YAHYA KEMAL

03 Aralık 2018 12:57 Murat Gedik
Okunma
2015
                                 YAHYA KEMAL

                                YAHYA KEMAL                                            
Kendi deyimiyle, “Yıldırım Bayezid Han diyarı” ve “binbir türbeyle müştehir” Müslüman şehir” Üsküp’te 2 Aralık 1884 tarihinde dünyaya gelen Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı’nın asıl adı Ahmet Agâh’tır. Onun için ayrı bir yeri vardır Üsküp’ün. Üsküp, şu an Türkiye sınırları dışında kalmış olsa da hep onun yazılarında ve gönlünde var olmuştur: “Üsküp ki Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın / Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın… / …Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene / Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.  Üsküp Yahya Kemal için o kadar Türk’tür ki her taşında milliyetimizin ruhu şekillenir.
Babası Üsküp Belediye Başkanlığı yapmış Naci Bey olup, annesi ünlü divan şairi Leskofçalı Galip’in yeğeni Nakiye Hanım’dır. 1934’te çıkan Soyadı Kanunu’ndan sonra 1377’de bugün Sırbistan sınırları içerisinde olan Niş’i fetheden Şehsüvar Bey’e kadar soyunu çıkaran şair “Beyatlı” soyadını alır. Beyatlı, Şehsüvar’ın Türkçesidir.
Okul hayatına Üsküp’te başlayan Yahya Kemal, Selânik’e ailece taşınınca burada eğitimine devam etti. Tekrar Üsküp’e döndüklerinde okula burada devam ettiysede, annesinin vefatı üzere aile düzeninin bozulmasından dolayı tekrar Selanik’e okumaya gitti, fakat burada rahatsızlığı yüzünden Üsküp’e kaydını aldırmaya tekrar mecbur kaldı. Beş yıllık bu süre zarfında Yahya Kemal Üsküp ve Selânik arası gidip geldi.
Üsküp’te şiir kitapları ile şiirle tanışan şair, bu alana önem vermeye başlamıştır. İlk şiiri bir aşk şiiri olarak genç yaşta âşık olduğu Redife Hanım içindir. Onu, şiirinde şöyle anlatır: “Türkkari eski bir konakta oturur, bey hanedanlarından birinin kızı, kumral ve endamlı, cazibesi maruf bir Redife Hanım.”  Selânik’te okurken “Esrar” mahlasıyla şiirler yazmıştır. İstanbul’a (1902) okumak için gittikten sonra burada Yahya Kemal imzasıyla manzumeleri İrtika ve Malumat dergilerinde yayımlanmıştır.
1903 yılında hür dünya bulma niyetiyle Paris’e kaçan şair burada Jön Türk muhitine girer; memleket onun için zindan, Avrupa’yı nurlu bir âlem olarak görür. Avrupa’nın çeşitli şehirlerini de gezen Yahya Kemal Paris’te siyasal bilgiler okur, fakat Türkiye’ye (1912) diplomasız döner.
Paris yıllarında dinsizliğinin arttığını belirten şair, burada sosyalist mitinglere de katılır ve sokaklarda “İnternationel”i dinlerken kalbinde insanlık sevgisinin ve gözlerinin yaşardığını yazılarında belirtir. Hayranı olduğu ünlü Tarihçi Albert Sorel’in öğrencisi olan Yahya Kemal, onun tesirinde kalır ve tarihe ilgi duymaya ve Türk’ü keşfetmeye başlar. Sorel’in “Asya Tarihine Giriş” adlı eseri onu etkiler ve Turancılığa yönelir. İleride ise gönlünde bir Osmanlı Türklüğü arzu eder. Artık onun için Jön Türklerin fikri eskimiş olur. Londra’da bulunduğu sırada bir “Türk Destanı” yazma girişimine bile girer. Paris’te Arapça ve Farsça çalışmalar da yapar ve böylece divan şiirini okuyup anlamaya çalışır. Şair, Türk şiirini ve klasiklerini de Paris’te öğrenir.
İstanbul’a Yahya Kemal tam bir millî şuur kazanarak döner, sosyalist bir devir geçirdikten sonra millî bir yapıya kavuşmuş olur. Kendi söylemiyle: “Osmanlıcılık ve Müslümanlığı terk eden bir ruhla Paris’e gittim. Milliyetimin kıymetini Paris’te duydum.” Bu konu hakkında bir başka söylemi de: “1903’te Paris’e alafranga geldim; 1912’de memlekete alaturka döndüm.” Avrupa’dan, yani mektepten, Türkiye’ye, yani realiteye dönen Yahya Kemal millî değerlerimize yönelmiştir. Bu yöneliş, anlayış itibarıyla Avrupai, fakat söyleyiş ve muhteva bakımlarından millî özelliklerle dolu bir edebiyat, yani Millî Edebiyat anlayışına doğrudur.  Avrupa onun için bir mekteptir, gaye değil; lakin mektep vasıtadır.
