VARDAR NEHRİ KIYISINDA TURAN DÜŞÜ (Makedonya-Kosova Notları)

31 Ağustos 2018 15:09
Okunma
1231
VARDAR NEHRİ KIYISINDA TURAN DÜŞÜ (Makedonya-Kosova Notları)

VARDAR NEHRİ KIYISINDA TURAN DÜŞÜ
(Makedonya-Kosova Notları)
Dr. Sinan ATEŞ

Ankara’dan, Türk’ün başkentinden; Makedonya ve Kosova ziyaretlerimizi yapmak üzere4 Mayıs 2018 günü Ankara’dan, Türk’ün başkentinden; Makedonya ve Kosova ziyaretlerimizi yapmak üzere 4 Mayıs günü Hasan Oktay Hoca’m ve Murat Taner Bey’le birlikte yola çıktık.
Yol arkadaşlığı bizce mühimdir.
Yola, yolcuya, yoldaşa bismillah…
Her ne kadar bizle yola revan olmuşsa da ev sahibimiz Makedonya Vizyon Üniversitesi Rektör Yardımcısı Hasan Oktay Hoca’mızdı.
“Ülküsüz insan çamurdan farksızdır.” O sebeple yaptığımız her işte bir ülkümüz, bir gayemiz vardır.
Bu ziyaretimizin gayesi de nerede bir Türkçe konuşan, ben Türk ve Müslüman’ım diyen kardeşimiz varsa onlarla tanışmak, bütünleşmek; acılarını, kederlerini, neşe ve kıvançlarını paylaşmaktır.
Çünkü nerede bir Türk, nerede bir Müslüman varsa Ülkücü Türk milliyetçileri olarak bizler büyük bir heyecanla oradayız.
Bu şuurla indiğimiz Üsküp şehrinde bizi Vizyon Üniversitesinin çok değerli Rektör Yardımcısı Abdülmecid Nuredin Bey karşıladı.
Üsküp’e, Eski Pazar dedikleri ya da Türk Çarşısı adıyla anılan yere geldiğimizde gönlüme Yahya Kemal’in şu dizeleri düştü;
“Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır,
Evlad-ı Fatihân’a onun yâdigârıdır.”
Üsküp, 13 Ocak 1392 tarihinde Sultan Yıldırım Beyazıt döneminde fethedilerek Osmanlı Devleti toprakları arasına dâhil edilmiştir.
Üsküp mevzubahis olduğunda Yahya Kemal anılmazsa o konu kanaatimce yarım kalacaktır.
Yahya Kemal, Üsküp’ten çok erken yaşta ayrılmasına rağmen orayı hiç unutmamıştır. Nihat Sami Banarlı’ya anlattığı hatıralarda; “Filhakika Üsküp, yalnız vatan olarak değil, şehir olarak da gurbette hatırlanmaya değer bir beldemizdir.”  demiştir.
Yine Üsküp deyince Yavuz Bülent Bakiler’i anmamak olmaz. Ne diyor Bakiler;
“Bir yanım İstanbul, bir yanım Bursa
Çeşmeler, kubbeler, kervansaraylar…
İnsan, bir de vatanın sevdalısı olursa
Ağlar Üsküp’te çaresiz, sabaha kadar.”
Türk dünyasının manevi başkenti İstanbul, her Türk’ün medarıiftiharı ve göz bebeği, benim de memleketim Bursa ve Anadolu’daki ilk başkentimizi içine alan şehir vatan sevdalısı olan bizleri Bakiler mükemmel özetlemiş.
Cuma namazını Yukarı Banisa Camii’nde kıldık. İmam, ilahiyat profesörü şuurlu bir aydın Mensur Nureddin Hoca’ydı. Hutbeye çıktığında “Ankara’dan gelen dostlarımız var.” diyerek bizleri hem duygulandırdı hem de Türkiye’den gelen kişilerin kendileri için ne kadar değerli olduğunu hissettirdi.

