“ZAHİR ULEMASI CEVİZİN KABUĞUNDA KALMIŞ MEĞER”

16 Eylül 2014 15:57 Dr. Hayati Bice
Okunma
3459
“ZAHİR ULEMASI CEVİZİN KABUĞUNDA KALMIŞ MEĞER”


Tasavvufta dervişin manevi yolculuğunun şeriat-tarikat-hakikat-marifet duraklarından söz edilirken verilen örneklerden birisi de ceviz benzetmesidir. Zamane çocuklarının kaçı bilir bilmem ama çocukluğumuzda cevizler olgunlaşırken dalından koparttığımız cevizin en dışındaki yeşil kabuğunu soyup altından çıkan odunsu kabuğu kırardık. Ortaya çıkan ceviz içinin meyvesi etrafındaki ve acımtırak bir tadı olan beyaz ile krem rengi karışımı zarı da soyar, ceviz içini öyle yerdik. Tasavvuf bilginleri, manevi yolculuğun ilk aşaması olan şeriatı en dıştaki yeşil kabuğa, tarikatı odunsu muhafazaya, hakikati ceviz içini saran zara ve nihayet tasavvuf yolcuğunun sonunda asıl ulaşılması gereken makam olan marifeti ise cevizin özüne benzetmişlerdir. Bu mertebeleri dile getiren bir çok satırı Ahmed Yesevi’den Yunus Emre’ye, Yahya Şirvanî’den Niyazi Mısrî’ye kadar  tasavvuf edebiyatının seçkin sayfalarında bulabiliriz. Bir örnek vermek gerekirse, Ahmed Yesevî bir hikmetinde bu makamları şöyle sıralar:
“Şeriatin şartlarını bilen âşık,
Tarikatin makamını bilir dostlar.
Tarikatin işlerini tamam eyleyip,
Hakikatin deryasına batar dostlar.”
Yeni Düşünce’nin geçen sayısında söz ettiğim ve birkaç resim paylaştığım Balkanlar gezimizden döndükten sonra gezimizin en unutulmaz anlarını yaşadığımız yerlerden Bosna Bulagay Tekkesi’nde Sarı Saltık ziyaretimizin zevki henüz gönlümüzde taptaze iken tevafuk eseri karşılaştığım bir yazı,  bana zahir uleması ile evliyaullah olarak bildiğimiz batın ehlinin farkını tekrar hatırlattı. İslam tarihi boyunca hep edip bugüne kadar gelen zahir uleması-batın ehli çekişmesinin tipik bir örneği olan bir fetvadan söz eden yazı Sarı Saltık hakkında ünlü Osmanlı şeyhülislamı Ebussud Efendi’nin verdiği bir fetvadan söz ediyordu.
Bosnalı bir âlim olarak Ankara İlahiyat Fakültesinin kuruluş yıllarında büyük hizmetleri olan Prof. Dr. M. Tayyib Okiç’in 1952 yılında, aynı fakültenin ilmî dergisinin ilk sayısında yayımladığı makale gerçekten de çok önemli idi. (Ankara İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1952, Cilt:1, Sayı:1, s.48-58) “Sarı Saltık’a Ait Bir Fetva” başlıklı makalesinde Okiç, Ebussuud Efendi’nin Sarı Saltık için verdiği bir fetvayı değerlendirmişti. Makalede belirtildiğine göre Kanuni Sultan Süleyman Balkanlar’ın her köşesinde önüne çıkan Sarı Saltık’ın evliyaullahtan olup olmadığını sorduğu Şeyhülislamı Ebussuud Efendi’nin Sarı Saltık için verdiği hüküm çok acayipti: “Sarı Saltık riyazetle kadid olmuş bir keşiştir.”  Tarihî bir önemi olan fetvayı kayda geçmesi için aynen naklediyorum:
“Sultan Süleyman Hazretleri, sefere giderken, kasaba-i Niş’te Sarı Saltık hakkında irsal idüb istifta eyledüği suretdir:
Sinde sindaşım, hâlde hâldaşım, ahirat karındaşım , eimme-i selef bu mes’elede ne buyururlar ki: Sarı Saltık didikleri şahıs evliyaullahdan mıdır? beyan buyurılub musab oluna.
El-cevab: Riyazet ile kadid olmış bir keşişdir.
Ebu's-suud”
Muhteşem Yüzyıl dizisindeki rolü ile hemen herkesin tanıdığı bir isim hâline gelen Şeyhülislamı Ebussuud Efendi’nin “Bana seni gerek seni” diye meşhur olan bir şiiri nedeniyle ismini vermeden Yunus Emre’yi ve benzeri sufileri cehenneme yolladığını bildiğim için aslında şaşırmam gereken bu fetva, Balkanlar’da nasıl büyük bir iz bıraktığına bizzat şahit olduğum Sarı Saltık’ı “İslam dışı bir papaz” olarak tarif etmesi ile beni hayrete düşürdü.