Şairin üzerinde milliyetçilik konusunda Albert Sorel’in tesiri büyüktür. Fakat bu konuda asıl tesiri şöyle dile getirir: “Paris’te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi arifesinde bizim ekalliyetler (azınlık) Rumlar, Bulgarlar büyük büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jön Türkler, Abdulhamid’i yıkmakla meşguldüler. Yoksa Türk milletinden falan haberleri yoktu. Baktım, bu Rumların, Bulgarların yıkmak istedikleri Abdulhamid değil, başka şey... Bunlar, Türk milletini yıkmak istiyorlar. Demek Türk milleti diye bir şey var. Bu nasıl millettir? Mazisi nedir diye merak etmeğe başladım. Zaten Ulumu Siyasiye Mektebinde tarih okuyordum. Türk milletinin mazisini öğrenmek için tarih kitaplarını karıştırmağa başladım. İşte bende milliyet hissi ve milliyetçilik böyle doğdu.”
Şairin, “Kökü mazide olan atiyim” sözü Türk tarihi ve milliyetçiliğe bakışının önemini en içtenlikle vurgulamaktadır. Ona göre tarih, yapıldığı zaman değil, ancak yazıldığı zaman devamlılık kazanır. Millet anlayışında ırk kavramına da yer verir Yahya Kemal. Bu kavram, onda kafa yapısı, kan, renk gibi maddi şeylere dayanmaz. Ona göre ırk, yüzyıllarca süren bir millî oluştur. Vatanlaşmış bir coğrafya ile tarihin olumlu sentezinin bir mahsulüdür. “Bir Tepeden”  adlışiirinde “Irkın seni iklimine benzer yaratırken” sözlerinde bu yaklaşımını dile getirmektedir.
Milliyet fikrinin geç anlaşıldığı konusunu ve bu sebepten büyük kayıplar yaşandığını da düşünen şair bu konuda şöyle der: “Harpten evvel büyük saltanat varken bize aykırı görünen milliyet fikirleri, şimdi artık fikir değil, kaynaşan bir hayattır. O zaman bu fikirleri kabul etseydik büyük saltanat içinde biz de bir millet olurduk ve büyük saltanatı daha iyi müdafaa ederdik, müdafaamız kaza ve kader karşısında muzaffer olmadığı takdirde bu kadar kan dökülmezdi, bu kadar perişan olmazdık, varlığı dost ve düşman herkesçe kabul edilmiş bir millet kalırdık..... tebaa-i Osmaniyye diye bir kapu kulu değil, bir Türk milleti olduğumuz bütün medeniyet aleminde bilinmiş olsaydı İzmir ve Trakya’ya Yunanistan el süremezdi.”
Türklük onun sözleriyle bir harstır, her milliyet içinde her unsurdan fert vardır. Türk harsını haiz olan her fert Türk’tür. Millet, dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını olarak tarif edilir.Türklüğü kültürde arayan şair “Türk ruhu” tabirini de yazılarında işler ve bunun önemine vurgu yapar: ”Yeni Türk ruhu bir mevzudur ki bir ehlinin eline düşse, yeni Türk edebiyatının en güzel eseri olur.”  Bu ruha eski şahsiyetini kazandıracak bir İslam’ın müdafaasını yapmış, bunun muhafaza edilmesini istemiştir.
Yahya Kemal’in tarih anlayışında 1071 sonrası önemlidir. Ona göre, 1071’den öncesi “Türk tarihi”, Malazgirt’ten sonrası “Türkiye tarihi”dir. Vatan bir nazariye değil, bir topraktır. Bu toprak, cetlerin mezarlarının bulunduğu, camilerin kurulduğu yerdir. Türkçenin çekilmediği yerler vatandır. Ölüm hayatın acı gerçeğidir. Ondan daha acı ve dayanılmaz olan ise vatandan ayrılmaktır: “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor / Lakin vatandan ayrılışın ıztırabı zor.”  Hatta ölümden sonra bile vatan hayalde var olacaktır: “Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile / Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle... Eğer mezarda, şafak sökmeyen o zindanda / Cesed çürür ve tahayyül kalırsa insanda / Cihan vatandan ibarettir itikadımca.”