Her camide ay yıldız olması ise Türklük ve İslamlığın ne derece iç içe geçtiğinin yanı sıra Türkiye’ye olan sevgisinin de bir işaretiydi.
Yukarı Banisa köylüleri Trabzon’dan göçtüklerini söylüyorlar ve hepsi Trabzonsporlu ayrıca köyün sokak isimleri arasında Çanakkale ve Atatürk sokakları ilgi çekiyor.
“Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası” her birimizin aşina olduğu bir tamlamadır. Ancak gittiğimizde gördük ki Balkanlar’dan gelen yalnızca soğuk hava dalgası değil. Soydaşlarımızın vatan hasreti, Türkiye sevgisi de Balkanlar’da çok yoğun.
Öyle duygusal anlar yaşadık ki birçoğunu anlatmaya kelimeler kifayet etmeyecektir.
Balkanlar’da yaşanan acılardan sonra; Evlad-ı Fatihan anılarını, komşularını ve topraklarını geride bırakmak durumunda kalmıştır.
Balkanlar’daki Türk kudreti zayıfladıktan sonra, bu coğrafyanın huzuru kaçmış, talihi ters dönmüştür.
Temelsiz dargınlıklar, sonuçsuz kavgalar Evlad-ı Fatihan’ın semtine yabancı olmalıdır.
Dinimize, dilimize ve büyük Türk varlığına karşı hazım sorunu yaşayanları sevindirmemeliler ve onları güldürmemelidirler.
Soydaş ve akraba topluluklarımızın yegâne dayanağı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Yüzleri hep bize dönüktür ve her zaman Türk devletinin desteğini arkalarında hissetmeyi arzulamaktadırlar.
Soydaşlarımız “Bizim kıblemiz Türkiye.” diyerek Kâbe’ye Türkiye üzerinden yönelmelerine bir kinaye olarak Türkiye sevdalarını anlatıyorlar. Gönülleri zaten her zaman Türkiye’ye dönük… Türkiye’yi Kâbe kadar aziz ve mübarek görüyorlar.

Balkanlar’dan Sorumlu Kuruluşlarımızın Durumu
Çalışmalarıyla, gerek yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızla gerekse soydaş ve akraba topluluklarla ilişkileri güçlendirmesi; ekonomik, sosyal ve kültürel olarak daha yakın ilişkiler tesis edilmesi beklenen kuruluşlar, ne yazık ki çeşitli sebeplerle görevlerini layıkıyla yerine getirememektedir.
Soydaş ve akraba coğrafyaya yönelik yapılan çalışmalarda bir koordinasyon sorunu olduğu bilinmektedir. İlgili kurumlarımızın zaman zaman kendi alanlarına yönelik mükerrer işler yaptığı görülmektedir.
Bu sebeple bir Dış Türkler Bakanlığının kurulması elzemdir.
Taşınmaz kültürel eserlerimizin tamiri konusunda son zamanlarda gösterilen gayret takdire şayandır. Ancak bu çalışmalar, insanımıza dokunmamızın önüne geçmemelidir. Özellikle soydaşların kurduğu ve öncülük ettiği siyasi oluşumları yok sayan ve yeni oluşumlara yol açan yapılanmalara kuşku ile bakılmalıdır.
Soydaşlarımız, yıllardır devam eden tüm haksız uygulamalar, baskı ve yıldırma politikaları karşısında bile bulundukları ülkenin kamu düzenini bozmaya, toplumsal huzursuzluğa yol açacak kanun dışı eylemlere tevessül etmemişlerdir.
Çünkü o coğrafyaya hoşgörüyü götüren millet biziz.
D. Mehmet Doğan, Balkanlar’ı çok güzel özetlemiş;
“Tek millet olduğumuzu bütün hakikatiyle gözledik. Karşımızdakiler de tek milletti! Yapan bizdik, yıkan onlar. Yapanlar tek millettir, yıkanlar da! Her harab mabed, her hilâli yok etmeye dönük davranış bize Endülüs’ü hatırlattı. Müslümanlar Endülüs’te sekiz asır var oldular ve büyük, göz kamaştırıcı bir medeniyet kurdular. Bu medeniyetin harabeleri bile kendini medeniyet addeden Avrupa’ya derin mesajlar veriyor. Sekiz asır bir topraklarda var olmak, göz kamaştırıcı medeniyet meydana getirmek kalıcı olmak anlamına gelmiyor. Bunu bütün gerçekliği ile bilmek gerekiyor. Balkanlar da iki asırdır Endülüs’leşme sürecinde.”
Balkanlar’ı mamur hâle getiren Osmanlı yani Türklerdi. Hoşgörüyle 5 asır bu topraklara hüküm sürdü. Bugün hâlâ Balkanlar’ın birçok yerinde Osmanlı Dönemi’nde yapılmış kiliseler görmek mümkündür. Hem de Osmanlının parasıyla yapılmış kiliseler… Bugün yapılan hangi camide o ülkenin parası ya da katkısı vardır? Bugün bile İslam adına yapılan ya da restore edilen tüm camiler Türkiye’nin destek ve katkısı ile yapılmakta ya da ayakta durmaktadır.

