ATEŞ ÇEMBERİNDE “HAB-I GAFLET”

10 Ocak 2015 11:38 Mehmet Özgedik
Okunma
2005
 ATEŞ ÇEMBERİNDE “HAB-I GAFLET”


  BİR TESPİT
  XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nde bir yapı değişikliğine gitmenin, kesin zaruret olduğuna kanaat getirilmişti. Artık çağın ihtiyaçlarına cevap veremeyen idari, askerî yapılar ile eğitim sisteminin “asrın idraki ile” düzenlenmesi gerektiği kabul edilmişti. II. Mahmut ile –sert tedbirlerle- gerekli temel adımlar atılmıştı. Ancak dış müdahaleler eksik olmuyordu. Bunun sonucunda –iç dinamikler gerekli kılmakla beraber- dış telkinler soncunda Tanzimat Fermanı ilân edildi. Batı memnundu fakat –Müslim ve gayrimüslim- halk memnun olmamıştı. Asırların biriktirdiği gelenekten kopmak kolay değildi. Üstelik alt yapısı hazırlanmamıştı.
  Tanzimat’la öngörülen yenileşmeler uygulamaya konulmaya çalışılırken Kırım Harbi çıktı. Savaşın sonunda imzalanan Paris Antlaşması(1856) Osmanlı Devleti’nin yıkım fermanı oldu. Bundan sonra büyüt güçler, azınlıkları bahane ederek Osmanlı Devleti’ne müdahale etmek için kanuni zemine kavuşmuş oldular. Zaman zaman bu imkânları, hem zorladılar hem de yeni antlaşmalarla pekiştirdiler.
  Türkiye, bundan sonra, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar savaşlar ve iç isyanlarla uğraşmıştır. Devletin bütün enerjisi buna harcamıştır. Tarım, sanayi, eğitim hep ikinci planda kalmıştır. Millî Mücadele’den sonra kurulan Cumhuriyet, dış güçlerin tahrikleri sonucunda ayrılıkçı ve dinî Şeyh Sait İsyanı ile karşılaştı. İsyan bastırıldıktan sonra Türkiye, esas meselelerini çözmeye yöneldi. Ancak İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken Seyit Rıza’nın –gene dış güçlerin desteği ile- feodal karakterli isyanı baş gösterdi. İsyan bastırıldı, fakat ekonomisini toparlamaya çalışan ülkeye oldukça pahalıya mal oldu.
  Soğuk Savaş döneminin sonra erdiği, Türkiye’nin her alanda ileri hamleler yapmaya hazırlandığı bir dönemde PKK çeteciliği ortaya çıktı. PKK’nın arkasında dış güçlerini olmadığını söylemek akla zarar verir. Bir ara hareket kabiliyetini kaybeden PKK, XXI. yüzyılın başında tekrar güç kazandı. O kadar güç kazandı ki artık eşkıya başı, hükümlü hâliyle devletle pazarlık etme seviyesine yükseldi.
  Şurasını da bertmemiz gerekiyor: Devletimiz, dün olduğu gibi bugünde insan hakları ve demokrasi vb. gerekçelerle büyük güçlerin baskısı altındadır. Demokrasi ve insan haklarının, asıl mecrasından saptırılarak ülke ve millet bütünlüğünü parçalamak istikametinde kullanıldığını da görmek durumundayız. Yoğun propagandalarla bu konuda bir idrak saptırması sağlandığı da açıktır.
 
