SON DÖNEMDE YAŞANAN GELİŞMELER ÇERÇEVESİNDE TÜRKİYE’DEKİ SİYASAL ORTAMIN DEĞERLENDİRİLMESİ

29 Ekim 2019 11:19 Prof. Dr. Selçuk Duman
Okunma
853
SON DÖNEMDE YAŞANAN GELİŞMELER ÇERÇEVESİNDE TÜRKİYEDEKİ SİYASAL ORTAMIN DEĞERLENDİRİLMESİ

SON DÖNEMDE YAŞANAN GELİŞMELER ÇERÇEVESİNDE TÜRKİYE’DEKİ SİYASAL ORTAMIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Prof. Dr. Selçuk DUMAN

Siyasal ortamın istikametini toplumun kuramsal yaklaşımları belirler. Eğer toplumlar kuramsal çerçeveyi kendi milli tarihlerine uygun, güncel ulusal çıkarlarını gözeten ve gelecekle ilgili toplumun beklentilerine cevap veren bir anlayışta oluşturmuşlar ise ulusal ya da uluslararası düzeyde oluşabilecek riskleri elimine edebilecekleri gibi emperyal girişimler söz konusu olduğu zaman onlara karşı gerekli dik duruşu da gösterebileceklerdir.
Ancak toplumların bu şekilde bir kuramsal çerçeve oluşturabilmeleri için milletleşme sürecini tamamlamış, modern demokratik hukuk devletinin gereği olan seküler toplumu inşa etmiş ve siyasal organizasyonunu milli eksende oluşturmuş olması gerekir.
Aksi takdirde kuramsal çerçeve dini ya da siyasi olsun, emperyal girişimlerin istediği şekilde oluşur ki bu durumda o ülkede siyasal ortam kendisine dışarıdan ya da içeriden pompalanan emperyal isteklerin kuramsal yaklaşımları ekseninde şekillenir.
Türk siyasal ortamında ortaya çıkan tartışmaların çoğu zaman kurucu unsur olan Türk Milleti tarafından yadırganmasının nedeni de budur.
Türk tarihinde oluşturulan siyasal organizasyonların başarılı bir şekilde dünya hakimiyetine kadar giden süreçleri, milli eksende yapılanmaları ile ilgili olduğu gibi başarısız olup onlarca siyasal organizasyonun yıkılmasına neden olmaları ve dünyanın bir çok yerinde hakim unsur iken esir toplum haline dönüşmeleri de siyasal organizasyon anlamında milli eksenden uzaklaşmaları ve bireysel anlamda milli şahsiyetler yetiştirememeleri ile doğrudan orantılıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Mustafa Kemal Atatürk döneminde yokluklar içerisinde kısa sürede çok etkili ve saygın bir devlet haline dönüşmesi, bu milli eksenin oluşturulması ve milli şahsiyetlerin yetiştirilerek sorumluluk makamlarında görev almaları ile alakalıdır.
Atatürk sonrası Türk Devleti’nin milli eksenden uzaklaşarak emperyal devletlerin rotasına girmesi ile ülkede sosyal barış ve siyasi istikrarın bir türlü inşa edilemediği görülmüştür. Bu siyasal dönüşümün oluşumundan CHP başta olmak üzere iktidara gelen partilerin tamamı sorumludur.
Ülkemizde günümüzde yaşanan gelişmeleri ve tartışmaları da bu siyasal dönüşümün getirdiği nokta ile birlikte okumak gerekir.
Türkiye’de siyasal ortamın şekillenmesinde elbette öncelikle siyasi partiler birinci derecede rol alırken, sivil toplum örgütleri ve devletin yönlendirmesi ve desteği ile hareket eden bazı kurum ve kuruluşların da bu konuda etkili oldukları bilinmektedir.
Türkiye’de siyasal partilerin kuramsal yaklaşımları; geçmişten günümüze bilimsel temelde, milliyet eksenli, demokratik ve hukuk devletini özümsemiş ve seküler bir anlayışta ülkenin ulusal çıkarlarını önceleyen bir çerçevede gerçekleşemediği için sürekli dışarıdan yönlendirilme riski ile karşı karşıya kalmıştır.