Vardar Nehri Kıyısında Turan Düşü
Vardar Nehri coşkun bir şekilde akıyor, yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Yağmura aldırmadan Hasan Hoca’mla Vardar Nehri boyunca yürüdük. Bir baktık ki 8 km yürümüşüz. Vardar Nehri kıyısında Turan yürüyüşünü andıran Turan düşüyle yoğrulan bu yürüyüş hafızamızın en güzide yerine nakşedildi ve bir ömür hatırlanacak inşallah. Hocamla konumuz Türk dünyası… Hasan Hoca Vardar Nehri kıyısına kurmak istediği üniversiteden bahsedip, yerleşke olarak düşündüğü araziyi gösterdi. Bir yandan sağanak yağmur yağıyor, bir yandan Hasan Hoca Vizyon Üniversitesini taşımayı planladığı araziyi gezdiriyor, diğer yandan yakın gelecekteki ülkülerini anlatıyordu.
Turan ülkümüz 21. yüzyılda artık bütün Türk devletlerinin bir bayrak altında toplanması tek bir devlet olması anlamına gelmemektedir. Keşke gelse tabii arzumuz, ülkümüz budur. Ancak daha realist olmak gerekirse bugün çeşitli coğrafyalara yayılmış Türk boylarının 7 bağımsız devleti bulunmakla birlikte birçok ülkede ciddi anlamda varlıklarını sürdürmektedirler. Öncelikle bir kültür birliği inşa edilmelidir. En azından tüm Türk halklarının aynı alfabeyi kullanması, mümkünse İstanbul Türkçesi ile birbiriyle anlaşması asgari müşterekler olmalıdır.
Daha sonra ise tüm Türk kültürlerinin kaynaşmasıyla “ortak yüksek kültür” inşa edilmelidir. Tüm Türk dünyasından öğrencilerin kabul edildiği üniversiteler kurulmalıdır. Rahmetli Turan Yazgan Hoca’nın kurduğu üniversiteler yaşatılmalıdır. Sadece Türkistan Türklüğü değil, Avrupa, Balkanlar, Kırım bütün Türk dünyasını içine alan bir Türk Dünyası Üniversitesi hayata geçirilmelidir.
Türkler, Türkistan dışında, Avrupa devletlerinde de çok büyük sorunlarla karşı karşıyadır. Bugün Avrupa'da 4 milyonun üzerinde Türk yaşamaktadır. Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan soydaşlarımızın en önemli sorunu, Türk kimliğinden uzaklaşma tehlikesidir. Birçok soydaşımız, Türkçemizi ne yazık ki konuşamıyor, eksik konuşuyor. Ayrıca, bulundukları ülkenin dilini de iyi konuşamıyorlar, eğitimleri de ne yazık ki çok yetersiz.
Hoca kuracağı büyük üniversitenin Avrupa’ya örnek ve Avrupa Türklüğünün de çocuklarının yetişeceği güzide bir kurum olmasını arzu ediyor, hedefliyor. Dilerim bu hedefler gerçek olur.

“Makedonya dağlarında kıvılcım beslenir/Dersaadet’te ateş yakmak için”
Attila İlhan’ın Eski Rumeli isimli şiirini bütünüyle burada aktarmak istiyorum. Zira sadece bir bölümünü alsam yarım kalmış olacak.

“Balkan Uykularından aşırdığım
Nevâkâr üzerine hanımelleri
Ne yapsam aklımdan çıkaramadığım
Hânende Müjgân’ın ah etmeleri
Bir Üsküp baharına ısmarladığım
Telkâri bir mülâzimle Birlikte

Mustafa Kemal’in boz revolveri
Zehir gibi susar Selânik’te
Akşama sabaha hürriyet trenleri
Binbaşı Enver Bey eli tetikte
Def gibi gerilmiş Manastır şehri
Bütün câmilerinde salâ verilir

Tambur karar kıldı tâhir buselik’te
İğdeler çiçek çiçek göğüs geçirir
Yıldız yanlışlıkları gökteki delilikte
Hânende müjgân mevsim değiştirir
Yanya Kalesi’ndeki cephânelikte
Bir Bulgar yakalanır komitacı

Yıldız Sarayına Şimşekler Teyellenir
Rumeli’de Zabitler Nasıl Anayasacı
Ufak Karafaki Kavun Beyaz Peynir
Resne’li Niyazi’nin gümüşlü kırbacı
Makedonya dağlarında kıvılcım beslenir
Dersaadet’te ateş yakmak için”

Dersaadet’te iyi niyetle yakılan ateş maalesef cihan devletimizin sonu olacaktı. (Uzun bir mesele ve yazımızın konusu olmadığı için açmıyorum.)  Devrin Ülkücüleri İttihatçılar devleti kurtarmak için her ne kadar mücadele ettilerse de muvaffak olamamışlardı. Enver’in Makedonya Dağlarına çıkması bir ikazdı, bu ikaz yerinde de olmuştu.  Balkan Savaşlarında rezil şekilde darmadağın olan ordumuz yine İttihatçı liderlerden Enver’in vizyonuyla toparlanıp, Cihan Savaşı’nda nispi de olsa başarı elde edecekti.

