‘’BİZİM ÇOCUKLAR BAŞARDI’’: KANLI 12 EYLÜL
Nihat YAZAR
“12 Eylül” denilince nedense ilk önce Başkan Danışmanı Paul Henze’nin ABD Başkanı Carter’e ‘’Bizim çocuklar başardılar.’’ diyerek darbeyi müjdeleyişi gelir aklıma. Evet, tam 41 yıl önce bir 12 Eylül karanlığında asker elbisesine bürünmüş “onların çocukları” ellerindeki Türk milletine ait silah gücünü kullanarak yine Türk milletine doğrultmuşlardı namlularını.
Sözde, siyasi partiler ve iktidarlar ülkeyi tam anlamıyla kaosa düşürmüş, ülke yönetilemez hâle gelmiş, milletin mal ve can güvenliği ortadan kalkmış, sol sağ çatışmasıyla! Ülke iç savaşın eşiğine kadar sürüklenmişti. Demokrasiyi yeniden işler hâle getirmek, milletin mal ve can güvenliğini sağlamak, huzur, güven ve refahı yeniden tesis etmek, anayasal düzeni ve hukuku yeniden hâkim kılmak için sahip oldukları silah gücüyle el koymuşlardı ülkenin yönetimine!
Peki, doğru muydu bu gerekçeler? Gerçekten siyasi partiler ve iktidarlar ülkeyi kaosa mı sokmuştu? Ülke yönetilemez hâle mi gelmişti? Yaşanan çatışma sol sağ kavgasına indirgenebilecek kadar basit miydi? Ülkenin iç savaşın eşiğine kadar getirildiği doğru muydu? Kenan Evren ve cuntası gerçekten masumane gerekçelerle mi silahlı darbeye yeltenmişlerdi?
13 Eylül günü bu soruların cevabı bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. Nedense iç savaş yaşanan bir ülkede birden silahlar susmuş, kavga 13 Eylül sabahı bıçakla kesilir gibi bitmiş, tek bir tane mantar tabancası bile patlamamıştı. Belli ki darbe şartlarının oluşması için karanlık bir el devredeydi. Darbenin senaryosu önceden planlanmış, ihtilali masum ve meşru gösterecek sebepler planlı bir şekilde kurgulanmıştı.
Merhum Başbuğ Alparslan Türkeş’in ‘’En kötü demokrasi en iyi darbeden daha iyidir.’’ görüşü doğrultusunda darbenin her türlüsüne karşı çıkmakla beraber, 12 Eylül Darbesi bu ilkesel duruşun çok ötesinde bir anlam ve amaç taşıdığı ortadaydı. Yoksa Paul Henze’nin ‘’Bizim çocuklar başardı.’’ diye darbeye ve darbecilere alkış tutarak sahip çıkması nasıl izah edilecekti?
Darbenin etkileri ve hedefleri ortaya çıktıkça hem ABD’nin darbeye alkış tutmasının nedeni hem de darbenin ve darbecilerin gerçek amacı çok daha iyi anlaşılıyordu. Cuntacılar sadece demokrasiyi askıya alarak yönetime el koymakla yetinmemişler; Türk ve Türkiye düşmanı terör örgütleriyle beraber görünüşte sırf denge unsuru olsun diye ama özünde ise Türk milletinin istiklal ve istikbalini dinamitleyebilmek için Milliyetçi-Ülkücü Hareketi de sanık sandalyesine oturtarak suçsuz yere gencecik çocukları idam sehpasına çıkartmışlar, akıl almaz vahşilikte işkenceler başlatmışlar, suçsuz, günahsız on binlerce vatanperver Türk çocuğunu zindanlara tıkarak özgürlüklerini ellerinden almışlardı. Aslında 12 Eylül’e gelen süreçte Türkiye’de yaşanan kavga asla sol sağ kavgası değildi. Ama darbeyi kurgulayan karanlık odaklar özellikle yaşanan çatışmayı sol sağ kavgasıymış gibi bir algı oluşturma stratejisini gütmüşlerdi. Sol diye tanımladıkları yelpazede devletin resmÎ raporlarına göre bile otuzdan fazla terör örgütü yer alıyordu. 1975’ten itibaren “Kürdistan Devrimcileri” ismiyle faaliyet gösteren 27-28 Kasım 1978’de de “PKK ismini alan kanlı terör örgütü, Halkın Kurtuluş Örgütü, DHKP-C, Dev-Yol, Dev Sol, TKP-ML, TİKKO” gibi Türkiye’yi yıkmaya yönelik eylemleri sabit olan tescilli terör örgütleri asla “sol” tanımlamasına indirgenemezdi. Başta Fatsa olmak üzere ülkenin birçok yerinde kurtarılmış bölgeler ilan eden, Türk devletinin hukukunu hiçe sayarak kendi kontrollerinde “halk mahkemeleri” kuran, devletin otoritesini hiçe sayan, Türk askerine, polisine kurşun sıkan, banka soyan, kamu kurumlarını işgal eden, Türkiye’nin kuruluş felsefesini ortadan kaldırmaya çalışan, rejimi değiştirmeye kasteden bu terör örgütleri ve eylemleri asla masum gösterilemezdi. Hele hele Türkiye’yi yıkmak veya Sovyet emperyalizmine peşkeş çekmek isteyen bu terör örgütlerini durdurabilmek için; Türk devletinin ve milletin bekasına ant içmiş, vatanın bölünmez bütünlüğü ve milletin istiklali için yemin etmiş, her türlü emperyalizme karşı göğsünü siper eden, “Vatanımın ha ekmeğini yemişim ha da kurşununu.” şiarıyla vatan, millet, din ve devletine sevdalı milliyetçi-Ülkücü serdengeçtilerin mücadelesi asla sol sağ çatışması olarak veya kardeş kavgası olarak görülemezdi. Elbette ki bu terör örgütlerine bilerek veya bilmeyerek eklemlenen masum diyebileceğimiz sol görüşlü ve sosyalist fikriyata sahip insanlar da vardı. Ancak mücadelenin temeli, kavganın özü Türk milletinin maddi ve manevi varlığına kasteden terör örgütleriyle, vatan sevdalısı milliyetçi-Ülkücü Türk çocuklarının kavgasıydı. Belli ki “onların çocukları” bilerek ve isteyerek ve senaryonun bir parçası olarak “Komünist-Marksist-Leninist” istilaya göz yummuşlar, Ermenilerin de içinde yer aldığı başta PKK terör örgütü olmak üzere Kürtçü-bölücü-yıkıcı terör örgütlerinin eylemlerine yol vermişlerdi.
