COĞRAFYAYI TARİHTEN, TARİHİ COĞRAFYADAN OKUMAK: AKDENİZ’E BİR KISRAK BAŞI, HAZAR’A BİR KARTAL BAŞI GİBİ UZANMAK

14 Kasım 2019 14:26 Dr.Selim YILDIZ
Okunma
1304
COĞRAFYAYI TARİHTEN, TARİHİ COĞRAFYADAN OKUMAK: AKDENİZE BİR KISRAK BAŞI, HAZARA BİR KARTAL BAŞI GİBİ UZANMAK

Türk milletinin bugün Suriye ve Irak adı ile bilinen topraklarla ilişkisi esasında tarihin eski dönemlerine kadar uzanmaktadır. Zira isimleri Basık ve Kursık olan iki başbuğ öncülüğünde Hun Türkleri 395 yılında Erzurum, Karasu, Fırat Vadileri boyunca ilerleyerek Çukurova’ya ulaşmışlar, Urfa ile Antakya’yı kuşatıp Suriye’ye giderek Kudüs’e kadar ilerlemişlerdir. Sonrasında Hunlar kuzeye dönüp Kayseri - Ankara istikametiyle Bakü’ye ulaşıp geldikleri yere gitmişlerdi. 395-396’da meydana gelen bu akınları başta Prof. Dr. Salim Cöhçe ve Prof. Dr. Ahmet Taşağıl olmak üzere akademik çevreler tarihte Türklerin ilk Anadolu seferi olarak kabul etmektedir. Takip eden yüzyıllarda da Konya, Kayseri ve Ankara’ya kadar ilerlemiş olan Sibirler, Aras kıyılarında görülen Hazar Türklerini de Anadolu’da görmekteyiz.
Türkiye’nin güneyinde kalan topraklarla Türklerin ilişkisi Abbasi İslam Devleti döneminde Türklerden kurulu ordunun Bizans sınırında İslam devletini korumak amaçlı yerleştirilmesi ile devam etmiştir. Türklerin Anadolu ile birlikte Suriye ve Irak’ı yurt olarak görmesi ise Oğuzların burada Irak ve Suriye Selçuklu devletlerini kurması ile mümkün olmuştur.
21. yüzyılda gerek tarih bilimi açısından gerekse Türk jeopolitiği ve Türk dış politikası açısından halledilmesi gereken temel sorunlardan biri Anadolu’da Türk milleti olarak var oluşumuz ve var olacağımızın her türlü politika ve tartışmanın üzerinde bir öneme sahip oluşudur. Bu yüzden Anadolu için Mondros Mütarekesi sonrası verilen mücadeleyi tepeden tırnağa, kuzeyden güneye, doğudan batıya milletin tüm fertlerinin doğru okuması ve anlaması elzemdir.
Yaklaşık 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmış Suriye ve Irak coğrafyası Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz ve Fransız politikaları neticesinde imparatorluktan koparılmıştır. Sykes-Picot Antlaşması ve Mac Mahon Antlaşması bu amaçla yapılmış antlaşmalardır. Sykes Picot Antlaşması’na gore, Suriye’nin kıyı bölgesi ile Adana ve Mersin Fransa’ya; Basra ve Bağdat vilâyetleriyle Hayfa ve Akkâ Limanları İngiltere’ye bırakılması öngörülmüştür. Fırat ve Dicle Nehirlerinin etki bölgelerinde ortak kullanım kararlaştırılmıştır. İskenderun serbest liman ve Filistin ise uluslararası bir bölge oluyordu. Arabistan toprakları, Akkâ-Kerkük çizgisiyle ikiye bölünmüş kuzey kısmı Fransa, güney kısmı İngiltere nüfuzuna bırakılmıştır. Adı geçen devletler nüfuz bölgelerinde Arap devletleri kurmayı da birbirlerine taahhüt dahi etmişler hatta federasyın dahi gündeme gelmiştir.
İngilizler, I. Dünya Savaşı sırasında Irak’ta Arapları Getrude Bell ve Lawrence öncülüğünde kışkırtırken, Hicaz Yemen Cephesinde de Fahrettin Paşa bilindiği üzere Kâbe’yi İngiliz Arap iş birliğine karşı müdafaa etmek durumunda kalmıştır.
