Türkiye Cumhuriyeti’nin şu an içinde olduğu karmaşalar zinciri; bir yıllık, beş yıllık yanılgı ve hatalarla meydana gelmiş bir zincir değil. Uç uca eklenip gelen bu hatalar ve yanılgılar, son on yılda öngörülebilmesi mümkün olduğu hâlde, engellenmek için hiçbir çaba sarf edilmediği için önümüze yığıldı.
Siyasetin; tepeden bakan ve kendisine toz kondurmayan üslubu, gerçeği gören ve Türkiye Cumhuriyeti’nin hayrına olacak tavsiyeleri yapan gerçek aydınların duyulmasını, onların sesine kulak kabartılmasını ve “Ne diyor bu adamlar, bir dinleyelim.” ihtimalini ortadan kaldırdı. Hâl böyle olunca ortada aydın geçinenlerin çığırtkan, yargılayıcı ve küçümseyici üslupları görünür hâle geldi. Onlar, nabza göre şerbet verdiler. Yönetenleri kâh pohpohladılar kâh akillikten nemalandılar; bazen de “Biz olmazsak siz de yoksunuz.” noktasına getirdiler işi.
Oysa devleti yönetenleri pohpohlama alışkanlığını hiç edinmemiş, kendini ve düşüncesini Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına adamış aydınlar da vardı bu ülkede. Onlar; sessiz sedasız Türkiye’nin yürüdüğü yoldaki mayınları, muhtemel tehlikeleri ve sonun başlangıcını yazdılar, yazdılar. Duyan az oldu, okuyan az ve söyledikleri üzerinde fikir yürüten az.
İşte bugün Türkiye, o vatansever aydınların işaret ettiği tehlikeler yumağına doğru yuvarlanıyor.
O aydınlardan biri Durmuş Hocaoğlu idi.
2010 yılında, 62 yaşındayken aramızdan ayrılan Durmuş Hocaoğlu, Türk Ocakları Genel Merkezi ve Ankara Ticaret Odasının Cumhuriyet’in kuruluşunun 80. yıl dönümü vesilesiyle 2002 yılında birlikte düzenledikleri “Millî Devlet ve Türkiye Cumhuriyeti” panelinde “Millî Devletimizin Geleceği” başlıklı bir bildiri sunmuştu. O bildirinin sonunda Hocaoğlu’nun tespitleri şöyleydi:
“Türk devletinin geleceği için de, çok kısaca şunu söyleyeyim: Türk devleti bu coğrafyada olmak veya olmamak çizgisi üzerindedir. Anadolu Türklerinin dışındaki Türklerin henüz milletleşme aşamasını tamamladığı kanaatinde değilim; bu apayrı bir konudur ancak, vaktimi aşmamak için detayına girmeyeceğim. Bu konuda çok dertliyim; açarsam, hepinizin uykusunu kaçırırım; aslında kaçırmakta hiç beis görmüyorum, uykumuz kaçsın. Ben şunu söylemek istiyorum dostlarım: Biz, Cumhuriyet’in kurulmasıyla fiziki bir küçülmeye uğradık. Bu Cumhuriyet’in kurucuları, fiziki küçülmeye rağmen zihinlerinde büyük idealler taşıyorlardı ama o günün konjonktürleri, bu büyük ideallerin manifeste edilmesine müsait değildi, tehlikeliydi. Hepimizin tarih kitaplarında okuduğumuz, Orta Asya’dan çıkan devletler, onun siyasi bir ifade kazanmamış kültürel altyapısıydı. Ne yazık ki kuruculardan sonra gelen nesiller, sınırların küçülmesinin benzerini beyinlerinde yaşadılar. Artık Türkiye’yi uzun bir zamandan beri, beyinleri küçülmüş insanlar yönetiyor. Öylesine küçüldü ki artık Türkiye’nin büyük olan hiçbir şeyi kalmadı, hiçbir büyük ideali kalmadı ve şunu söyleyeyim: Büyümek istemeyen milletler küçülmeye mahkûmdur.” (D. Hocaoğlu, Genel Ağ sayfası.)
2002 yılında bunları söyleyen Hocaoğlu, on dört yıl öncesinden bugünlerin geleceğini görmüş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin açılım ve çözüm politikalarının neticelerinin ya yeni bir Ergenekon ya yeni bir Endülüs’le sonuçlanacağını söylemişti.
Hocaoğlu, disiplinler arası bir düşünür idi. Fizikteki sağlam bilgilerini, felsefe, sosyoloji, siyaset ve politika alanlarında son derece sağlıklı yorumlara dönüştürmüştü.
Hocaoğlu gibi Oktay Sinanoğlu da Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “acente devlet” hâline dönüşmemesi gerektiğini söylemişti. Yani bir ana şirket ya da firmanın işlerini yürüten acenteye.
Bugün İlber Ortaylı, İskender Öksüz, Ahmet Bican Ercilasun, Kemal Üçüncü gibi vatansever aydınlar tehlikenin nerede olduğunu, kurtuluşun nereden geçtiğini yazıyorlar ve söylüyorlar. Hem de hiç bıkmadan… Basiret, yöneticilerin biraz da bu vatansever aydınların söylediklerine bakmasını gerektirmiyor mu?
Henüz vakit varken!