Ülkücü Hareket 12 Eylül’e gidilen süreçte bu terör örgütlerine karşı, “Vatan bölünmesin, devlet yıkılmasın, Türk milleti emperyalizmin esaretine düşmesin.” şiarıyla şanlı bir mücadele vermiş ve bu mücadelenin bedelini 2000’den fazla şehit ve binlerce gaziyle ödemişti. Bu şanlı ve yiğit mücadeleden dolayı Türk milleti ve devleti tarafından taltif ve takdir edilmesi, ödüllendirilmesi gereken Milliyetçi-Ülkücü Hareket ne var ki, Türk devleti adına hareket eden, emperyalizmin çocukları tarafından yine sanık sandalyesine oturtuluyordu. Dün, terör örgütlerine ve eylemlerine karşı devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne sahip çıkamayanlar, yıkıcı terör faaliyetlerini önleyemeyenler; gaflet, dalalet, hıyanet ve acziyet içindeki odaklar, 13 Eylül sabahı Milliyetçi-Ülkücü Harekete ve mensuplarına karşı ‘’Vatanı kurtarmak size mi kaldı.”, “Devleti korumak sizin işiniz miydi?” gibi söylemlerle terörist muamelesi yaparak topyekûn imha girişimi başlatıyorlardı.
Başta Milliyetçi-Ülkücü Hareketin banisi Başbuğ Alparslan Türkeş olmak üzere 50 binden fazla Milliyetçi-Ülkücü Hareketin mensubu vatanperver Türk çocukları tutuklanmıştı. Binlercesi insanlık dışı işkencelere maruz kalacak, gencecik yaşlarında binlercesinin yıllarca özgürlükleri ellerinden alınarak zindanlara mahkûm edilecekti. Daha da vahimi vatan, millet, din ve devlet sevdasıyla sulanmış 9 fidanımız idam sehpasında “öpmeye kalktığı el” tarafından idam edilecekti.
Yıllar sonra idam kararı veren Hâkim Ali Fahir Kayacan’ın ‘’Suçsuzdu ama denge unsuru olsun diye astık.’’ dediği Mustafa Pehlivanoğlu, Ali Bülent Orkan, Cevden Karakaş, Cengiz Baktemur, Ahmet Kerse, Halil Esendağ, Selçuk Duracık, Fikri Arıkan ve İsmet Şahin…
Suçsuz günahsız yere yağlı urganlarda katledilen 9 yiğit…
Cuntacı Kenan Evren’in ‘’Asmayalım da besleyelim mi?’’ dediği vatan sevdalısı 9 civan… İdam sehpasında son nefesini verirken bile ‘’Devletimiz var olsun, vatanımız sağ olsun.’’ diyebilecek kadar Yaradan’ına teslim olmuş 9 devlet, millet ve vatan âşığı… Hiçbirisi pişmanlık duymadı hiçbirisi devletine sitem bile etmedi, hiçbirisi “davasını” Başbuğlarını, dava arkadaşlarını satmadı… Hiçbirisi ölümden korkmadı; tam tersine cellatlarından bile helallik dileyecek şuur ve vakarla bir cennet bahçesine koşar gibi sonsuzluğa yürüdü… Aslında, 9 yiğidin şahsında idam edilen vatan sevdasıydı, din, devlet ve millet aşkıydı… Aslında, zindanlara kapatılan Türk milletinin geleceğiydi… Aslında yargılanan, on binlerce milliyetçi-Ülkücünün şahsında Türk milletiydi… Aslında, işkence odalarında işkencelere tabi tutulan Türk milletinin tarihiydi, millî şuur, millî haysiyet, millî onurdu… Aslında yok edilmek istenen Milliyetçi-Ülkücü Hareketin şahsında büyük Türk milletinin istiklali ve istikbaliydi… Son nefesinde ne güzel söylemiş şehit Mustafa Pehlivanoğlu:
“Mustafalar ölür Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar… Yaşasın Milliyetçi-Ülkücü Hareket, var olsun büyük Türk milleti ve devleti, yaşasın büyük Turan ülkümüz!”