  NE DURUMDAYIZ?
  İç ve dış gelişmeleri, kısa başlıklar hâlinde sıraladığımızda, ne durumda olduğumuz ortaya çıkar:
  Dışarıda: Hiçbir komşumuzla samimi bir dostluk münasebetimiz yoktur. “Düvel-i Muazzama”nın önünde Ermenistan’la teslim belgesi imzaladık. Azerbaycan ayağa kalktı, kadük oldu, fakat Azerbaycan’ın bize güveni sarsıldı. İran’la frekansımız tutmuyor. Irak’ta Maliki’yi hasım tutarak Şiileri –ki çoğunluktalar- karşımıza aldık. Suriye’de Esad’la uğraşıyoruz. Mısır’la kanlı bıçaklıyız. Kıbrıs’ın önemli mi önemsiz mi olduğuna karar veremedik. Yunanistan adaları işgal etti, gıkımızı çıkaramadık. Herkes bizden özür diledi büyüsü yayıldı. Baktık ki özür dileyen yok, aksine fırça yemişiz. Dünya lideri “Başkan”ımız BM Genel Kurulunda sıralara konuştu. Güvenlik Konseyi seçiminde nal topladık. Gazze’den Myanmar’a kadar bütün Müslümanlarla –sözüm ona- ilgilendik; onu da yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Fakat zulme uğrayan dış Türklerin meselelerinden vebadan kaçar gibi kaçtık. Kısacası dış politikamızı güzelce sıfırlayıp rahatladık.
  İçeride: Kara ve sıcak para ile Lale Devri yaşadık. Üretime değil, tüketime yatırımı teşvik ettik. Hizmet sektörünü baş tacı yaptık. Ülkeyi AVM ve rezidanslarla donattık. Açık pazar hâline geldik. Hayvancılığı, tarımı bitirdik. Artık et, sebze, meyve, tahıl ithal eden hovarda bir ülke olduk. Coğrafyamızı mahvetmek için elimizden geleni yaptık. Yeşil düşmanı olduk. Arena boğaları kırmızı görünce saldırıyor, bizim öküzler yeşil görünce çılgına dönüyor.
  Eşkıya başı devletle müzakere eder konuma yükseldi. Hatta titizlikle itibarını koruyoruz. Ülkenin bir kesiminde legal(!) paralel devlet oluştu. Mehmetçik katiline, Hz. Peygamber torunu payesini bahşederek cennetlik ilân ettik. Vatan hainlerinin, devlete baş kaldırıp silah çekenlerin kahraman, bunlara karşı duranların Yezit olduğunu öğrendik. Alevî diye insanları meydan meydan ötekileştirmekten çekinmediğimiz hâlde Alevîlikle ilgisi olmayan bir isyanı Alevîlikle ilişkilendirerek Alevîleri tahrik ettik. Peşmergeleri ülkemizden merasimle geçirdik. Sonra utanmadan “Bunlar Irak’ın meşru ordusudur.” dedik. Tabiatıyla hiç kimse “Bunları getirirken Irak Devleti’nden izin aldın mı?” diye de sormadı, soramadı.
  Kısacası muhteşem bir hâldeyiz. Fakat ne hikmetse bu muhteşem durumumuzu halkımız bilmiyor. Ülke parçalanmaya, bir iç savaşa doğru sürükleniyor. Çok başarılı bir algı yönetimi ile milletimiz cennette yaşadığını sanıyor. Gerçekleri anlatamıyoruz; halka ulaşıp algı yönetimini kıramıyoruz. Hepimiz suçluyuz. Emsali görülmemiş bir gaflet uykusundayız. Ne zaman uyanacağız, kim uyandıracak? Nasıl uyanacağız? Şu “mesel”deki hikâye ibret olsun.
 
  BİR HİKÂYE
  Zamanın birinde zengin bir tüccar varmış. Sürekli haramilere soygun veriyormuş. Adamın canına tak demiş. Tüccarlığı bırakmaya karar vermiş. “Neden?” diye sormuşlar. “Hep soygun veriyorum. Tuttuğum muhafızlar da haramilerle baş edemedi. Böyle giderse yakında dileneceğim.” diye dert yanmış. Eşraftan biri “Ben bir silahşor muhafız biliyorum. Çok cengâver bir yiğittir. Onu al, başka muhafız istemez; ona kırk harami değil, yüz harami dayanmaz.” demiş. Etrafındakiler de onu tasdik etmiş. Çağırmışlar. Gerçekten bir dudağı yerde bir dudağı gökte, serapa silahlı bir adam… Yay gibi de çevik. Bizim tüccar kabul etmiş, kervanı dizip yola koyulmuşlar. Dar bir geçitte haramiler basmış. Bizimkinde ses yok. Harami başı emir vermiş: “Hayvanlardan yükleri boşaltın! Atların, develerin iyilerini ayırın, eşekleri bırakın!” Muhafızda gene ses yok. “Tüccarları donlarına kadar soyup bağlayın!” Ses yok. Harami başı bu işe çok kızmış, haramilere bağırmış: “Hepiniz birer muhafız alıp becerin! Ben de bu muhafız başını becereceğim! demiş, gene ses yok.
  Bir ara gök gürültüsü gibi bir nara işitilmiş: “Vay namussuz Harami! Sen nasıl olur da bana siyersin?” diye gürlemiş muhafız başı. Kılıcı, gürzü kaptığı gibi haramilerin tamamını helak etmiş. Kervan toparlanıp yola devam etmiş. Geri geldiklerinde tüccar muhafızı çağırmış: “Sana ne kadar borcum var?” “Yirmi akçe, ağam...” “Al sana kırk akçe. Git, kendine başka yerde iş ara!” Adam şaşırmış: “Ağam, sizi sağ salim getirmedim mi? Malına mülküne zarar gelmesine engel olmadım mı? Haramilerin hepsini kesip doğramadım mı? Neden beni kovarsın?” Adam gayet sakin cevap vermiş:
-Bu dediklerinin hepsini yaptın, bunun için ücretini fazlasıyla hak ettin. Ne var ki ben her zaman harami ile karşılaşırım, lakin becerecek harami ile karşılaşmam.