Yücelciler Hareketi
Yine Makedonya’dan soydaşımız bir hocamızla konuşurken ailesinden şehitlerin olduğunu gözleri dolarak anlattı. Ailesi Yücelciler Hareketine mensuplarmış, mekânları cennet olsun. Makedonya Türklüğünü anlamak için Yücelciler Teşkilatını bilmek gerekir.
Yücelciler ile ilgili en güzel eserlerden biri Mehmet Ardıcı’nın “Makedonya’da Müslüman Direnişi Yücelciler” isimli kitabıdır. İlgi duyanlara tavsiye ederim.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1945 yılında, Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi kendini tek kanun yapıcı olarak kabullenmiştir. Hukuka aykırı siyasi, ideolojik ve tek yanlı kanunlar yapmaya başlamıştır. Bu dönem Sovyet kanunlarının tercüme ve taklit edildiği yıllardır. Bu durum 1948 yılına kadar devam etmiştir. 1945 yılında çıkarılan “Her Türlü Millî, Dinî ve Irk Ayrımının Yasaklanmasına Dair Kanun” ile “Millete ve Devlete Karşı İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”, 1951 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. Bu kanuna dayanarak Türk toplumuna her türlü baskı ve zulüm uygulanmıştır. Yugoslav Krallığı Anayasa’sının yürürlükten kaldırıldığı bu dönemde ihtiyaca göre kanun yapılmış ve bir millet öteki olarak kabul edilmiştir.
Bir ihbara dayanılarak tutuklamalar, soruşturmalar, davalar, cezalar ve infazlar yapılmıştır.
Yücelciler Hareketi 1941 yılında Üsküp’te kurulmuştur. Şuayip İshak Aziz Efendi’nin önderliğinde kurulan bu teşkilata toplum önderleri dâhil edilmiştir.
Yücelciler Hareketi kısa süre sonra Türklerin karar merci hâline gelmiştir. Türk kurumlarının tamamı Yücelciler Hareketinin kontrolünde, gizli bir yapılanma olmakla birlikte herkes hareketi duymaya başlamıştır.

