Ve Türk toprakları…
“Türk sınırına gelince ne hissettiniz Kasım?” diye sordum, başladı anlatmaya:
“Sınıra, yürüyerek ulaştıktan sonra içimden buruk bir sevinçle dedim ki hoş geldik kurtaran vatana…
Bizleri Türk askeri karşıladı. Sıcak, merhametli, gururlu, onurlu Türk askeri… Hepimizin isimlerini aldıktan sonra Kızılay her aileye bir çadır verdi. Çadırla birlikte battaniye, kıyafet, gıda gibi birçok ihtiyacımızı temin etti…”
“Çadırlarda kaç kişi kalıyordunuz?” şeklindeki sorum üzerine derin bir nefes alarak konuşmasına devam etti:
“Çadırlarda kalan kişi sayısı ailenin nüfusuna göre değişiyordu. Kimi çadırlarda 7-8 kişi, kimisinde ise 10-12 kişi kalıyordu. Sayıya göre çadır büyüklüğü de değişiyordu. Ama bazen akraba olan ailelere büyük bir çadır veriliyor ve çadır ortadan ikiye ayrılarak iki akraba aile çadırı bölüşebiliyorlardı.
Çadır hayatı zor muydu, kolay mıydı diye hiç sorma. Mecbursan her şeye şükredip kolayını zorunu düşünmeden yaşıyorsun. Lakin sen bizim yaşadığımızı sanma; manzara var ama o manzaranın içi boş, içi kötü, içi yorgun, içi ölü…”
Konuşurken zaman zaman susuyor, gözleri uzaklara dalıp gidiyordu.
Devletin çadırda kalan mültecilere kart verdiğini söyledi Telaferli Kasım. O karta devlet kişi başına aylık 85 TL’lik bir para yatırıyormuş. “O parayla ihtiyacımız ne ise onu alıyorduk.” diye ekledi.
Benim en çok merak ettiğim konu, çadır hayatındaki çocuklardı. Bir öğretmen olarak kamplarda neler yaptıkları merak konumdu. O sorunun da cevabı vardı elbet. Lakin biraz kırgın, biraz üzgün ama yine şükürlü…
“Çocuk her yerde çocuktur.” dedi Kasım.
Küçük olanlar savaş bilmez daha, evden neden ayrıldığını da… Bu yüzden ortalıkta koşturuyorlar. Diğer çadır arkadaşları ile kovalamaca saklambaç, boncuk oynuyorlar. Büyük olan kızlar ise kardeşlerine bakıyor, çadır temizliği vb. şeylerle ilgileniyorlar. Büyük erkek çocuklar ise ebeveynlerinin yanında oluyorlar.
Kasım’ın büyük dediği çocukların yaşlarını duyunca hayatın yaşla bir ilgisinin olmadığına; insanların, yaşantılarına göre yaşlandığına kanaat getirmem ne üzücüydü Allah’ım!
Ben kederimi içime gömmeye çalışırken o devam etti:
“Devlet isteğimiz üzerine kamptan 5 gün ayrılmamıza izin verebiliyor. Şehirlere gidip akraba ziyareti yapıyorduk. Kimimiz geri dönmüyorduk. Şehirlerde akrabalarımızın evinde geçici kalıp bir iş ve bir ev ayarlayana kadar bizi misafir ediyorlardı. Kimisi ise şehir yaşantısından korkup tekrar 5 günün sonunda kampa geri dönüyorlardı.”
Yaşam mücadelesi için kamp mı iyiydi yoksa şehir mi? diye sorduğumda, şöyle cevap verdi:
“Kampta yaptığın pek bir şey yok; aksine korkumuz, kampta kalırsak ve ülkeler arası bir anlaşmazlık vs. gibi bir şey olduğunda bizi tekrar göndermeleriydi. Bu yüzden şehirde akrabası olan bu korkuyla yaşamaktansa şehir hayatı ile ilgili riske girmeyi tercih ediyordu. Biz, şehre akrabalarımızın yanına geldik. Bir süre onların yanında kaldık. Mamak’ta olan Türkmen Yardım Merkezine ismimizi yazdırdık. İlk etapta battaniye, gıda, kıyafet yardımında bulundular. Ara ara bu yardımlara devam ettiler. Bundan 1,5 yıl önce o merkeze kayıtlı 2.500’den fazla aile kayıtlıydı. Yardım daha çok yapılıyordu. Şimdi 4800’ü geçiyor. Yardımlar o kadar sık yapılmıyor artık. Ev ararken bazı emlakçılar bizi mülteci gözüyle değil yabancı gözüyle görüp rutubetli, sıvası dökülmüş, küflü evlere aylık 800-1000 TL kira bedeli biçtiler. Başta çok zorluk çektik. Sonra uygun bir ev bulduk. Kiraladık. Muhtara gidip kayıt yaptırdık. Sonra sanayide iş buldum ben. Biz Türkmenlerin %75’i sanayide günlüğü 20 TL’ye 12-14 saate yakın çalışıyoruz. %15’imiz restoranlarda garsonluk %10’umuz ise hamallık, plastik satma gibi işlerinde çalışıyor. Size bir olay anlatmak isterim. Ramazan ayında yaşanan bir olay… Bizde kadın çalışmaz. Erkekler çalışır. Bir gün sahurda dışarıda yaşlı bir amca gördüm. Çöpten plastik topluyordu. Yaşı zannımca 75-80 arasıydı. Dedim ki amca gece gece ne yapıyorsun? Dedi ki evde 8 kızım, bir karım var. 10 boğaza ben bakmak zorundayım. Başka işlerde çalışamıyorum. Bu yüzden gece çöplerden plastik toplayarak geçimimizi sağlıyorum. Beterin beteri var, dedim içimden. Bende erkek evlat küçüktü fakat ben gençtim. Allah’ıma bin şükür… İşte şehirde yaşamak…
Sorarsan çalışma koşulları nasıl diye, söyleyeyim. Biz bilmediğimiz işlerde bu kadar saat vatanımızda çalışmazdık. En çok 9 saat çalışırdık ve kendi mesleğimizi yapardık. Zor tabii ki ama ne demiş Yaradan, her zorlukta vardır bir kolaylık…”
Kasım bir ara sustu, sonra yeniden anlatmaya devam etti:
“Çalışma iznimiz olmadığı için kaçak çalışıyoruz. Bu yüzden SGK gibi sosyal güvenliğimiz yok. Biz ilk gelince şehre emniyete gidip insani oturma izni aldık. Bu iznin süresi var. Bitince gidip uzatabiliyorsun. Bu izin kâğıdı ile kaymakamlığa gittiğimizde bir defaya mahsus 300 TL’lik yardım yapıyorlar ve ara ara bu belgesi olanlara kömür yardımı yapıyorlar. Hastane imkânlarından da yararlanabiliyorsun. Türkiye bize kucak açtı, ‘İkinci vatanınız, ikinci eviniz burasıdır.’ diyerek… Allah razı olsun Türk insanından; yardım ediyorlar. Bize kendileri gibi davranıyorlar. Ne de olsa kardeşiz.”
Kasım şu sözlerle bitirdi röportajı: “Ne olursa olsun ‘Altın yitiren, altın pazarında bulur.’ Vatan belli toprak belli, gerçek vatan orası…”