP lehine esiyor.” MHP’nin de “toplumsal onarım ve huzurlu gelecek” için millete hizmet vermeye hazır olduğu görülüyor.
7 Haziran’da son sözü millet söyleyecek…