Yücelciler Hareketi, İkinci Dünya Savaşı sırasında baskıcı Tito yönetimine karşı kurulan Türklerin mevcudiyeti, kimlikleri ve inançları için mücadele eden bir “Türk Mukavemet Teşkilatı”dır.
Yücelciler Hareketinin kurulduğu yılların İkinci Dünya Savaşı süreci olduğu unutulmamalıdır. Herkesin güvenlik kaygısına düştüğü dönemlerdir.
Yücelciler Hareketinin kurulduğu yıllarda iki grup Makedonya’da söz sahibi olmaya çalışmaktadır. Stalin’in desteklediği “Titocular” ve İngilizlerin desteklediği “Mihaylovistler”. Türkler için ikisinin de çıktığı sonuç aynıydı: Türkleri ve Müslümanları Balkanlar’dan silmek.
1943’te Yücelciler Hareketi Türkiye’nin Üsküp Konsolosu Emin Vefa Gerçek ile de temasa geçmiştir. 1945’te Yücelciler Hareketi kendisi de bir Selânikli olan Türkiye’nin Belgrat Büyükelçisi Kâmil Koperler ile de temas kurmuştur.
19 Eylül 1947 yılında Yücelciler Hareketi üyelerine yönelik ilk tutuklamalar başlamıştır. Kısa sürede cadı avına dönüştürülen süreç sonucunda 17 kişi hakkında dava açılmış, bu kişilerden 4’ü idam, 13’ü çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. 27 Şubat 1948 tarihinde bu infazlar gerçekleştirilmiştir.
İkinci tutuklamalar Mayıs 1948’de başlamış ve kısa süren muhakemeler sonucunda 30 kişi hüküm giymiştir. Üçüncü tutuklama sürecinde de 20 kişi hüküm giymiştir.
Yücelciler Hareketinin suçu neydi? Mahkemenin iddia makamına göre “Bir dış temsilcinin yönlendirmesi ile terörist-istihbarat örgütü kurmak, Makedonya’da yaşayan Türkleri, Makedonya Halk Devleti’ne karşı organize ederek devleti yıkmaya teşebbüs etmek; Makedonya’da yaşayan Türklerin istikbalinin olmadığı, mal mülklerinin ellerinden alınacağı, okullarının kapanacağı, mal ve mülklerine el konacağı, sürgünler yapılacağı, din ve vicdan özgürlüklerinin ortadan kaldırılacağı yönünde propaganda yaptıkları” ile suçlanmışlardı.
Bugün birçok bilinmeyeni olan Yücelciler Hareketinde şehitlerin yeri dahi bilinmemektedir.
İdamla cezalandırılanlardan birisi olan Nazmi Ömer’in son sözleri “Ağlamayın sizi Türkiyeli kardeşlerimize emanet ediyorum, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!” olmuştur.
Diğer şehitlerin de sözü aynıdır: “Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!”
1953 yılında izin verilen “Göç” ile birlikte Türkiye’ye 14 yıl içinde 200 bine yakın Türk göçmüş, 1953 yılında Makedonya’nın toplam nüfusunun 1.300.000’dir.
Mutlaka o zor şartlara dayanmak mümkün değildir. Ancak bu Türk varlığı hâlâ devam etmiş olsa Makedonya tam bir Türk yurdu olarak kalacaktı. Günümüzde de Makedonya, Müslüman ve Türklerin nüfusunun çok çıkmasından endişe ettiği için son 10 yıldır nüfus sayımı yapamamaktadır.
Üsküp’te dağın zirvesine Hristiyanlar devasa bir haç yaptırmışlar, buna karşılık Müslüman Arnavutlar ise haçın tam karşısında bir tepeye müthiş bir camii yaptırmışlardır. Tabii 70 metre olarak tasarlanan minareye müsaade edilmemiş.
Bahsi geçen camiye gidip namaz kılmak nasip oldu. Namazdan sonra sohbet ettiğimiz camiinin görevlisi yaşlı amcaya “Arnavut musun?” diye sorduğumda verdiği cevap Prizren’deki dergâhta yaşadığımdan farklı şekilde “Evet Arnavut’um ama Türk’üm.” olmuştur.
 Bu diyalog da göstermektedir ki; Balkanlar’da Türk bir ırkın değil Türkiye’ye sevdanın adıdır.
Yine Bakiler’i analım;

“Balkanlarda büyük, öksüz kubbeler
Minareler, şadırvanlar, kervansaraylar
Bizi söyler, anlatır Mimar Sinan’dan beri
Üsküp’te, Estergon’da, bir atar damar gibi
Davullar, zurnalar ve serhat türküleri.”