İngilizler, Millî Mücadele Dönemi’nde yönünü Anadolu’da Kürtler üzerinde yoğunlaştırmış,  Araplar üzerinde uyguladığı politikanın bir benzerini uygulamaya çalışmıştır.
Bu kapsamda Binbaşı Noel, faaliyet yürütmüştür. Sivas Kongresi öncesinde Malatya’da bulunan Edward Noel, Kürt Bedirhanilerden Kâmuran, Celadet ve Diyarbekirli Cemil Paşa ailesinden Ekrem ile görüşmüştü. İngiliz Yüksek Komiserliği müşavirlerinden Hohler, “Kürt havarisi… Korkarım ki altından bir Kürt albayı Lawrence çıkacak.” demiştir. Noel ayrıca, Nisan 1918’de Bakü’de 12 bin Müslüman Türk’ün ve Çerkez’in üç günde katledilmesinin de sorumlusudur.

Edward Noel
Emperyalist devletlerin Kürtlerle ilgisi esasında 19. yüzyılın başlarında başlamıştı. Ancak dikkat çeken noktalardan biri de İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, ansiklopedilerinde Kürtleri Turani ırk olarak göstermelerine rağmen daha sonrasında Türk milletinden tamamen ayrı olarak yazmaya başlamış olmalarıdır.

Kürt Şerif Paşa
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra sözde barış şartlarını görüşmek üzere toplanan Paris Barış Konferansı’nda Ermeni ve Araplarla birlikte Kürtlere de devlet vaadedilmiştir. Konuyla ilgili Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya adlı kitabında bilgiler vermektedir. Paris Barış Konferansı’na Kürtlükle ilgili meseleleri ve Kürt haklarını savunmak üzere katılan kişi Kürt Şerif Paşa idi. Fransızların “Beau Şerif” ve İttihatçıların “Boş Herif” dedikleri Şerif Paşa, konferansa Kürdistan hakkında bir muhtıra sunmuş, ayrıca Ermenilerle de iş birliğine girişmişti. Şerif Paşa, Matin gazetesine verdiği demeçte “Osmanlı Devleti, yeni bir cerrahi ameliyeye maruz kalarak kendisinden vatanım olan Kürdistan’ın ayrılmasını görmeye mahkûmdur.” diyordu. Şerif Paşa, Hüseyin Hilmi öncülüğünde Osmanlı Sosyalist Partisinin de kurulmasında etkili olmuş bir kişidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta proje ve taslak olarak ifade ettiği, Osmanlı hükûmetine kabul ettirilen Sevr Antlaşması’na da  Kürt devletinin kurulmasına yönelik maddeler konulmuştur. Sevr Antlaşması’nın (10 Ağustos 1920) Üçüncü Kısmı “Kürdistan” başlığını taşımaktaydı. İlgili maddeler şu şekildedir:
 Madde 62: Fırat’ın şarkında, müstakbelde tayin edilecek olan Ermenistan hudud-ı cenubiyesinin cenubunda ve 27 inci maddenin ikinci kısmının ikinci ve üçüncü fıkralarının tasvirine tevfikan taayyün ve Türkiye’yi Suriye ve Elcezire’den tefrik eden hatt-ı hududun şimalinde kâin Kürt unsurunun adeden faik bulunduğu havalinin muhtariyet-i mahalliyesi işbu muahedenamenin mevki-i meriyete vaz’ından itibaren altı ay zarfında istanbul’da inikat edip İngiltere, Fransa ve İtalya devletlerinden her birinin bir murahhasından teşekkül edecek olan bir komisyon tarafından ihzar edilecektir. Bazı mesail hakkında ittihad-ı tam hasıl olmadığı takdirde bu mesail komisyon âzası taraflarmdan mensup oldukları hükûmetlere havale olunacaktır. Bu plân Süryani-Gildaniler ile havali-i mezkûre içerilerinde bulunan sair ırkî veya dinî ekaliyetlerin himayesine dair taahhüdat-ı katiyeyi şamil bulunacak ve bu maksadla İngiltere, Fransız, İtalyan, İran ve Kürt mümessillerinden müteşekkil bir komisyon mahallerinde icra-yı tetkikat ederek işbu muahede mucibince Türkiye’yi İran’dan ayıran hudut hattında icap ederse ne gibi tashihat icrası lâzım geldiğini taht-ı karara alacaktır.
