DIŞ POLİTİKADA FABRİKA AYARLARINA DÖNME ÇABASI

26 Temmuz 2016 12:32 Mehmet DEMİRKAN
Okunma
2869
DIŞ POLİTİKADA FABRİKA AYARLARINA DÖNME ÇABASI

 

 
AKP iktidarının devlet mekanizmasına hâkim olmaya başlaması ile birlikte en çok iki şeyden şikâyet edildi: Bunlardan ilki büyük atılımların önünde engel olarak görülen bürokrasi, diğeri ise geleneksel çizgide ve denge üzerine kurulu olan dış politikaydı.  
Bürokratik engeller zaman içerisinde tamamen ortadan kaldırıldı. İçeride iş kolay oldu ama uluslararası arenada oyunun kuralı başkaydı. Türkiye, geride bırakılan yıllarda ne yazık ki büyük itibar kaybetti. Oysa akılcı yaklaşımlarla işe başlanmıştı. 
Yaşar Yakış ve Abdullah Gül'ün bakanlıkları döneminde Dışişleri Bakanlığı iyi çalıştı. Yeni bir soluk gelmiş, maceracı olmayan aktif hamleler yapılmaya başlanmıştı. 
Ancak Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olmasının ardından başlayan süreçte, Dışişleri Bakanlığı işlevini yitirmeye başladı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dış politika başdanışmanı Ahmet Davutoğlu gölge Dışişleri Bakanı olarak çalışmaya başladı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ali Babacan üzerinde başbakanlığın büyük baskısı vardı. Dışişleri Bakanlığı işlevini işte o zaman yitirdi. 
İş uzaktan kumanda ile devam edemez hâle geldiğinde (Durumdan Ali Babacan da rahatsızdı.), Ahmet Davutoğlu dış politikada direksiyona geçti. Geldiğimiz nokta malum. 
Şu anda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın sözcüsü ve dış politikada bugünlere gelinmesinde önemli rolü oynayan İbrahim Kalın, o dönem izlenen politikaları savunurken “değerli yalnızlık” kavramını ortaya attı. Çok zaman geçmeden İbrahim Kalın ile birlikte bu yalnızlığın değerli olmadığını çok acı biçimde öğrendik. 
Bu arada başbakan olan ve işlerin sarpa sardığını gören Ahmet Davutoğlu, ilk hamleyi Avrupa'ya doğru yaptı. Avrupa Birliği (daha doğrusu Almanya) ile bir 'Geri Kabul Anlaşması' imzalanması karşılığında ise 3 milyar avro alınması planlandı. Ancak hükûmetinin ömrü yetmedi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun görevine son verdi.  
Ardından kurulan Binali Yıldırım başbakanlığındaki 65. hükûmet, Türkiye'yi içine çeken bir dış politika girdabını önünde buldu. Başbakan Binali Yıldırım; bu konuda ne yapacağını, “Dostlarımızın sayısını artıracağız, düşmanlarımızın sayısını azaltacağız.” sözleriyle kamuoyuna duyurdu. 
Bu şu anlama geliyordu: Avrupa Birliği ile ilişkiler yeniden ivme kazanacak, Rusya ve İsrail ile olan gerginliği azaltma yönünde girişimler hızlanacak, ABD ile “ortak stratejilerde” bir uzlaşma platformu oluşturulacak.
 