Örneğin Cumhuriyet Halk Partisi; Müdafaa-ı Hukuk Derneklerinin yerine kurulmuş, ilk kongresini; Sivas Kongresi olarak kabul etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Babası Mustafa Kemal Atatürk tarafından organize edilmiş bir parti olmasına rağmen Yüce Atatürk’ün ölümü ile birlikte ciddi bir eksen kayması sürecine girerek, yıldan yıla Atatürk ve kurucu değerlerin önceliklerini kendine göre yorumlamaya başlamış ve 1950 sonrası sola doğru kayarak Türkiye’deki radikal sol örgütler ile dahi birlikte anılır olmuştur.
Günümüzde ise terör ve mikro milliyetçilikte mahir olan HDP ve türevleri ile birlikte gözükmekten ve birlikte anılmaktan rahatsız dahi olmadan işbirliği yapabilmiştir.
Siyasal İslam ekseninde oluşturulan yapılar ise genel olarak Emevi Arap eksenini benimseyerek; Türklük gurur ve şuurunu küfür olarak nitelemiş, Türk Kültürünü yozlaştırmış, Türkçe adların konulmasını bile sakıncalı görmüş, Türk Milleti kavramını hiçbir zaman kabul etmemiş, ümmet anlayışı ile hareket etse de Arap dil ve kültürünün hakim olması için çaba harcamış ve Türk Milletini Arap kültürünün gereği olan cemaat, tarikat, aşiret, kabile gibi kavramlar çerçevesinde ayrıştırmış, millet olma niteliğini sürekli aşındırmış ve bu çerçevede de dünyayı okuduğu için geliştirdikleri görüş ve öneriler hiçbir zaman Türk Milletinin çıkarına olmadığı gibi zaman zaman Türkiye’nin aleyhinde de olabilmiştir.
Orta sağ olarak nitelenen partiler ise bir taraftan liberal demokrasi ekseninde konuya yaklaşırken diğer taraftan emperyal ülkelerle olan işbirliğinde sınır çizemedikleri ve Türkiye’nin dışa bağımlılık oranını artırdıkları için çoğu zaman milli bir politika oluşturmakta zorlanmışlar. Hatta milli bir yöneliş olduğu zaman muhtıra, darbe gibi tehditlerle de karşı karşıya kalabilmişlerdir.
Milliyetçi eksende kurulan partiler; kendilerine I. Meşrutiyet sonrası oluşmaya başlayan ve II. Meşrutiyet döneminde şekillenen kuramsal yaklaşımları rehber edinerek güncel ulusal ve uluslararası sorunlara bu birikimler ekseninde yaklaşımlar getirmiştir.
Ancak milliyetçiliğin 1950 sonrası siyaset felsefesindeki şekli ile kuramsallaşma sürecini takip edemediği gibi çağın gereğine uygun Türk Milletinin tamamını kapsayacak temel bir kuramsal çerçeveyi oluşturamamıştır. Bu nedenle ulusal ve uluslararası sorunlara yaklaşım tarzlarında farklılıklar arttığı için milliyetçilik ekseninde kendisini tanımlayan bireylerde ayrışmalar görülmüştür. Bu da milliyetçi hareketin iktidar olmasını engellemiştir.
Oysaki Türkiye’de günümüzde yapılan araştırmalarda gösteriyor ki milliyetçilik ekseninde siyaset yapan partilerin %55 oranına kadar rahat bir şekilde oy alabilme imkanı bulunmaktadır. Yapılması gereken bu toplumsal beklentileri karşılayacak kuramsal yaklaşımları ortaya koymaktır.
Aşırı sol ya da sosyalist siyasal organizasyonların da kuramsal çerçeveleri dışarıdan oluşturulduğu için çeşitli emperyal ülkelerin yönlendirmeleri ile Türkiye’de etnik bölücülerle yakın işbirliği içerisinde olabilmektedir.
Yani günümüzde Türkiye’nin ulusal ve uluslararası tehditlere yoğun muhatap olmasının nedeni kendi ulusal ve uluslararası çıkarları etrafında düşünce üretememesi ile alakalıdır.
Diğer yandan Türkiye’de ortaya çıkan sistem değişikliği ile birlikte %50+1 oranına ulaşmak için bir cepheleşme ve kutuplaşma süreci yaşanmaktadır.
Aslında Türk siyasi hayatında Tanzimat Döneminden itibaren bir kutuplaşmanın varlığı bilinmektedir.
