Prof. Dr. Cemal KURNAZ, merhum Osman Yüksel SERDENGEÇTİ hakkında konuştu: “TÜRK MİLLETİNİN ONA BORCU VAR.”

10 Şubat 2016 11:25 Evin GÖKTAŞ
Okunma
3248
Prof. Dr. Cemal KURNAZ, merhum Osman Yüksel SERDENGEÇTİ hakkında konuştu: “TÜRK MİLLETİNİN ONA BORCU VAR.”

 
 

 
“Hiçbir kitap çalışması beni bu kadar yormadı.” diyor, Prof. Dr. Cemal Kurnaz… Kaleme aldığı “DELİ RÜZGÂR” isimli kitabının, Osman Yüksel Serdengeçti’nin ruhu için bir Fatiha vesilesi olmasını diliyor. Serdengeçti’yi anlatırken “Uzun hikâye…” diye söze başlayan Kurnaz, Berikan Yayınlarından ikinci baskısı yapılan ve tam 800 sayfa olan DELİ RÜZGÂR’ı okumayı öneriyor herkese.  
Osman Yüksel Serdengeçti, Türk milliyetçiliği tarihinin öncü isimlerinden biri. DTCF'de üniversite öğrencisi iken 3 Mayıs 1944 Olaylarında tutuklanır. İstanbul Sıkıyönetim Mahkemelerinde sorgulanır. Üç buçuk ay sonra suçsuz olduğu söylenerek salıverilir. Ancak üniversitesinden kaydı silinir. Memuriyet hakkı elinden alınır. O da basın yoluyla mücadeleye atılır. Milliyetçilik hareketinin önemli isimlerinden birisi olur.  
Prof. Dr. Kurnaz ile “kendini milletine adamış, milletinin ‘mana’sında yok olmuş bir millet mistiği, bir fena fi’l-mille” olarak tanımladığı merhum Osman Yüksel Serdengeçti’yi konuştuk.
 
Hocam, Osman Yüksel Serdengeçti’yi nasıl tanıdınız?
 
Antalya Aksu Öğretmen Okulunda öğrenciydim. Herhâlde lise birinci sınıf, 1970 yılı. Okulda sol görüşlü öğretmenler organize bir şekilde öğrencileri etkilemekteydi. Adresini nereden bulduysam, bir mektup yazdım. “Tertemiz köy çocukları, hacı hoca çocukları burada elden çıkıyor, elimizden tutacak bir Allah'ın kulu yok mu? Bu nasıl milliyetçi iktidar? Bize birkaç öğretmen gönderemez misiniz?” gibi laflar ettim. Çocukluk işte. Koskoca Serdengeçti, Ankara'da... İcraat mevkiinde bir insan olarak hayal etmiş olmalıyım. Demek AP'den ihraç edildiğini, artık milletvekili olmadığını bilmiyormuşum. AP iktidarını milliyetçi bir iktidar, Serdengeçti'yi de o iktidarın etkin ve yetkin bir kişisi sanırmışım.
Çok duygulanmış, mektubu alınca ağlamış. Doğru Öğretmen Okulları Genel Müdürü Zeki Sofuoğlu'na gitmiş. Dava arkadaşı, milliyetçi bir kişi… Mektubu okumuş, o da etkilenmiş. İkisi de ağlamış. Gereğini yapalım demiş. Fakat maalesef gereği yapılamadı. Ne gelen oldu ne giden. Kısa süre sonra 12 Mart Muhtırası geldi. Hükûmet değişti.
Serdengeçti'den hemen cevap geldi. Beraberinde bir paket kitap…
Bir gün, Antalya'ya geldiğini duyduk. Bizim okuldan bazı arkadaşlarla gelsin, tanışalım diye haber göndermiş. Ben sıkılıyorum, çekiniyorum. Koskoca Serdengeçti'yle karşılaşmak kolay mı? Korkuyorum. Bir panik içindeyim. Gitmedim. Gidemedim. Haber sıklaşıyor. Yanıma bir arkadaş uydurdum, korka korka gittik. Adresi bulduk. Zil çalışmıyor. Kapıyı çaldık. Kimse yok. İçimden seviniyorum. Tam dönecektik ki baktık, merdivenlerden bir adam çıkıyor. Geldi kapıya yöneldi. Serdengeçti bu mu? "Çocuklar buyurun." dedi. Girdik. Hiç eşya yok, bomboş bir ev. Yerler sergisiz. Bir odada yer yatağı. Yanında mumlar. Herhâlde elektrik bağlı değil. Balkonda birkaç sandalye. Oturduk. Birtakım sorular sordu. Sohbet ettik. Şimdi neler konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Bir ara "Cemal Kurnaz'ı tanıyor musunuz?" diye sordu. "Bana bir mektup yazmış, tanımayı çok istiyorum, kaç defadır haber gönderiyorum, gelmedi. Görürseniz söyleyin." dedi. "Tanıyoruz." dedim. "Çok mahcup, utangaç bir arkadaş… Gelmeye çekiniyor." Şimdi nasıl oldu da böyle bir muziplik yapabildiğimi izah edemiyorum. Herhâlde hayalimdeki Serdengeçti'nin yerine kılığı kıyafeti, hâli etvarı ile sıradan birisi gibi karşımda oturan bu insan beni rahatlatmış olmalıydı. Az sonra dedim ki: "O çocuk benim." Nasıl şaşırdığını, heyecanlandığını anlatamam. Kahkahalarla güldü. Birden hareketlendi, kalktı, içerideki odaya geçti, bir kucak kitap ve dergi ile geldi. Serdengeçti mecmuasının mevcut sayıları ve kitaplarıydı bunlar. Sonraki yıllarda sık sık görüştük ve mektuplaştık.
 
