MAĞCAN CUMABAY ÖLMEDİ

14 Mart 2016 17:01 Murat Gedik
Okunma
3343
MAĞCAN CUMABAY ÖLMEDİ



 
“Özgürlüğe hamle eden Türk canı,
Gerçekten hasta mı, bitti mi hâli?
Söndü mü yürekteki ateş, kurudu mu,
Damarında kaynayan atalar kanı!”
 
Anadolu Türk’ü 1910’larda toprağı, canı, malı ve namusu için mücadele verirken dünya Türklüğü bunu sessiz sedasız seyretmemiştir. Kimi şiirleriyle, yazılarıyla, yardımlarıyla kimi de Anadolu’ya gelerek düşmana karşı Anadolu Türk’ünün yanında olmuştur. İşte Anadolu Türk’ü o kutlu mücadeleyi verirken binlerce kilometre uzaktan, Türkistan coğrafyasından bir yiğit Türk sesleniyordu yukarıdaki mısralarla. Anadolu işgale uğramıştı ve Mağcan Cumabay haykırıyordu “Alıstaki Bavrıma” (Uzaktaki Kardeşime) adlı şiiriyle… “Uzakta ağır azap çeken kardeşim! / Solup laleler gibi kuruyan kardeşim! / Bunalıp bir sürü düşman ortasında / Göl gibi göz yaşı döken kardeşim!” diye başlıyor o anlam dolu mısralar. Türk milletinin ayrı düştüğünü ve kutlu Altay’a davet edip birlik kurulmasını arzuluyor bu şiirinde. Mağcan, en zor dönemlerinde aynı zamanda Türkistan coğrafyasını dolaşarak yardım toplamış ve bu yardımları en zor şartlar altında Türk Kurtuluş Savaşına katkı olsun diye Moskova’da bulunan Türk Büyükelçiliğine teslim etti.
Bir Kazak Türk’ü olan Mağcan Cumabay, 1893 yılında Kuzey Kazakistan’da dünyaya geldi. Fazla ömürlü olmayacaktı Mağcan; Türklük ve Turan aşkı onun 45 yaşında hayatına son verdirecekti. Hayata geldiğinde Çarlık Rusya’sı işgalinde idi güzel Türkistan. Bolşevik İhtilali’ni ve Komünist Devrimi’ni görmüş olan Mağcan Cumabay, iktidarlar değişse de Rus’un zalimliği altında hayat sürmüştü, nice milyonlarca Türk gibi. Türkistan coğrafyası ister çarlık döneminde olsun, ister komünist dönemde olsun Slavlaştırma politikası ile karşı karşıya kalmıştı.  
Mağcan Cumabay; Türklerin Özbek, Kırgız, Tatar gibi isimler altında bölünmüşlükle değil de Türk adı altında birlik kurmalarını arzulamıştı hep. “Türk” bir büyük aile idi ve bir olarak da hayat sürmeliydi. Sadece Türkistan Türklüğü değil, dünyada nerede Türk varsa onun için o ailenin bir parçasıydı.
Nice aydınlarla tanışmıştı Mağcan ve Bolşevik İhtilali ile bağımsızlık için mücadele veren Kazak Türklerinin “Alaş Hareketi”ne de üye olmuştu. 1917 yılında Alaş kurultayı ile Kazakistan’ın bağımsızlığı ilan edildi. “Ne görsem de Alaş için görürüm / Bana armağandır yüce halkım için ölürüm.” Mısraları, o yıllarda Mağcan tarafından kaleme alındı. Kanlı savaşlar sonrası Mart 1918’de Sovyetler tarafından Alaş Orda hükûmeti dağıtıldı. Cumabay tutuklandı ve hapse girdi. İlerleyen yıllarda Mağcan, Sovyet rejimi tarafından yalnızlaştırılmaya bırakıldı. Şiirlerinin, yazılarının, kitaplarının yayımlanmasına ve insanların yanına yaklaşmasına izin verilmedi. Mağcan, ailesinin geçimini bile sağlamakta zorlanıyordu. Bunun üzerine “Ey yüreğim benim ne suçum var / Bu milleti sen sev dedin, ben de sevdim.”diyerek âdeta içini döktü.
Sovyet hükûmeti Mağcan’ı rahat bırakmadı ve onu tekrar hapse attı. 1930 yılında idamla cezalandırılan Mağcan’ın bu cezası, on yıl sürgüne çevrildi. Altı yıl çalışma kamplarında kaldıktan sonra 1936 yılında tekrar serbest kaldı. 1937 yılında tekrar tutuklandı ve ondan, Kazak Türklerinin aydınları hakkında iftira atması beklendi. Bu girişimi kabul etmeyen Mağcan, işkenceler altında kendine atılan suçları kabul etti ve 11 Şubat 1938’de Stalin tarafından kurşuna dizildi. Mağcan’ın son sorgulaması ise 20 Şubat 1938’de yapılmıştı yani idamından dokuz gün sonra...
Stalin, Şubat 1937’de bütün idarelere özel talimat göndererek “halk düşmanlarının temizlenmesi”ni emretti. Kazakistan’da “halk düşmanı” diye bütün vatansever, milliyetçi, Türkçü aydınlar; yöneticiler, şair ve yazarlar tevkif edildi.[1] Tutuklananların sayısı ve akıbetleri belli değildi. 1937-1939 yıllarında sadece 350’den fazla edebiyatçı, şair tutuklandı. Bunların tamamına yakını işkenceyle öldürüldü. Bir kısmı da Sibirya’ya sürgün edilip 1956 yılına kadar 18 yıl mahkûm kamplarında çalıştırıldılar.[2] 
Henüz 45 yaşında şehit edilmişti Mağcan Cumabay., İlk eşinin doğum esnasında vefat etttiği ve doğan çocuğunun da kısa zamanda öldüğü çok zor günlerinde bile Mağcan Cumabay hep Türk milleti ve Türkistan için mücadelesine devam etti. Yalnızlaştırıldığı ve ailesinin geçimini sağlayamadığı dönemlerde de ülküsünden vazgeçmedi. Sadece Türkistan coğrafyası değil, binlerce kilometre uzaklıkta olan Anadolu Türklüğü için bile elinden geleni yaptı.
Eserleri, şehadetinden elli yıl sonra (1988) basılmaya başlandı ve Mağcan Cumabay her yerde anılır oldu. Onun için millet Türk, vatan ise Türkistan’dı.
“Türkistan iki dünya eşiğidir / Türkistan er Türkün beşiğidir / Muhteşem, Türkistan gibi yerde doğmak / Türkün Tanrı veren nasibidir.” diye başlayan Türkistan şiiri “Turan’a yer yüzünde yer yeter mi? / Türk’e insanoğlunda er yeter mi? / Geniş akıl, ateşli çaba, açık hayal / Turan’ın erlerine er yeter mi?” diye son bulur.
Mağcan Cumabay ilk eğitimini Kuzey Kazakistan’ın en önemli eğitim kurumlarından olan medresede aldı. Burada Arapça, Farsça ve Türk dilinde eğitim verilmekte olup Türk tarihi de teferruatlı olarak ögretilmekteydi. Mağcan, tarih bilincini bu medreseden aldı.[3] Medreseyi tamamlayan Mağcan, eğitimini Ufa şehrindeki Aliye Medresesinde devam ettirdi. Medreselerde Türkçülük sevgisini taşıyan Tatar aydınları, hocaları, öğrencilerine de bu Türklük ruhunu aşıladılar. Rus Öğretmen Okulundan da mezun olan Mağcan Cumabay, Kazak Türk halkının modernleşmesi için mücadele verdi. Bu çerçevede kadınların da hayat şartlarının düzeltilmesi gerektiğini düşünüyordu. Şairin milliyetçi kimliği yazdıği şiirlerine yansımış, şiirlerinde “kendi” genel itibariyle idealize edilmişti. Ancak şair “kendi”ye körü körüne bağlı değil, özeleştiri yapılması gerektiği durumlarda aydın tavrını takınıp “kendi”yi eleştirmesini de bilmişti.[4]
Türk milletinin birlik ve dirlik dönemlerini birlikte yaşamış  olan nehir ve dağlara da mısraları ile seslendi Mağcan Cumabay. Ural Dağı’na seslendiği mısralardaki olduğu gibi, ortak Türk tarihinin bu mübarek değerlerine seslenirken aynı zamanda, mevcut ve gelecek nesiller için milletine ve millî kimliğine dair çarpıcı tanımlar bıraktı:
 