Balkanlardaki Kadim Türkler
Balkanlar’ın kadim bir Türk yurdu olduğunun kanıtı Goralılar ve Torbeşler gibi kadim Türk boylarıdır.
Balkanlar'daki Müslüman topluluklardan biri olan Goralılar ve Torbeşler, Balkan coğrafyasının yüksek dağlık kesimlerinde hayat sürüyorlar. Goralılar Kosova’nın kuzeyinde, Torbeşler de Jupa bölgesinin yüksek dağlarında yaşıyorlar. Bu iki topluluk renkli kültürlerine yüzyıllardır sahip çıkıyorlar.
Türklerin Balkanlar’da tarih sahnesine çıkması çok eski dönemlere dayanmaktadır. Hazar Denizi ve Karadeniz'in kuzeyinden bölgeye gelen Türk boylarının milattan sonra 300 yıllarından itibaren Balkanlar'a yerleşmeye başladığı bilinmektedir. Bunlar boylar Oğur, Bulgar, Peçenek, Oğuz ve Kuman Kıpçak gibi Türk boylarıdır. Ancak bölgedeki yerli kavimlerle Türk boyları arasındaki çetin mücadeleler neticesinde ve Hristiyanlığın etkisiyle bölgeye ilk yerleşen Türk boylarının asimile olduğu da bilinen bir gerçektir.
Balkanlar’a yapılan II. Türk akını ise Osmanlı Dönemi’nde Anadolu üzerinden gerçekleşmiştir. 1350’lerden itibaren Rumeli yakınlarına düzenlenmeye başlayan Osmanlı Edirne'yi fethetmiş ve İstanbul'un Fethi’ne kadar da burayı başkent olarak kullanmıştır. Osmanlının Edirne'yi başkent yapması aslında Osmanlı imparatorluk merkezini Anadolu'dan Rumeli'ye kaydırdığının ve bölgeye verdiği önemin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda tarihçiler Osmanlının bir Balkan devleti olduğu görüşünü savunmuşlardır. 1526 Mohaç Zaferi ile Balkanlar’da kesin ve mutlak Türk egemenliği tesis edilmiş ve Anadolu'dan akın akın Müslüman Türkler bölgeye yerleşmeye veya yerleştirilmeye başlamıştır. Balkanlar’ın Osmanlılar tarafından fethedilmesinden önce Balkanlar’da ve civarındaki bölgelerde seyahat ederek insanlara İslam'ı tebliğ eden gazi dervişler vardır. Sarı Saltuk, Gül Baba, Bukağılı Baba, Cafer Baba, Gazi Baba, Haydar Baba gibi. Osmanlının Balkanlar'a asıl fethi ise askerî fetihlerden önce bu alperenler ya da gazi dervişler vesilesiyle gerçekleştirilmiştir. Bu sayede Balkanlar’ın Türkleşmesi ve İslamlaşması gerçekleştirilerek Türk yurdu kılınmıştır. Bu sebeple değerli Tarihçi İlber Ortaylı “Balkan harpleri ile birlikte kaybettiğimiz herhangi bir toprak parçası değildir kaybedilen ana vatandır.” der.
Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları isimli muazzam eserinde şöyle diyor; “Şu fâni dünya saadetleri içinde hiçbir şey aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir.”
Peki, o zaman hâlâ Torbeş ve Goralı kardeşlerimize unutulan dilleri Türkçe neden öğretilmemiştir? Bu coğrafyaya Türkiye her yıl milyonlarca lira harcarken ses bayrağımız Türkçemizin kadim Türk halkları olan kardeşlerimize öğretilmesi için neden çaba harcanmamıştır?
Yine Banarlı’yı analım. Yukarıda bahsi geçen eserinde diyor ki; “Şimdi sen mademki bu tarihin çocuğusun; eski zafer ve şeref asırlarının bugünkü evladısın! Atalarının sana miras bıraktığı her güzel şeyi seveceksin. Ataların bize miras bıraktığı en güzel iki şeyden biri bugünkü Türk vatanı ise, ikincisi Türkçedir.”
Maalesef buradaki kardeşlerimize hür bir vatan bırakamadık. Burada bize kalan en güzel şey Türkçedir. Dilimize burada en üst düzeyde sahip çıkmalıyız.

Büyükelçilik Ziyareti ve Fethi Gemuhluoğlu Üzerine
Murat Taner Bey’le birlikte Türkiye’nin Üsküp Büyükelçisi Tülin Erkal Kara Hanımefendi ve Üsküp Büyükelçilik Müsteşarı Murat Sümer Bey’i ziyaret edip uzun bir sohbet ettik. Murat Bey, Ankara’dan tanıdığım değerli bir diplomat, millî şuur sahibi, entelektüel biri. Böyle değerli bir diplomatın Üsküp’te olmasına ayrıca sevindim.
Büyükelçi hanımefendi ise memleketim olan Bursa’nın geçmiş dönemlerde milletvekiliydi, gıyaben tanıyordum, sohbet etme fırsatımız olmamıştı. Merhum Fethi Gemuhluoğlu’nun yeğeni olduğunu, Fethi Bey’i duyup duymadığımızı sordu.
Merhum Fethi Bey’in Türk milliyetçiliği için mümtaz bir şahsiyet olduğunu kendisinin camiamızda tanındığını söyledikten sonra şu sözünü naklettim;
“Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr’dır. Kucağında, mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû-Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.”
Dostluk üzerine isimli kitabı ve Fethi Gemuhluoğlu’nun anıları üzerine biraz sohbet ettik.
Nasıl bilmeyiz? O Fethi Gemuhluoğlu ki; Atsız Bey’in cenazesine imam efendinin "Merhumu nasıl bilirsiniz?" sorusuna yüksek sesle; "Bu musalla taşı, Atsız kadar gerçek bir er kişiyi az görmüştür, hoca efendi!" diyen kişidir.
Ayrıca Bursa’ya bağı olan birinin Üsküp’te Türkiye’yi temsil etmesi de ayrıca anlamlı. Üsküp, hem Bursa’ya çok benziyor hem Yahya Kemal şiirlerinde Üsküp’ü Bursa’ya benzetiyor. Ayrıca Bursa’da çok sayıda Üsküp’ten göçmüş soydaşımız var. Bu kadar ortaklık varken bu iki kardeş şehrin Tülin Hanım’da bir araya gelmesi kaderin hoş bir cilvesi olmuş diyebiliriz. Hanımefendi, Doğu Makedonya bölgesinde bir asırdır hiçbir Türk yetkilinin gitmediği köyleri ziyaret etmiş, buradaki Türk soydaşlarımızın her meselesiyle yakından ilgili. Dileriz devletimize ve Türk milletine daha güzel hizmetleri olur.