AB İLE İLİŞKİLER KOPTU
Yeni hükûmet dostluk mesajları verirken ilk darbe Almanya parlamentosundan geldi ve  1915'te yaşananlar “soykırım” olarak tanındı. 
Bu arada bir parantez açıp şunu belirtmek lazım: Eğer Alman parlamentosu “soykırım” iddiaları ile ilgili bir karar aldıysa, bu asla hesapsızca yapılmamıştır. Mutlaka bir sonraki adım planlanmış, önümüze bundan sonra ne çıkartılacağı şimdiden çalışılmaya başlanmıştır.
Buna karşılık Türkiye ne yaptı? 
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Avrupa Birliği kendi yoluna, biz kendi yolumuza olur." dedi. “Reis işi kopartıyor.” derken ertesi gün öğrendik ki gerginliği tırmandırmak bir yana Almanya'ya kapılarımızı ardına kadar açmışız. 
Almanya’nın, İncirlik Hava Üssü’nde kurmak istediği askerî tesisler konusunda Türkiye ile süren görüşmelerde esasa ilişkin ilkesel mutabakatın sağlandığı öğrenildi. Açıklamayı yapan Almanya Savunma Bakanlığı Sözcüsü Boris Nannt'tı.
Bu arada kısa bir not…
Almanya’nın İncirlik’te konuşlandırdığı Tornado savaş uçakları “Recce” adı verilen yüksek çözünürlüklü kameraları ile Suriye ve Irak'ta IŞİD hedefleri üzerinde keşif uçuşları yapıyor. Bu uçuşlarda elde edilen istihbarat, koalisyon güçlerinin hava operasyonlarında kullanılıyor. Alman Hava Kuvvetlerine ait Airbus A310 tipi askerî uçak ise koalisyon güçlerinin jetlerine havada yakıt ikmali yapıyor.
Alman ordusu, İncirlik’ten yürüttüğü faaliyetleri daha etkin bir şekilde sürdürebilmek için Üs’te kendisine geçici nitelikte bir alan tahsis edilmesini istiyor. Bu alanda Alman birlikleri için karargâh, operasyonların koordine edileceği merkez ve uçakların bakımının yapılacağı hangarların inşa edilmesi düşünülüyor.
Tekrar dönelim dış politikaya…
Öylesine köşeye sıkışmış durumdaydık ki Almanya'nın parlamentosundan çıkan karar için bir iki gün hamaset dolu laflar edip derhâl üzerini örttük. Çünkü sıkışan ekonomimizde  Avrupa Birliği'nin dinamosu olan Almanya'yı da kaybetme gibi bir lüksümüz yok. Yani çaresiz sesimizi kestik. 
Ancak Avrupa ile ilişkiler tam bir felaket. Bu arada Saray-hükûmet medyasında “Avrupa batıyor.” manşetleri atılsa da bunun nasıl bir yalan olduğu, Avrupa kapılarına yığılan milyonları gören herkes tarafından çok iyi biliniyor. 
Almanya ile bunlar yaşanırken Türkiye'nin durumu, asıl günlerce İngiltere'de tartışıldı. Yıllar boyunca Türkiye’nin AB üyeliği için en güçlü desteği veren İngiltere, Türkiye'yi iç politikasına malzeme yaptı.
AB'de kalma ya da ayrılma referandumu öncesinde, iki taraf da Türkiye'ye veryansın etti. Ayrılmak isteyen grup “Bir diktatörün yönettiği, bütün özgürlüklerin askıya alındığı ülke ile yan yana mı olacağız?” diye Türkiye’yi hedef aldı.  AB içinde kalınması gerektiğini düşünen Muhafazakâr Parti lideri ve İngiltere Başbakanı David Cameron ise Türkiye’nin AB üyeliği için “Belki 3000 yılında olabilir.” dedi. 
AB üyesi olmak çok mu önemli? Tabii ki değil. Ama Türkiye’nin durumunun bir ülkenin iç politika malzemesi hâline getirilmesi çok onur kırıcı.  
Türkiye için “bir diktatöre teslim olmuş, hukukun yok edildiği, demokratik ve insani değerleri ayaklar altına alan hükûmete destek veren, teröristlerle iş birliği yapan insanların ülkesi” yakıştırmaları gerçekten isyan edilmesi gereken bir durum.
 