“Bir zamanlar senin sahibin Türk idi
Yerleşip göçüp konuşup yaşar idi
Korkmaz idi dağdan taştan yiğit Türk
Koynuna tüm ruhuyla girer idi
Er Türk, geniş bozkırların güzelliğiydi
Otursa, göçse, konsa da özgür idi
Birleşip yiğit Türk balaları
Bırakma, yolun kesip dizginle oral!”[5]
 
Bu kutlu düşüncelerinden Mağcan’ı kurşuna dizenler onu öldü bildiler. Oysaki Türk evladı Mağcan Cumabay gibi yiğit evlatlarını yaşatmaya devam etmektedir.
 
Diğer Kaynaklar:
Dişi Kurtun Çocukları, Sadettin Gömeç, Berikan, 2012


[1] Ali Kafkasyalı, Bağımsızlıklarının 20. Yılında Kazakların İstiklal Mücadelesi Tarihine Bir Bakış, 2012.

[2]  Baymirza Hayit, Türkistan’da Öldürülen Türk şairleri, 1971.

[3] Emin Özdemir, Kazak Kültürel Hayatında Tatarların Etkisi ve Kazak Ceditçiliğinin Gelişimi, 2009.

[4] Cemile Kınacı, Kazak Şairi Mağcan Cumabayoğlu’nun Şiirlerinde “Kendi” ve “Öteki” İmajı, 2011

[5] Feyzullah Budak, Altay’daki Yüreğim: Mağcan Cumabay’a Cevap, 2003.