Kosova ve Sultan Murat Hüdavendigâr Türbesi Ziyaretleri
1389 yılında Kosova Savaşı’nı kazandıktan sonra, harp meydanını gezerken şehit edilen Sultan I. Murat’ın iç organları Kosova’daki kabrine gömülmüş ve naaşı daha sonra Bursa’ya getirilerek Hüdavendigâr Camii’nin yanında bulunan türbeye defnedilmiştir.
Sultan I. Murat'ın Kosova Meydan Savaşı’ndan ve şehit olmasından birkaç saat önce okuduğu ve ‘‘Áb-ı rûy-i Habîb-i Ekrem için / Kerbela'da revan olan kan için’’ mısralarıyla başlayan duasının bugünün Türkçesiyle tam metni:
‘‘Peygamber’in yüzünün suyu, Kerbela'da akan kan, ayrılık gecesinde ağlayan göz, aşkının yolunda sürünen yüz, dertlilerin hazin gönlü ve canlara tesir eden yakarışları için! Lütfunu bizimle beraber kıl ve muhafazanı bizden eksik etme ya Rabbi! Ya Rab! İslam ehline yardımcı ol, düşmanın elini bizden uzak tut! Günahımıza değil, candan ve gönülden gelen ahımıza bak! Mücahitlerini telef ve bizi düşman oklarına hedef ettirme. Vücutlarımızı mezardan sakla, İslam’ı tehlikelerden uzak tut. Bunca senedir ettiğimiz duaları ve din uğruna yaptığımız savaşları boşa çıkarma, adımı kahrın ile perişan, yüzümü halkın içinde siyah etme! İslam topraklarını ayaklar altında çiğnetme, utanç içindeki insanların yaşadığı bir yer hâline getirme. Ya Rabbi, bilirim ki İslam ehline lütufların çoktur, bu lütuflarını bu savaşta da göster. Din yolunda şehit olunacaksa beni et de ahirette mutlu bir yere ulaşayım’’
2015 yılında Kosova’ya yapmış olduğum ziyaretlerde Sultan Murat Hüdavendigâr Türbesi’ni de ziyaret etmiştim.
Sultan I. Murat Hüdavendigâr’ın türbesinin bakımı tam 400 yıldır Özbekistanlı “Türbedar” ailesi tarafından yapılıyor. O ziyaretimizde tanıştığımız ve Bursalı olduğumu söylediğimde, sultanın Bursa’daki kabrine selam söyleyen Saniye Hanım teyzeyi ziyaret ettim. 3 yıl önceki ziyaretimde emanet ettiği selamı Türkiye’ye varır varmaz ilettiğimi söyledim. Saniye Hanım teyze, her hâlinden belli ki bu işi bir ibadet şuuruyla yapıyor, bize ve Türkiye devletine çok dualar etti. Allah kendisinden ve ailesinden razı olsun.
Kosova Meydan Muharebesi’nin yapıldığı ovaya gelince Yavuz Bülent Bakiler’in şu mısralarını anmadan edemedim;
“Hep kendime susadım tuğralı çeşmelerde
Kosova meydanını dolaştım adım adım.
Murat Hüdavendigar’ın yattığı yerde
Öptüm toprağı, doymadım.”
Prizren'de, şehrin sembolü hâline gelen Sinan Paşa Camii, Sinan Paşa'nın Bosna Valiliği sırasında şehir merkezinde, yol seviyesine göre yüksekçe bir araziye 1657 yılında yaptırılmıştır. 19. yüzyıl eseri olan barok süslemeleri ve başka hiçbir camide görmediğimiz manzara resimleriyle tanınan, tek kubbeli zarif bir camidir.
Sinan Paşa Camii baktığımızda; şehrin ortasından geçen nehir üzerindeki Koca Sinan Paşa'nın babası Ali Bey'in 1533 yılında yaptırdığı üç kemer gözlü köprüyü, camiinin arkasına düşen tarihî Ortodoks kilisesini, sağ taraftaki Katolik kilisesini ve şehrin yaslandığı dağın tepesindeki kartal yuvasını andıran kaleyi aynı kare içinde görebiliyoruz.
Sinan Paşa Camii’nde iki ayrı vakit namazı kılmak nasip oldu.
Sinan Paşa Camii'nin şehir merkezindeki konumu, inşa ediliş şekli, kullanılan malzeme ve zengin iç süslemeleriyle şehrin en karakteristik eserleri arasında listenin başını çekiyor. TİKA da camiyi muhteşem ve aslına uygun şekilde restore ettirmiş.
Kosova’da eski dostlarım Orhan Lopar ve Ergin Kala ile buluştuk. Camiiden çıktıktan sonra müthiş bir yağmura yakalandık. Hasan Hoca her zamanki nüktedan yönüyle yağan yağmuru anavatandan Türkler geldi diye “şehrin sevinç gözyaşları” olarak yorumladı. 
Kosova’nın Prizren şehrinde iki farklı tekkeyi ziyaret ettik. Biri Türklerin yoğunlukta olduğu Melami Tekkesi, diğeri ise Arnavut yoğunluğunun olduğu Halveti Tekkesi.
İlk tekkede soydaşlarımızın çay ve çeşitli ikramlarıyla kasidelerini dinledik, güzel sohbetler ettik. Tekke temizdi ancak eski dökülen bir binaydı. İkinci tekke Osmanlıdan kalma tarihî bir bina restore edilmiş muazzam bir eser ortaya çıkmış, kapılarını çaldık biraz zoraki misafir ettiler. Maalesef Müslüman Arnavut kardeşlerimiz Makedonya’dakiler gibi değiller, etnik fitnenin sanırım biraz etkisinde kalıyorlar.