ESAD İLE AYNI SAFTA
Dış politika açısından bir felaket de güneyde, Suriye ve Irak'ta yaşanıyor. Öyle ki bugün Suriye’de ABD, Rusya, İran, Kürtler vs. etkili bir şekilde varlıklarını sürdürürken Türkiye en etkisiz ve çaresiz oyunculardan biri durumunda. Öylesine çaresiz ki kendi toprağı Suriye’den füzelerle sürekli vurulurken en meşru savunma hakkı çerçevesinde yapması gerekenleri dahi yapamaz hâlde... 
Bütün her şey bir yana terörist PKK'nın Suriye uzantısı PYD ve askerî silahlı kolu YPG’nin Türkiye yerine muhatap alınır olması içler acısı bir tablo. 
YPG ile PKK  birbiri içine geçmiş iki terör örgütü. İkisi de Abdullah Öcalan’ı lider kabul ediyor. YPG militanlarının mühim bir kısmı Türkiye’den gitme, ideolojileri de aynı…
YPG, Suriye’nin kuzeyinde elde ettiği hâkimiyetini genişletebilir ve kalıcı hâle getirebilirse, ortaya çıkacak siyasi yapının bir tür PKK devleti olacağına kesin gözle bakılıyor. YPG, IŞİD terörüne verdiği mücadele sayesinde Batı’nın takdirini kazandı, meşrulaştı. Batı kamuoyunda İslamcı terörün nasıl bir korkuya neden olduğunu gören PKK da aynı taktiği Irak’ta uygulamaya çalışıyor…
 Amerikan yetkilileri zaten PYD/YPG’nin terörist olmadığını açık açık söylüyor. ABD'nin YPG ile 2014 yazında başlayan ortak çalışması, zaman içinde iş birliği, askerî ittifaka döndü. 
Buna karşılık Türkiye 2015 yılında İncirlik Askerî Üssü’nü açsa da ortak operasyon yapılması bile önerilse de ABD planından vazgeçmiyor.  
Tavır o kadar net ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, “Bizimle misiniz, PYD ile mi?” sorusuna cevabı ABD Dışişleri Bakanlığı  sözcüsü veriyor: “Biz PYD/YPG ile çalışmayı tercih ediyoruz. Türkiye elbette müttefikimizdir ama bu konuda farklı düşünüyoruz.”
ABD ile YPG arasındaki iş birliği son aylarda ortak askerî operasyonlara döndü. Üstelik buna şimdi Fransız ve İngiliz askerleri de eklendi. 
Yani ABD, Fransız ve İngiliz askerleri ile YPG militanları IŞİD’e karşı omuz omuza savaşıyor. Kesin olmamakla birlikte, Fransızların Suriye’nin kuzeyinde askerî bir üs kurma ihtimalinin de yüksek olduğu söyleniyor. İngiliz ordusundan verilen bilgilere göre özel kuvvetleri ülkenin güneydoğusunda yer alan el-Tanf bölgesinde faal…
 İşin trajikomik yanı, PYD/YPG ile çatışan bir taraf da Esad güçleri. Şam yönetimi bir oldubitti ile Kürt özerk bölgesi kurulmasına karşı. Yani Türkiye ile aynı kaygıları taşıyor. Hatta savaşıyor. 
İşte bu tablo Türkiye için tam bir açmaz… Tabii işler bununla da sınırlı değil. 
 
RUSYA DEDİĞİNİ YAPTIRDI
Suriye sınırını ihlal eden Rus savaş uçağının 24 Kasım 2015'te düşürülmesi ve iki pilotun da ölmesinden sonra başlayan süreci yönetirken Türkiye, bütün kontrolü kaybetti.
Rusya'nın ambargosunun Türkiye'yi böylesine köşeye sıkıştırabileceğini kimse tahmin etmiyordu. Her yıl gelen milyonlarca Rus turist bu sene gelmedi. Yaş meyve sebze ihracatı da durdu. Bunlar bir yana Rusya, Suriye hava sahasını Türk savaş uçaklarına kapattı. Misilleme ihtimali sebebiyle bırakın Suriye'deki hedefleri vurmayı, Türk jetleri sınır boyu devriye uçuşlarını bile güç yapıyorlar. Türkiye'nin Suriye'deki hareket alanı sadece lojistik destek verme çerçevesinde…
Bu arada Dışişleri Bakanlığı gerilen ilişkileri yumuşatmak için her yolu denedi. Manzara böyle iken Dışişlerinin tavsiyesi ile cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık Rusya millî günü sebebiyle Moskova'ya bir kutlama mesajı yolladı.
İki gün sonra da Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın verdiği iftar yemeğine katıldı. İki taraf birbirine jest yaparken Rusya Nuh dedi, peygamber demedi. Talepler netti: Özür ve pilotlar için tazminat…
Sonunda da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Putin’e bir mektup yazarak özür diledi.
Birçok yorum yapılabilir, hatta bu bir başarı öyküsüne çevrilip insanlar ikna edilebilir. Ama ruhlarında gerçeklikten uzaklaşmamış her insanın algılayabileceği gibi Rusya karşısında büyük bir hezimete uğradık. Müttefiklerimiz kıllarını kıpırdatmadı.
Rusya ile mutlu günlerimize geri mi döndük? Eğer her taleplerini karşılarsak, evet…
Bu iş olurken bir diğer sorunlu ülke İsrail ile de anlaşmaya vardık. 
 