Daruüşşafaka Lisesinde edebiyat ve tarih ögretmenliği yapan şair, Ziya Gökalp’ın teklifiyle İstanbul Üniversitesinde de medeniyet tarihi ve Batı edebiyatı tarihi kürsülerinde görev aldı. Millî Mücadele’yi çeşitli çalışmalarla destekledi. Başyazarı olduğu Ati gazetesinde ve Tevhid-i Efkâr, Hâkimiyet-i Milliye gibi gazetelerde, arkadaşlarıyla birlikte yayımladığı “Dergâh” mecmuasında Millî Mücadele’yi kutsal sayan ve teşvik eden yazılar yayımladı. Vefatı sonrası bu yazılar “Eğil Dağlar” adlı kitapta toplandı. Şairin, Alfred de Vigny’nin “Kurdun Ölümü” adlı şiirinden etkilenerek “Kurdun Dişisi ve Yavruları” adlı yazısı bu yazılardan belki de en etkileyicisidir. Bu yazı hakkında der ki: “Bu kurt hikâyesi kaç defa beni derin derin düşündürdü. Zannettim ki Şair Vigny “bizi”, bizim maceramızı anlatmış! O erkek kurt, ölen ordudur; o dişi kurt, anne Anadolu’dur; o kurdun yavruları İnönü ve Dumlupınar çocuklarıdır ki dul annelerinden aldıkları dersi tekrar ediyorlar: Hakkıdır hakka tapana milletimin istiklal!”
1922 yılında Bursa’da Atatürk ile tanışan Yahya Kemal daha sonra Gazi tarafından Ankara’ya davet edildi. Müşavir olarak Lozan Konferansı’nda görevlendirildi, Urfa, Yozgat, Tekirdağ bölgelerinden milletvekili seçilerek TBMM’de görev aldı. 1924 yılında Ankara Türk Ocağı hars heyetine seçildi. Diplomat görevleri de üstlenen şair en son olarak Pakistan Büyükelçilisi olarak görev yaptı ve buradan emekli oldu. Şair 1 Kasım 1958 tarihinde Cerrahpaşa Hastahanesinde vefat etti.
Türkçe konusunda çok titiz olan Yahya Kemal, “Benim istediğim, Türkçenin hususi ahengine göre telaffuz edilmiş kelimelerle şiir yazmaktı.” der. Ona göre Türkçenin Türk’ün fatih oluşundan ileri gelen bazı hususiyeti vardır, Türk dili onun için ağzında annesinin sütüdür. Şair, milleti meydana getiren bir unsur olarak dilde şu ilkeleri benimsemiştir:
1.    Şiirde, yaşayan Türkçeye girmemiş hiçbir yabancı kelimeyi kullanmamak
2.    Yaşayan Türkçeye girmiş yabancı kelimeleri, onlara Türkçenin verdiği ses ve mana içinde Türkçe saymak
3.    Türk milletinin cümleye verdiği mimariye şiddetle sadık kalmak
Yahya Kemal, bizi taklitten kendi meselelerimize yöneltmiştir. Bunu da dilde, evde sokakta konuşulan Türkçeyi benimseyerek ve memleket meseleleriyle Batı düşünce ve metodunu birleştirerek gerçekleştirmiştir.  Şiir “millî vasıf, medeni vasıf” olarak tayin edilmektedir. Millî vasıf kendiliklerimiz, medeni vasıf ise Batı düşüncesidir. Şiirlerinde temalar arasında destani temalar önemli yer tutar. Tanpınar, onun “şiirimizde destani şiir noksanını telafiye çalışan ilk şair” olduğunu belirtir ; Çaldıran manzumesi, Mohaç Türküsü, İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel, Alparslan Gazeli, Süleymaniye Manzumesi belirgin örneklerdir.
Yahya Kemal hayattayken hiçbir kitabı yayımlanmadı. Şiirleri ve nesirleri ölümünden sonra Yahya Kemal Enstitüsü tarafından bir külliyat hâlinde neşredilmiştir. Örneğin yeni tarzda yazdığı şiirler, “Kendi Gök Kubbemiz” (1961), eski tarz şiirleri, “Eski Şiirin Rüzgariyle” (1962) adı altında toplanmıştır. İstanbul hakkında yazıları, “Aziz İstanbul” (1964), Kurtuluş Savaşı yazıları ise, “Eğil Dağlar” (1966) adı altında toplanmıştır.