DELİ RÜZGÂR isimli kitabınız Berikan Yayınevinden çıkmıştı. Galiba Serdengeçti’yi özetlediğiniz bu başlık ve kitabın muhtevası hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
 
Serdengeçti kabına sığmayan, coşkulu bir insan... Bir şiirinde şöyle diyor:
Ben dağların oğluyum,
Tarihim, Niğbolu'yum,
Fetih, zafer doluyum,
Deli rüzgâr içimde…
 
DELİ RÜZGÂR’da okuduğumuz kadarıyla Osman Yüksel, kabına sığmayan biri… Ömrünün bir kısmını mahkeme koridorlarında geçirmiş. Bu; onun muhalif kişiliğinden mi kaynaklanıyor, hiçbir kalıba girmediğini söylediğiniz idealizminden mi?
Serdengeçti, tek parti iktidarının dayattığı politikaların millî ve manevi değerlerimizi tehdit ettiğini görür ve bunlara muhalefet eder. Sırf muhalefet olsun diye yapılan bir mücadele değildir bu. O; eli kılıçlı, gazi dervişler gibi, alperenler gibi yaşar. Türk milleti yok olmasın diye gece gündüz çalışan Bilge Kağan gibi, o da Türk milletinin değerleri kaybolmasın diye, kişisel hayatını bir yana bırakarak yalın kılıç meydana atılır.
"Müslümanlar bu kadar ezilmeseydi, bu kadar zulüm görmeseydi, belki de ben hiç mücadele hayatına atılmazdım." demesi bunun ifadesidir. Bir savunmasında, kendisine yapılan zulümleri, haksızlıkları anlattıktan sonra hâkime şunu söyler: "Şimdi anlıyorsunuz değil mi ben neden Serdengeçti oldum."
Şartlar onu Serdengeçti yapar.
 