Madde 63: Hükûmet-i Osmaniye 62’nci maddede mevzu-i bahis komisyonlardan birinin veya diğerinin kararlarını ve kendisine iblâğ edildiği günden itibaren üç ay zarfında icra edeceğini şimdiden taahhüt eyler.
Madde 64: İşbu muahedenin mevki-i meriyete vazından bir sene sonra 62’nci maddede zikredilen havalideki kürtler, bu havali kürtlerinin ekseriyeti Türkiye’den ayrılarak müstakil olmak arzu ettiğini ispat ederek Cemiyet-i Akvam Meclisine müracaat ederler ve Meclis de ahali-i mezkûreyi bu istiklâle lâyık görür ve onlara istiklâl bahşetmesini Türkiye’ye tavsiye eyler ise Türkiye işbu tavsiyeye muvafakat ve bu havali üzerindeki bilcümle hukukundan feragat etmeği şimdiden taahhüt eder. Bu feragatin teferruatı başlıca müttefik hükûmetlerle Türkiye arasında akdedilecek bir mukavelename-i mahsus ile tesbit edilecektir. Bu feragat vukua gelmiş veya vukua gelecek olursa Kürdistan’ın şimdiye kadar Musul vilâyetinde kalmış olan kısmında mütemekkin Kürtlerin bu müstakil Kürt devletine ihtiyarî iltihaklarına karşı müttefik hükümetler tarafından hiç bir itiraz dermeyen edilmeyecektir.
Mehmet Eröz’e göre Arap ve Fars kültür tesiriyle Türkmen kesimde meydana gelen başkalaşımlar Kürtleşme olarak tecelli etmiştir. Aynı zamanda Ermenilerin de isyan bölgesi olan yerlerde Türk milliyetçiliğinin uyanışına karşı İnglizler aşiretleri silah olarak kullanmıştır. Cumhuriyet Dönemi’nde Şeyh Sait İsyanı’nın ortaya çıkışından 15 yıl öncesinden itibaren kurulmuş ve Mondros Mütarekesi sonrasında ise Kürtçü bir muhtevaya bürünen örgütler ve yayınların arkasında İngilizlerin olduğunu söylememiz mümkündür. Azadi ve Ermeni ağırlıklı Hoybun örgütleri merkezi örgütler olarak önem kazanmıştır. Azadi’nin toplantılarını büyük ölçüde İngilizler yönlendirmiştir. Yaşar Kalafat’a gore, Kürt genel adı altında tanımlanan aşiretlerden Orta Doğu’da devlet oluşturamayacağını anlayan İngiltere, halkı ayaklandırmayı seçmiştir. Dış müdahalenin sebebi Sovyetlerle dost olan Türkiye’nin denge politikasında Sovyetler yanlısı bir güç olmasını istemediği Türkiye’yi zora sokmaktı denilebilir. Musul meselesinin görüşüldüğü dönemlerde bu türde etnik ve dinî çıkışları büyütmek suretiyle İngiltere bölge halkının Türk yönetimini istemediği yönünde algı oluşturmak istemiştir.
