EVİMİZİN DUVARLARI

10 Ocak 2015 11:21 Prof. Dr.Ayşe İLKER
Okunma
1661
EVİMİZİN DUVARLARI


Büyük bir bahçemiz, sarmaşıklarla sarılmış bahçe duvarlarımız ve içinde tek katlı evimiz vardı.
Anneannemin diktiği kadife çiçekleri, veziriattanindirenler ve nevruzlar (Mor zambağa anneannem nevruz derdi.) “Nevruz Günü”nün resmî kutlamalara dönüşmediği zamanlarda bahçenin her köşesinden gülümseyerek bakarlardı. Dedemin yetiştirip büyüttüğü ayva ağaçlarının dalları her sonbaharda yere doğru eğilirdi meyvelerinin ağırlığından. Dedem, sırt komşumuzun bahçesiyle sınır olan duvarın dibinde bize bir buçuk iki metrekarelik küçük bir toprak alanı ayırmıştı. Ekip biçmeyi, dikmeyi ve bitkilerin yetişmelerini gözlemleyelim diye. O küçük alan gözümüze kocaman geliyor ve minik erik ağacına, yavru hanımeline sanki bedenimizden bir parça gibi bakıyorduk.
Bahçede uğraştığımız vakitlerde annemin dikiş makinesinin sesi yayılırdı açık pencerelerden. Annem ya bize bir giysi dikmekte ya babamın müşterilerinden bir kıza gelinlik! O saten kumaşların sağlamlığı şimdi nerelere saklandı kim bilir!
Anneannem her sabah kahvaltıdan sonra eline Kur’an’ını alır, hafif bir sesle okumaya başlardı. Okuması bitince, gününe göre değişen bir coşkuyla ilahiler ve çocukluğundan aklında kalmış marşlar söylerdi. Plevne Savunması’nın onların hatıralarında büyük bir yeri vardı ve Osman Paşa Marşı’nı bu yerle mütenasip bir heyecanla nağmelendirirdi. Nağmeler ve kelimeler birleştikçe, kılıçla yarılan taşlar, patlayan toplar odalardan bahçeye doğru, bizim alanımıza doğru koşar ve “Sus!” işaretini ikiz kardeşim Neşe ile birbirimize bakan gözlerimiz koyardı. Bir Osman Paşa deyince bir de Mustafa Kemal Paşa deyince coşardı anneannem ve hiç eskimemiş bir hakkı teslim duygusuyla söylenirdi kendi kendine: Mustafa Kemal Paşa olmasaydı kemiklerimiz kalmazdı bugüne!
 Dedem, sessizce bizi kontrol etmekte, küçük çapalarımızı nasıl vurmamız gerektiğini söylemektedir. Biraz su istemekte toprak ve tavlanması gerek biraz. O; Selanik’ten, İşkodra’dan ve Debre’den yürüyen atların nal seslerini duyardı sanki ve toprağa bakan gözleri nemlenirdi. Mavi gözlerine nem çok yakışırdı... Gökyüzü ağlamış da güneşle açılmış gibi.
 Böyle böyle günler geçer, mevsimler gelip gider ve her mevsime uygun meyveleri bahçemizden toplar, konu komşuyla paylaşırdık. Asmalarda kışa dayansın diye bez torbalarda asılı bırakılan üzümler, kış gecelerinin en leziz meyvesi olurdu. Komşu bahçelerinden bize sarkan meyveleri sahibine haber vermeden koparmadık hiç. Duvar üstlerinden, kem gözle bakmadık duvarın öbür tarafındakilere. Bizim bahçede hangi meyve olgunlaşmışsa önce komşularımıza tattırdı annem. İbrahim, yıllar sonra biz o evden taşındıktan sonra bahçelerindeki erikten getirmişti bize, bu eriklerde sizin de hakkınız var diyerek!
Şimdi o evin bahçe duvarları yıkıldı. Dedemin bize ayırdığı uygulama alanında yeller esiyor. Annemin dikiş makinesi sustu. Babamın müşterileri gitti. Anneannemin dilinden dökülen Osman Paşa’lar ve Mustafa Kemal Paşa’lar yok artık!
Ah keşke yıkılan sadece bizim evin duvarları olsaydı!
Türkiye’m! Senin duvarların delik deşik, senin toprağın hercümerç!
 Bağrında biten yediverenlerin renkleri soldu! Namert ellere mahkûm oldu toprağını eleyen nasırlı eller! Her köşeden bir baykuş ötmekte ağyarın notalarıyla! Seni yeniden sarıp sarmalayacaklar hangi diyarlarda acep?