DELİ RÜZGÂR’da anlattığınız üzere, Osman Yüksel Serdengeçti’nin oldukça renkli, hareketli bir siyasi hayatı var. Milletvekilliği de yapmış. Bize onun siyasi kişiliğinden söz eder misiniz?
Serdengeçti, çeşitli yazılarında politikanın kendisine göre olmadığını, partiden pırtıdan hoşlanmadığını belirtir. Buna rağmen düşünce ve eylemleriyle kamuoyuna mal olur, istemediği hâlde kendini aktif politikanın içinde bulur. AP'den Antalya milletvekili seçilir. Bir süre sonra çıkarılacak olan genel afta komünistler af kapsamına alındığı hâlde, 163. maddeden hüküm giyenler af kapsamı dışında bırakılır. Yeni İstanbul'daki yazılarında, "Biz kim oluyoruz ki onları affediyoruz; asıl onlar bizi affetsinler." diyerek partisine karşı bayrak açar. Partiden ihraç edilir. MHP'ye geçer, genel başkan yardımcılığı yapar; radyodaki seçim konuşmaları büyük ilgi uyandırır. Bir daha milletvekili seçilemez. Rahatsızlanır, köşesine çekilir.
 
Osman Yüksel Serdengeçti’yi anlattığınız DELİ RÜZGÂR’dan sonra kendisine ait Kara Kitap’ı yayına hazırladınız. Sanıyoruz Kara Kitap’ın bir yayımlanma hikâyesi var, öğrenebilir miyiz? Kara Kitap’ta neler anlatılmaktadır?
Serdengeçti’nin Kara Kitap – Bir Devrin Yüz Karası adıyla hazırladığı eseri, 3 Mayıs 1944 Olaylarını anlatır. Kendi ifadesiyle söyleyecek olursak:  "Bir fakültenin içyüzü… 1940-1944 yıllarındaki komünist faaliyetleri… 1944 nümayişleri... Mitingler, nutuklar, tevkifler, zindanlar, tabutluklar, zincirler... Yücel'in aşkına dökülen ecel terleri... Bayılıncaya kadar dövülen insanlar... Canlı cesetler, mahzenlerde çürüyen, küf kokan insanlar... Kansız cinayetler... Binbir facia… Bir devrin yüz karası... Hikâye değil, roman değil, hakikat!"
"Kara Kitap’ın bir yayımlanma hikâyesi var." diyorsunuz ya, aslında buna " yayınlanamama hikâyesi" demek daha doğru olur. Ben bu heyecanlı, bıktırıcı, ibretlik hikâyeyi kitapta ayrıntılı olarak anlattım.
Serdengeçti, Kara Kitap'ı ilk kez 1948'de yayımlayacağını duyurur. Dergisinin hemen her sayısında Kara Kitap'la ilgili benzer duyurulara yer verir. 1952'de Büyük Doğu'da, 1966'da Yeni İstanbul'da tefrika edilir. Her iki tefrika da savcıların müdahalesi sebebiyle yarım kalır. Ölünceye kadar sürekli yayımlayacağını duyurursa da bu arzusunu gerçekleştiremez.
Kara Kitap'ın hikâyesi, bir bakıma Cumhuriyet Dönemi basın ve düşünce özgürlüğümüzün de bir hikâyesi niteliğindedir. Kara Kitap'ın, yazıldıktan 70 yıl sonra yayımlanabiliyor olması bana çok hüzün veriyor. Bu konuda Berikan Yayınevine, sahibi Cuma Ağca'ya ne kadar teşekkür etsek azdır.
 