Mezun Takip Sistemi
Soydaşlarımızın en çok sitem ettiği hususlardan birisi de Türkiye’de okuyup, memleketlerine dönen soydaşlarımızı Türkiye’nin bir daha arayıp sormaması. “Türkiye bizi okuttu, Türkiye’ye vefa borcumuz var, ancak bizi araya soran olmuyor.” serzenişi ne yazık ki neredeyse her soydaşımızın dilinde var.
Hatta örnek olarak Kanada’yı veriyorlar. Kanada Devleti belki de Balkanlar’a en ilgisiz devletlerden biri olmasına rağmen her yıl Kanada’da okuyup ülkelerine dönen öğrencilerle ilgili Makedonya’da bir toplantı tertip ediyormuş.
Türkiye’de okuyup Balkanlar’ın çeşitli yerlerinde önemli vazifeler üstlenen Türkiye mezunları için geçtiğimiz yıla kadar maalesef herhangi bir çalışma yapılmıyordu. Geçtiğimiz yıl bir organizasyon yapıldı. Bu organizasyon da MHP Genel Sekreteri Sayın İsmet Büyükataman’ın TBMM’de yapmış olduğu mezun takip sistemi kurulması çağrısı neticesinde gerçekleşti. Soydaşlarımız, bu anlamlı hizmet için toplantıyı tertip edenlere ve özellikle Sayın İsmet Büyükataman’a teşekkür ediyorlar.

Biz Hala Nöbetteyiz
Gostivar’da bir köye soydaşlarımızın düğününe katıldık. Soydaşlarımızın birlik ve beraberliğinden kıvanç duysak da tamamı Türk olan bir düğünde sürekli Arnavutça şarkılar çalıyor olmasını garipsedik. Türkçe de çalınıyor dendi ancak sanırım ki biz ayrıldıktan sonra çalındı. Türk kültürünün başka kültürlerin hegemonyasına girmesine açıkçası üzüldük. Anladık ki Arnavut şarkıları, türküleri daha popüler. Bu anlamda Türkiye’den meşhur sanatçılar zaman zaman buralarda konserler tertip etmelidir. Bu devlet politikası olarak uygulanmalıdır.
Gostivar’da sohbet ettiğimiz bir profesör şunları söyledi;
“Bizi, bizim ceddimizi buralara Osmanlı gönderdi. 6 asırdır burada nöbetteyiz, daha sonra anavatana Türkiye’ye hicret edenler oldu. Ancak yine Türk devleti burada kalmamız gerektiğini söyledi. Biz yine kaldık, buraları bekliyoruz. Hâlâ nöbetteyiz. Sizden anavatandan tek isteğimiz bizi buralarda mahzun bırakmayın, gelin gidin, hâlimizi hatırımızı sorun yeter.”
Haklıydı, nezaketinden söylemiyordu ancak bu bizi buralarda mahzun bırakıyorsunuz demekti. Türkiye’ye sitem etmeyi ya da gönül koymayı zül addediyorlardı. Türkiye anavatandı, onları unutmazdı.
Üsküp Havaalanı’ndan ayrılırken tıpkı şehre girdiğimiz gibi Yahya Kemal’i hatırlamadan olmaz diyerek şu dizeleri mırıldandım;
“Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!”