Afet İnan’ın Tarih Kongresi’nde “1071 tarihi Türklerin Anadolu’ya ilk gelişleri değil daha önce gelen kardeşlerine kavuşmasıdır.” demesi bölgenin İslamiyet öncesi Türklüğüne vurgu yapması yönüyle kayda değerdi. Diğer yandan Atatürk’ün Kürt kimliğini Türk olarak kabul etmesi de Anadolu’da birleşmiş, kaynaşmış bir Türk milleti kavramının göstergesidir. Bu çerçevede Türk’ün 20. yüzyılda ikinci kez Ergenekon’dan çıkmasına, felaha, feraha ve refaha yol bulup yürümesini sağlayan Mustafa Kemal Atatürk’ün 1932’de Dolmabahçe Sarayı’ndan çok manidardır. Nitekim bu sesleniş ve çağrı Diyarbakırlıların fahri hemşehrisi olarak yapılmıştır:
“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bizim yeni işimiz budur.  Bu damarlar birbirini duysun ve birbirini tanısın. Bu dediğim şey hakikat olacak, çünkü hakikattir. Bu dediğim şey, olduğu zaman başka bir âlem görülecek ve bu âlem dünyaya hayat verecek, nur ve feyzini insanlığa saçacaktır.  Hakikat güneşi durmaz, daima yükselecek, Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek. Bu karmaşık işlerin içinden çıkıp yükselebilmek için, bize dirlik gerektir. Birlik onunla beraber yürür. Diri yalnız Türk milletidir, birliği ortaya koyan da Türk’tür, dirliğin ne olduğunu anlatan da Türk’tür, çalışalım…”
Anadolu’da homojen, kaynaşmış bir toplum görmek istemeyen emperyalist odakların nihai hedefi Anadolu Türklüğünü yani Türk milletini parçalamak, kopan parça ile Ortadoğu adını verdikleri coğrafyada Suriye, Irak ve İran Kürtlerini içine bir Kürt Ulusal Devleti kurdurmaktır. Yıllar sonra PKK’da bu amaçla kurulmuş ve bugün Türk milletini parçalamak üzere yurt içinde, dışında ve güney sınırımızda faaliyetlerine devam etmektedir. Türkiye’de bilindiği üzere Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümlerine ve enstitülerine kadar bir çok adım çeşitli baskı ve yanlış yönlendirmeler sonucu atılmaya başlanmış, açılım süreçleri yaşanmış, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer.”, “Dağda eşkıyalık yapacaklarına ovada siyaset yapsınlar.” gibi söylemler, Türk milleti kavramının dışlanması ne yazık ki Türkiye’nin oldukça zararına ve zaman kaybına yönelik sonuçlar doğurmuştur. Hatip Dicle ve Şivan Perver gibi kişiler bu süreçlerde; Köy tabelalarının eski isimleriyle birlikte çift dilli yazılması, tüm hizmet araçlarında Kürt dilinin de kullanılması, manav etiketlerinin ve lokantaların menülerinin iki dille hazırlanması, Kürtçenin resmî dil olması gibi kampanyaların yapılmasını gündeme getirmişlerdir. Hatta yakın bir zamana kadar siyaset, basın ve yayın sahnesinde art niyetli olarak eyelet sistemi dahi gündeme gelmiş, darbeci Kenan Evren bu konuda referans dahi alınmaya çalışılmıştır. Nitekim Evren, Türkiye’nin “Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Erzurum, Diyarbakır, Eskişehir ve Trabzon” olmak üzere 8 eyalete bölünebileceğini ve Türkiye’nin mutlaka eyelet sistemine geçeceğini dile getirmişti.
Türkiye’de millî devlet yapısı bilinçli surette PKK gibi Fetullah Gülen çetesi tarafından da yıpratılmaya çalışılmış, Atatürk, tüm millî değerler ve Cumhuriyet tartaklanmış, vatandaşlık bağları zayıflatılmış, Lozan Barış Antlaşması sürecinden bu yana Türk milletinin asli unsuru olarak görülen Kürt unsuru ayrıştırılmak istenmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin 15 Temmuz sonrası başlatmış olduğu Fırat Kalkanı Harekâtı ve Barış Pınarı Harekatlarını doğru okumak gerekmektedir. Sınırlarımıza bitişik taşeron örgüt ve kukla devletlere ve arkalarındaki emperyalist güçlere karşı Fırat’ın ve Diclenin doğduğu yerler kadar birleştiği ve döküldüğü yerler de Türkiye’nin güvenliği açısından çok mühimdir. Fırat’ın doğusu da batısı da mühimdir. 180 yıl once Fırat’ta gemi yüzdürmeye çalışanlar ve dün Osmanlı Devleti’nin önüne Sevr Antlaşması’nı koyup imzalatanlar bugün de Orta Doğu’daki tüm ayrılıkçı hareketlerin kaynağı ve taşeron örgütlerin mimarıdırlar.