3 Mayıs 1944’ün, Türkçülük ve Turancılık Davası’nın sembol isimi Hüseyin Nihal Atsız’la adı en çok anılanlardan biri de Osman Yüksel Serdengeçti… Serdengeçti’nin 1944 Milliyetçilik Olayları içindeki konumu ve rolünden söz eder misiniz?
Osman Yüksel, evinde çeşitli fakültelerden arkadaşlarıyla toplantılar yapar ve yürüyüşte en önde yer alır.  Bununla birlikte olayların odağında Atsız vardır. O, komünist faaliyetler karşı tedbir alınması için dönemin başbakanına açık mektup yazar ve burada Yazar Sabahattin Ali'nin de adını zikreder. Sabahattin Ali, kişilik haklarına saldırı olduğunu iddia ederek Atsız aleyhinde dava açar. Dava Ankara'da görüleceğinden, Atsız trenle Ankara'ya gelir. Milliyetçi gençlik tarafından coşkuyla karşılanır. Mahkeme salonunda aşırı izdiham olunca dava öğleden sonraya ertelenir. Bu kez, milliyetçiler mahkeme salonuna alınmaz. Gençler hükûmeti protesto için yürüyüşe geçerler. Bu, tek parti iktidarının alışık olmadığı bir olaydır. Osman Yüksel'in de aralarında olduğu birçok genç gözaltına alınır. Tutuklu gençler işin gırgırındadır, içeride şiir yarışmaları düzenlerler, eğlenirler. 4-5 gün geçince işin rengi değişir. Olayların arkasında Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Hasan Ferit Cansever'in kurucuları olduğu dış bağlantılı, Irkçı-Turancı bir gizli örgütün olduğu; basın yoluyla işlenmeye başlar.
Osman Yüksel, üç buçuk ay yattıktan sonra sorgulamaların ardından mahkemeye bile çıkarılmadan serbest bırakılır. Diğer sanıklar da bir yıldan fazla süren duruşmaların ardından beraat ederler.
 
Osman Yüksel, Serdengeçti soyadını sonradan aldı bildiğimiz kadarıyla… Bu tercihinin, çıkardığı Serdengeçti dergisiyle ilgisi var mıydı?
Asıl adı Osman Zeki Yüksel. Çıkardığı Serdengeçti dergisi öylesine millete mal olur ki âdeta onun adıyla özdeşleşir. Serdengeçti, bildiğiniz gibi bir akıncı kolunun adı. Yani canını hiçe sayarak, serden geçerek savaşan öncüler. Onun kişiliğine de uygun olan bu ismi zamanla o da benimser ve yazılarında kullanır.
Bununla ilgili bir anekdot anlatmak isterim. Bir keresinde duruşmaya çıkar. Hâkim bir önündeki evraka, bir onun yüzüne bakar. Evrakta Osman Zeki Yüksel yazmaktadır. "Zeki de var mı?" diye sorar. Serdengeçti, "Estağfurullah hâkim bey, bizde öyle şeyler ne gezer… Öyle olsa ikide birde huzurunuza gelir miyiz?" diye cevap verir.
Bir keresinde Antalya'dan bağımsız milletvekili adayı olur. Belki iki milletvekili çıkaracak kadar çok oy alır. Ama oy pusulasına sadece "Serdengeçti" yazılmıştır. Seçim Kurulu, "Bu dergi adıdır." diye geçerli saymaz. "Yahu, dergi aday olur mu?" dediyse de sonuç değişmez.
 
Serdengeçti, kendine özgü ateşli üslubuyla hem siyaset hayatına hem de edebiyatımıza ilginç eserler kazandırdı. Üstelik yayın hayatında da Serdengeçti dergisi, sizin tabirinizle rüzgâr gibi esti. Onun edebî kişiliği hakkında neler söylemek istersiniz?
İsterseniz önce şairliğinden söz edelim. Serdengeçti'nin halk şiiri zevkine yaslanan şiirleri yayımlandığı dönemde büyük ilgi görür. O biraz Karacaoğlan, biraz Köroğlu, biraz Yunus Emre'dir. Onun şiirleri; tıpkı Yunus gibi, teşbihsiz, külfetsiz, sade, arı, duru şiirlerdir... Nefes alıp verir gibi kesik kesik, sıcak sıcak... O kendini aşka, Allah'a, tasavvufa vermiştir. Fakat dünyada olduğunu da unutmaz. O kendini şöyle anlatır:
 
"Akif'in gür sesinden
Yunus'un nefesinden
Gökalp'ın hevesinden
Bir şeyler var içimde"
 