Tanzimatçıların karşısında; Tanzimatçıları emperyalizmle işbirliği yapmak ve ülkeyi açık Pazar haline dönüştürmekle suçlayan Namık Kemal vb. aydınlar ortaya çıkmış ve siyasi bir mücadele başlatmışlardır. Günümüzde olduğu gibi bu dönemde Mahmut Nedim(of) gibi Rus yanlısı kesimlerde var olmuştur.
1902 yılında gerçekleşen Jön Türklerin Paris Kongresi ile birlikte Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin liderliğinde oluşan bir siyasi cepheleşme yaşanmış ve Ahmet Rıza Merkezi devletin güçlendirilmesi, Türklerin yönetimde etkili olması, emperyal ülkelerle mesafeli ve dikkatli ilişkiler kurulmasını savunurken, Prens Sabahattin emperyal ülkelerle yakın işbirliği, liberal yaklaşım ve Adem-i Merkeziyet sistemini savunmuştur.
1908 sonrası ise Osmanlı Devleti bir taraftan çok partili hayata geçerken diğer taraftan bu partiler; ittihatçı ve itilafçı cephede karşı karşıya gelmişlerdir.
İttihatçılar, emperyalizmle mücadele ekseninde konuya yaklaşırken itilafçılar emperyalizmle işbirliği ile var olunabileceğini savunmuşlardır.
Atatürk’ün CHP’si ittihatçıların emperyalizmle mücadele geleneğine sıkı sıkıya sarılırken kuramsal anlamda da Türk Milliyetçiliği fikrini modern, seküler bir zemine taşımıştır.
İsmet İnönü ile birlikte emperyalizmle işbirliği ile var olunabileceği düşüncesi tekrar düşünülür ve uygulanır olmuştur.
Demokrat Parti de İsmet İnönü’nün siyasetini aslında başka bir çatı altında sürdüren siyasal anlayışı uygulamaya koymuştur.
1960 sonrası Türk Siyasal hayatındaki ilişkiler ise oldukça karmaşıktır. Çünkü Türkiye’nin soğuk savaş sürecinde bloklaşma mücadelesinin tam merkezinde yer almasından dolayı emperyal ülkelerin Türkiye’deki istihbarat ve şekillendirme faaliyetleri artmıştır.
1980 ihtilali ile birlikte Türkiye’de ortaya çıkan Milliyetçi ve ulusal sol yok edilmek istenmiş ve onun yerine kontrol edilebilir ılımlı İslam anlayışını uygulamak için “İslami”(özünde İslam dan uzaklaşan) kesimler devlet tarafından cesaretlendirilmiştir.
15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe ile emperyal ülkelerin yıllardır besleyip büyüttükleri ve Türkiye’de ciddi bir zemin kazanan ılımlı İslam ya da kontrol edilebilir İslam yani İslam dan uzaklaşan anlayış iktidarı ele geçirmek istemiş ancak başarılı olamamıştır.
Bu tarihten sonra Türkiye’de siyasal ortam yeniden şekillenmiştir. Şöyle ki Bu emperyalizmle derin ilişkisi olan kesimlerden bazıları bu emperyal tehdidi görerek kendilerini daha çok muhafazakar milliyetçilik kavramı ile tanımlayarak milliyetçi partilerle işbirliği yönüne kayarken, diğerleri demokrasi, insan hakları ve seküler toplum söylemleri etrafında kendilerini konumlandırarak karşı bir eksen yaratmaya çalışmışlardır. Ancak her iki kesimin kozmopolit bir yapıda olması ve içerisinde emperyalizmle derin bağları olanların bulunması dolayısı ile ciddi açmazlar yaşamaktadır.
Bu açmazlardan kurtulmanın yolu; emperyalizmle işbirliği içinde olanların deşifre edilmesi ile mümkündür.
Çünkü bir ülkede vatan hainliğinin ölçüsü kendi ülkesi aleyhine bir başka ülke ile işbirliği yapmakla ölçülür.
Bu nedenle bu tür işbirliği içerisinde olan birey yada grupların mutlaka deşifre edilmesi ve gereğinin yapılması gerekmektedir.
Bu tür ilişkide olanlar arasında sağda, solda, cemaat ve tarikatlarda ya da sivil toplum örgütleri içerisinde olanlar bulunmaktadır. Bunları elbette demokratik hukuk devletinin kuralları içerisinde, güçlü bir istihbarat çalışması yapılarak deşifre etmek mümkündür.