Daha önceki satırlardan anlaşılacağı üzere yüz yılı aşkın bir süredir tamamen emperyalist amaçlara hizmet eden bir Batı tiyatrosunun oynandığı Suriye, Irak, Lübnan, Filistin coğrafyası ve Arabistan Yarımadası içinde bugün Türkiye’yi birinci derecede ilgilendiren topraklar Türkmenlerin yok sayıldığı, dağıtıldığı, terörün arkalandığı, beslendiği, korunduğu yerler olarak sınırlarımıza bitişik topraklardır. Türkiye’nin 9 Ekim’de başlatmış olduğu Barış Pınarı Harekâtı’na karşı şaşırtcı olmamakla birlikte Arap Birliği’nin kınama çıkışı, Amerika’nın askerlerini çekmesi, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kararsız ve talihsiz açıklamaları Türkiye’nin bölgede daha dikkatli olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Zira Türkiye hem içeride hem dışarıda terör odaklarına karşı mücadele ederken, bir taraftan da diplomatik faaliyetler yürütmekte, belirsiz, tutarsız, alışık olunmayan söylemlerle karşılaşmaktadır. Akla gelen ilk soru bahsi geçen coğrafyada yeni senaryolar hazırlanarak, yeni projeler mi vizyona sokulacaktır? Bu süreçte Giresun Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selçuk Duman, 20 Ekim 2019’da sosyal medya hesabından şu hususlara dikkat çekmiştir:
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Suriye ve Irak’a yönelik yapmış olduğu operasyonları; ulusal güvenliğini tehdit eden etnik, bölücü, ırkçı terör örgütlerini yok etmek için yapmaktadır. Bu operasyona neden olan ise uluslararası hukukun öngördüğü ilgili ülkenin yetersiz kalması ve BM Güvenlik Konseyi’nin gerekli girişimde bulunmaması sonucundadır.
Ancak yapılan anlaşma Türkiye’nin ulaşmak istediği sonucu vermemektedir.
Çünkü;
Türkiye-ABD Anlaşması ile terör örgütünün imha edilmemesi ve kendileri için güvenli bölgeye alınmasına razı olunmuştur.
Terör örgütünün yok edilmediği gibi silahların toplanması ile ilgili garantiler bulunmamaktadır.
Türkiye-ABD ile bu anlaşmayı yaparken ırkçı terör örgütünün Rakka ve Deylizor’a gönderilmesine de razı olmuştur.
Türkiye-ABD Anlaşması sonucu güneye çekilen terör örgütü Irak’ın kuzeyinde yer alan Türkmen toprakları için tehdit oluşturacak konuma gelmektedir.
Terör örgütü PYD/YPG terörist Barzani ile birlikte Türkmenlere yönelik saldırılar başlatması muhtemeldir.
Türkiye’nin bu 32 kilometre enindeki bölgeye yerleştirilecek unsurların 2007 öncesi etnik yapıya göre yapması önemlidir. Çünkü Türkmenler bölgeden bu tarihten itibaren uzaklaştırılmaya başlanmıştır.
Dolaylıda olsa terör örgütünün siyasal alanda tartışmanın ortasında olması terörün siyasallaşmasına zemin hazırlamaktadır.
Yani Türkiye bu anlaşma ile atmış olduğu adımla Türkiye’nin ulusal güvenlik riskini ortadan kaldıramadığı gibi daha karmaşık sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
En sorunsal nokta ise zafer çığlıkları atılmasıdır. “
Sonuç olarak Türkiye, coğrafyasında değişen şartları göz önünde tutarak rasyonel ve Türk milletinin çıkarlarını, geleceğini güvence altına alacak yeni dış politika ilkelerini belirleyeceği ve dünyaya açıklayacağı bir dönemi yaşamaktadır. Abdullah Gündoğdu’nun Türk Jeopoltiğine dair yazdığı kitabında  “Akdeniz’e bir kısrak başı, Hazar’a bir kartal başı gibi uzanan” şeklinde ifade ettiği bu memleket, doğru zamanlarda, doğru şekilde değerlendirilebilirse tarihî ve coğrafi derinliği, kültürel dinamikleri ile emperyalizme karşı bir kalkan, yıkılmaz bir kale; Türk dünyası için rehber; bütünüyle Asya kıtası için bir umut; dünya için güven kaynağı olacaktır.