Serdengeçti, Ziya Gökalp'ın Türkçülüğüyle Mehmet Akif'in İslamcılığını birleştirmeye çalışır. Akif'in mücadelesini devam ettirdiğini söyler. Şiirlerinin tamamı hafızasındadır, bir "Safahat hafızı"dır. Bir Kahraman Bekliyoruz şiirinde Akif'in devamı gibidir. Sosyal eleştiri şiirlerinden Asri Aile de bir bakıma Akif çizgisine bağlanabilir.
Orta Asya Türklüğünün acılarını dile getiren Ağıtlar ile Rumeli ve Balkanlar'ı kaybımızı konu alan İmparatorluğa Mersiye; içli, lirik söyleyişiyle Türkçü-Turancı edebiyatın şaheserleri arasında kabul edilir.
İlk kez bir arada yayımlanan siyasal hicivleri, onun mizahi yönünü yansıtan şiirleridir. Berikan Yayınlarından çıkan Serdengeçti'nin Bütün Şiirleri isimli kitapta, şiirlerin ilk yayın yerlerini ve sonraki yayınlardaki değişiklikleri göstererek mümkün olduğu kadar eksiksiz olarak bir araya getirdim.
*
Bana göre Osman Yüksel'in en önemli eseri Serdengeçti dergisi. Dergiyi aylık çıkarmak üzere yola çıkar, abone parası toplar, ama her sayısı mahkemelik olup kendisi hapse girdiğinden düzenli yayımlayamaz. Yılda 2, bazen 3 sayı. Aboneler açısından bakıldığında hoş bir durum değil. 12 sayı beklerken ayda yılda bir dergi çıkıp gelir. 15 yılda ancak 33 sayı çıkabilir. Buna rağmen okuyucunun ilgisini canlı tutmayı başarır. Bazı sayıları tekrar tekrar basılır. Toplam baskı sayısı 1 milyonu geçer. Bu rakamlar bugün için erişilmesi mümkün olmayan rakamlardır. O yıllardaki Türkiye nüfusu ve okuryazar oranı dikkate alındığında bu tiraj daha da önem kazanır. Tirajından da anlaşılacağı üzere tam anlamıyla halka mal olmuş bir dergi. Okuyucusu memurlar yanında köylü, berber, manifaturacı, esnaf, halk kesimi. Tabanda oluşan tepki, tek parti iktidarının yıkılmasında etkili olur. Dergi, bu yönüyle siyaset sosyolojisinin alanına girer.
Serdengeçti'nin kitapları da çok okunur. Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, tek partinin dayattığı modernleşme projesine karşı çıkan bir roman. Bu Millet Neden Ağlar ve Mabetsiz Şehir, dergideki yazılarından seçilerek oluşturulmuş kitaplar. Dergi gibi kitapları da çok rağbet görür. Tekrar tekrar basılır. Baskı sayısı toplamda 100 bini geçer.
 
 Bir de Serdengeçti Şairleri var… Ondan da söz eder misiniz?
Yayınlanmakta olan çalışmalarımızdan biri de bu. Serdengeçti Şairleri, Serdengeçti dergisinde şiirleri yayımlanan şairleri ve şiirlerini konu alıyor.
Dergide 61 şairin toplam 160 şiiri yayımlanır. Bunlar arasında kamuoyunun yakından tanıdığı Cemal Oğuz Öcal, Abdürrahim Balcıoğlu, M. Sait Çekmegil, Yavuz Bülent Bâkiler, Azmi Gülahmetoğlu, Selahattin Ertürk, Feyzi Halıcı, Gökhan Evliyaoğlu, Nurettin Özdemir ve S. Arif Emre gibi isimler vardır. Şiirlerin konuları, Türkiye'nin ve milliyetçi mukaddesatçı çevrelerin o yıllarda hangi problemlerle ilgilendiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Bu çalışma, milliyetçi ve mukaddesatçı bir dergi olarak büyük ilgi gören Serdengeçti etrafında toplanan şairleri ve şiirlerini ele alarak belli bir açıdan hem Türk milliyetçiliği tarihine hem de edebiyat tarihine katkı sağlamayı amaçlamaktadır.
 