Bosna’nın bir evladı olarak çocukluğundan itibaren Sarı Saltık menkıbeleri ile büyüyen ve Sarı Saltık’ın 1263 yılında Avrupa’ya geçtiğinin tarihen sabit olduğunu kaydeden Okiç,  Sarı Saltık’ı kuzeyden güneye Balkanlar’ın her köşesinde İslam’ı yaymak hususunda faaliyete gösteren bir “şerefli kahraman”, “büyük bir İslam misyoneri” olarak vasıflandırır. Okiç’in belirttiğine göre Müneccimbaşı “Camiü’d-düvel”inde , Babadağı’nda kadılığı olan Nevîzade Alâî “Nefhatu’l-azhâr der cevabi Mahzenu’l-esrâr”ında , İbn Kemal (Kemal Paşazâde) “Mohaçname”sinde  Sarı Saltık’tan söz etmişlerdir. Bu noktada Okiç’in isim vermeden işaret ettiği Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” makalesini de hatırlamalıyız. (Bir kitapçık hacmindeki bu tarihî makalenin tam metnini İnternet’teki “Ülkücü Bellek” sitemizden okuyabilirsiniz.)
Matrakçı Nasuh “Fetihname-i Karaboğdan” kitabında Kanuni Sultan Süleyman’ın 1532’de Rumeli’ndeki Babadağ’da (bugünkü Romanya’nın Dobruca şehri) bulunan Sarı Saltık makamını ziyaret ettiğini kaydetmiştir: “Hüdavendigâr Hazretleri Nehr-i Tuna iskelesine varup Baba’da asûde hâl olan Sarı Saltuk ziyaretine varup “siz işlerinizde sıkıldığınız zaman kabirlerde yatanlardan yardım isteyin.”, kavlince himmetlerinden müstefid ve bereket-i ziyaretlerinden lezzet-i cedid ahzettikten sonra…”
Aslında Osmanlı sultanlarının Sarı Saltık’a ilgisi Kanuni ile başlamış değildir. Babası Fatih Sultan Mehmet’in Edirne valiliğine atadığı Cem Sultan da Balkanlar’da her yerde makamları ile karşılaştığı Sarı Saltık hakkındaki rivayetlerden bir derleme yapmasını istediği arkadaşı Ebu’l-Hayr Rûmî’nin yedi yıllık derleme çalışması ile ortaya çıkan Saltık-Nâme kitabı bu ilginin bir neticesi olarak elimizdedir.
Allah’tan ki Ebussuud Efendi’nin bu karalaması Sarı Saltık’ın Osmanlının manevi dünyasındaki yerini sarsamamıştır.  Bu hükmümün somut bir dayanağını, Ebussuud Efendi’den yüzyıl kadar sonra yaşamış olan ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde buluruz. Evliya Çelebi bugünkü Romanya’da bulunan ve Babadağ olarak anılan kasabadaki türbesinde ziyaret ettiği ve  “Bir mücahid-i fisebilullah bir sultan idi...” diye övdüğü Sarı Saltık’dan şu satırlarla söz eder:  (Sarı Saltık) “…Sâdât-ı kirâmdan bir ulu sultan idi. Bu hakirün ecdâdı Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinin halifesidür kim ism-i şerifleri Muhammed Neccâr’dur, kim hasib ve nesib ırk-ı tâhirdendür.” Evliya Çelebi, Sarı Saltık’a Ahmed Yesevî tarafından Rumeli’nin fethinin hedef gösterildiği rivayetini anlatırken: “Ceddimiz pirân-ı Türkistan Hoca Ahmed Yesevi ibn Muhammed Hanefi, yedi yüz âdem Horasan erenlerinden virüp” Sarı Saltık’ı “Makedonya ve Dobruca ve yedi krallık yerde nam ve nişan sahibi ol” talimatı ile görevlendirdiğini belirtir. (Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 1. Kitap, s. 312, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996)
Tasavvufun İslam’ı anlamada ne kadar önemli olduğunu yaşadığımız bütün gelişmeler gösterdiği gibi, tarihten aldığımız dersler de “Tasavvufsuz İslam”ın günümüz insanına sunacağı tablonun ne kadar renksiz olacağını ne kadar eksik kalacağını göstermektedir. Bu vesile ile tekrar kaydetmeliyim ki Türk Müslümanlığını “Tasavvufi İslam” olarak adlandırmak, günümüz insanı için önemli ve yol gösterici olacaktır.
Yazımın sonunda şu hükmü kesinleştirsem herhâlde hiç kimse itiraz etmeyecektir: Zahirden batına ulaşamayan zahir uleması Ebussuud da olsa cevizi en dıştaki acı kabuğunu soymadan ısırmaya kalkan çocuk gibidir. Isırmaya çalışırken dişini kırma ihtimali de cabası! Haksız mıyım?