KONTROL ARTIK İSRAİL'DE 
İsrail'e rest çektiğimiz, Arap ülkelerinin sokaklarında Recep Tayyip Erdoğan'ın posterlerinin dolaştırıldığı günler çok geride kaldı.  
İsrail'in Mavi Marmara gemisine yaptığı operasyonda öldürdüğü insanlar için özür koşulunu kabul ettiren Türkiye, diğer koşullarda da tatmin oldu. 20 milyon dolarlık tazminat konusunda taraflar anlaştı. Gazze ambargosunun kalkmasında da esnek bir formül benimsendi. Buna göre Gazze’ye ambargo kalkmayacak ancak Türkiye, sağladığı ayrıcalıklarla Gazzelilerin hayatlarını kolaylaştıracak işler yapabilecek. İsrail’in Aşdod ve Türkiye'nin Mersin limanlarından Gazze’de yapılacak inşaatlar için gerekli malzemeler gönderilebilecek. 
Buna karşılık İsrail Türkiye'den HAMAS'ı himaye etmemesini istiyor.
Türkiye Orta Doğu'da öylesine yalnız ki İsrail ile iş birliği yapmaktan ve bozulan ilişkileri düzeltmek için alt perdeden konuşmaktan başka çaresi kalmadı.
Peki İsrail neden önemli?
Orta Doğu’da Türkiye, İsrail Suudi Arabistan ve Katar’dan oluşan ülkelerin ortak hareket edeceği bir yapı kurulmaya çalışılıyor.
Bunu ABD de destekliyor. Bu yapının en kârlı ülkesi İsrail hiç kuşkusuz. Türkiye ise İsrail ve onun kontrol ettiği lobiler üzerinden ABD ile ilişkileri düzeltmeyi hedefliyor. Çünkü ABD’de başkanlık seçiminden sonra yepyeni bir denge kurulacak. Uluslararası politikalarda (özellikle Orta Doğu) belirleyici gücünü kaybeden Türkiye de yenilgiyi kabul edip oyun kurucu rolünü terk ederek kendini koruma altına alacak bir pozisyon peşinde.  
 
TÜRKİYE'Yİ REZİL EDEN DAVA 
Türk dış politikasını kilitleyen bu açmazlar yetmezmiş gibi 17/25 Aralık düğümünün kilit ismi Reza Zarrab, gittiği ya da götürüldüğü ABD’de tutuklanmasının ardından şimdi New York Mahkemesinde pimi çekilmiş bir bomba gibi duruyor.
Kulis bilgilerine göre Zarrab, kefalet talebinin reddedilmesinin ardından “Suçumu kabul ediyorum.” pozisyonuna geçmek için başsavcılıkla görüşmeye başlamış. Bu bilgi eğer doğruysa Zarrab uzun hapis cezasından kurtulmak için çok kişinin ismini “suçlu” olarak başsavcıya verebilir.
Reza Zarrab'ın başrol oynadığı kepazelik, Türkiye'de Meclis çoğunluğu üzerinden kapatılmaya çalışıldı. Dört bakan Yüce Divandan kaçırılıp diğer şüpheliler de serbest bırakıldı. Türkiye'de üstü kapatılan dosya ne yazık ki ABD’nin eline düştü ve hukuku nasıl guguk hâline getirdiğimiz faş oldu. 
Zarrab’ın dâhil olduğu ağın on milyarlarca dolarlık bir iş hacmi olduğu tahmin ediliyor. Zaten Zarrab’ın kendisi de bir televizyon programında yıllık 20 küsur milyar dolarlık bir altın ihracatından bahsediyordu. Zarrab'ın ortağı Zencani ise Türkiye'de üst düzey yöneticilere milyarlarca doların dağıtıldığını söylüyordu. Bunu Savcı Bharara da söyledi...
 İşte bu dava ile ABD; bu ağa dâhil olmuş banka, bazı kuruluş ve kişileri esir almış durumda. Yani süreçten çok ağır darbeler alabileceğini düşünenler her türlü tavizi vermeye hazırlar.
Türkiye'nin dış politika tablosu işte bu… Ankara bu tabloyu 8 yıl geriye gidip fabrika ayarlarına döndürmeyi çok istiyor, bir an önce içine düştüğü yalnızlık çukurundan çıkmak için çabalıyor. Ne var ki Türkiye’nin kaybettiği itibarını, etkisini, gücünü yeniden kazanması imkânsız değilse de ancak çok uzun bir zamana yayılarak gerçekleşecek.