Serdengeçti sıra dışı bir şahsiyetti. Varlıklı bir aileden gelmesine rağmen derviş meşrep biri olarak yaşadı. Yeni nesillere numuneiimtisal olması bakımından bu konuyu biraz açar mısınız?
O; daima isimlerin, resimlerin, görünüş ve gösterişin, şeklin, yaldızın, cilanın düşmanıdır. Bunu bir hayat felsefesi olarak benimser. Yazdığı gibi, söylediği gibi yaşar. Yaşayışı, giyinişi gayet sade ve kalenderanedir. Bu bakımdan sıradan bir köylü ile arasında hiçbir fark yoktur. Bunu bile bile yapar. Hareketlerinin, yaşayışının şuurundadır. Görünüş, gösteriş, süs ve cilanın iç züğürtlüğünden ileri geldiğine inanır. Bu hâli, çağın en büyük hastalıklarından biri olarak görür. Ona göre burada iç nizamı, manevi değerleri, insanlığı kundaklayan iki batıl, iki yalan, yan yana, iç içedir: Aldanış ve aldatış... Şekil! Süs! Makyaj! Bugün herkes atı çulundan, insanı parasından pulundan bilmekte, böylelerine değer vermektedir. O bu fikrin, bu fikirsizliğin düşmanıdır. Terden, topraktan, sadelikten, olduğu gibi görünmekten hoşlanır.
Bir güz mevsiminde Akseki Hapishanesinde yatarken sürüleriyle yaylalardan dönen ve bütün "dünyalık"ları bir devenin üstünde olan Yörüklere bakıp hayatlarına imrenir; onların peşine takılıp gidivermek ister. Bir arkadaşına yazdığı mektupta yer alan şu ifadeler, onun nasıl sade bir hayatı özlediğini gösterir:
"Önümdeki cenaha inen büyük yoldan sürüler çıkıyor. Develer, develer üzerinde çullar, kilimler, kazanlar, tavuklar, çocuklar, çıplak ayaklı yırtık yenli çocuklar... Yörük çocukları… 20. asrın içinden bir ilk zamanlar hayatı, devri akıyor. Ecdadımızın hayatını devam ettiren aşiretler... Basit ve sade hayatlar… Yaylalardan sahillere göçüyorlar. Gönül, bu sürülerin peşinden gitmek istiyor. Fakat ben gidemem. Ben mahkûm ve mahrum bir adamım."
Serdengeçti için "medeniyet düşmanı" dense yeridir. O, tam anlamıyla doğallıktan yanadır. Makineleşmeye, sanayileşmeye karşıdır. Kendi ifadesiyle, beton görünce gök gözlü gâvur görmüş gibi olur. Betondan nefreti, 20. yüzyıla duyduğu nefretten daha fazladır. Tabiat âşığıdır. Tabiata mistik bir gözle bakar. "Rüzgârın uğultusu bana Allah'ın sesi gibi gelir." der.
Öğrencilik yıllarında şöyle bir olay yaşar: Bir bahar günü ortadan kaybolur. 4-5 gün haber alamazlar. Yakınları herhalde komünistler öldürüp bir köşeye atmış olabilir diye düşünürler. Derken çıkagelir. Meğerse o zaman henüz yapılaşmanın olmadığı Oran civarında kendini tabiatın büyüsüne kaptırmış, rüzgârları dinleyerek yıldızlara bakarak ağlaya ağlaya namazlar kılmış, kırlarda yatıp kalkmıştır. Arif Emre, madem öyle neden beş vakit kılmıyorsun deyince, "Ben gözyaşı olmayan secdeyi ne yapayım?" diye cevap vermiştir.
Serdengeçti, tam anlamıyla milliyetçidir; milletin dertlerini kendine dert edinen büyük bir mustariptir. Esir Türklerin, Müslümanların hâli ona çok dokunur. Ezilenlerin, yoksulların, kimsesizlerin dertleriyle yakından ilgilenir. Sade bir hayat yaşar. İki pantolonunuz varsa birisi yoksulların hakkıdır diye düşünür. Kuru ekmekle, zeytinle peynirle ömür tüketir. Bir keresinde Necip Fazıl yemeğin üstüne gelir, buyur ederler. Üstat kuru ekmeği ısırınca damağı yarılır. Serdengeçti, "Üstat kuru ekmek yemenin tekniğini ne bilsin." diye dalga geçer. Nefsine ne kadar cimri ise ihtiyaç sahiplerine o kadar cömerttir. Birçok öğrenciye burs verir.
 
Osman Yüksel Serdengeçti’nin olaylar ve insanlar karşısındaki sivri dilli, espritüel tutumu ve sözleri bugün hâlâ dilden dile anlatılır. Onun kendine has yorum ve tepkilerinden bir iki örnek verir misiniz?
Serdengeçti bir "fıkra kahramanı"dır. Onun nükteleri dilden dile anlatılır. Dergisinde "Gülünç Hakikatler" başlığı altında yayımladığı fıkralarının bir kısmını aynı adla kitaplaştırır.
Kendisi, mizahın en büyük otoriteleri bile sarsmakta en etkili silah olduğuna inanır. "Ben asıl mizah yazarı olmalıydım. Bunu başarabilirdim. İçinde yaşadığımız şartlar, mücadeleler buna fırsat bırakmadı. Laf aramızda bu işi Aziz Nesin'den çok daha iyi kıvırırdım." der.
Aziz Nesin, onun mizahi yönünü beğenir. "Osman Bey, sen yanlış yerde dükkân açmışsın. Sizin camiada senin kıymetini bilmezler. Gel birlikte bir mizah dergisi çıkaralım. Sen bizde olsan Nobel alırsın." diye iltifat eder.
Aziz Nesin hakkında da bir nüktesi vardır. Aziz Nesin günün birinde Zübük diye bir mizah dergisi çıkarır. Birtakım sebepler yüzünden ikinci sayısının çıkması 20 yıl kadar gecikir. İkinci sayıda şöyle bir düzeltme yer alır:
“Bundan önce çıkan birinci sayımızda dergimizin ilkesini belirten ‘Biz gözümüzü budaktan, sözümüzü dudaktan sakınmayız.’ sözündeki ‘göz’ kelimesinin z'si t olarak çıkmıştır, düzeltiriz.”
Serdengeçti, bunu şöyle espri konusu yapar: Aziz misin, leziz misin, nesin be adam? Bu meret 20 yıl durmuş duracağı yerde; bundan sonra çıkarsan ne yazar çıkarmasan ne yazar?
 
Serdengeçti gibi Türk milliyetçiliğine büyük hizmetleri bulunan bir dava adamının artık unutulmaya yüz tuttuğunu üzüntüyle müşahede ediyoruz. Bunu sadece kitap okuma alışkanlığının yitirilmesi veya beşer hafızasının nisyanıyla izah etmek mümkün değil elbette. Türkiye’de özellikle milliyetçi ve muhafazakâr kesimde sanki bir hafıza kaybı yaşanıyor gibi. Bu konuda neler söylemek istersiniz? 
Kadirbilir Türk milleti, kendisine hizmet edenleri her zaman hayırla anmasını bilir. Ama sadece anmak tek başına yeterli değil. Onların eserlerini okumak, düşüncelerini bilmek, onları güncelleyerek bugüne ve yarına taşımak gerekir. Bunu yaptığımız zaman onların amel defterlerini açık tutarız. Böylelikle tarihî derinlik ve süreklilik duygusu oluşur. Bilgiye ulaşmanın böylesine kolaylaştığı günümüzde; durup düşünmeye, okuyup özümsemeye ve öğrendiklerimizle amel etmeye ihtiyacımız var. Sanal ortamda tıklanıp geçilen, göz gezdirilip geçilen metinlerin içimize işlemesi ve bizi dönüştürmesi beklenemez.
Genelde bir kopuş yaşanıyor. Bilgilerimiz sık sık “reset”leniyor. Buna karşı; hafızamızı eskilerin deneyimleriyle inşa etmemiz, geleceğe onların ayak izlerine basarak yürümemiz gerekir. Eskiyi unutmadan yeni yollar tutmalıyız.