AMERİKA'NIN DERDİ DÜNYAYI GERDİ

08 Şubat 2021 13:08 Prof.Dr.Celalettin YAVUZ
Okunma
784
AMERİKANIN DERDİ DÜNYAYI GERDİ

AMERİKA'NIN DERDİ DÜNYAYI GERDİ

Konumuz "Amerika'nın Derdi Acaba Bütün Dünyayı Gerdi mi?" Herhâlde gerdi. Çünkü dün akşamdan beri Amerika ile yatıp Amerika ile kalkıyoruz. Acaba Amerika nasıl bu hâle geldi? Ben şöyle düşünüyorum: Soğuk Savaş Dönemi sona erdikten sonra ABD'nin karizması iki kez büyük ölçüde çizildi. Birincisi bu. Demokrasinin beşiği, insan haklarının savunucusu vs. Gerçi öyle değildi. Belki kendi ülkesinde öyle olabilir ama kaldı ki Trump Döneminde bunu gördük. Siyasi insanların Amerikan polisleri tarafından nasıl kötü muameleye tabi tutulduğunu görmüştük. Dün akşam itibarıyla gördük ki, onların dokunulmaz dedikleri, 200 yıldan fazla süredir, yani Amerikan İç Savaşı’ndan beri girilmemiş olan Kongre Sarayı'na girildiğini, hatta tecavüz edildiğini gördük. Bu olay da Amerika'nın karizmasını büyük ölçüde çizdi. Bir diğeri ise şu: Bildiğiniz gibi 11 Eylül 2001 tarihli Amerika'daki El Kaide denilen küresel terör örgütünün yaptığı terör saldırıları idi. İntihar pilotları tarafından İkiz Kulelerin yıkılması ve Amerikan Savunma Bakanlığı yerleşkesi Pentagon'a hasar verdirilmesi. Bunlar önemli olaylardı. ABD Soğuk Savaş Dönemi'nden sonra çoğunlukla "Ben kuvvetliyim, güçlüyüm o hâlde haklıyım." tezini savunan bir ülkeydi. Çünkü Soğuk Savaş'ı sona erdiren büyük ölçüde kendisinin olduğunu düşünüyordu. Yani ABD'nin sahip olduğu silah sistemleri ile Sovyetler Birliği'nin baş edemeyeceğini düşününce ve Sovyetler Birliği'nin de son yıllarda artık insanların "çalışma, motivasyon, hırs" gibi özelliklerinin kaybolmasıyla, ekonominin de kötüleşmesiyle birlikte Amerika'nın bu ülkeye karşı dolayısıyla Soğuk Savaş'ı sona erdiren bir üstünlüğü söz konusuydu. Ama bu konuda Amerika tek başına değildi. Bunun içerisinde Batı Bloku ve Türkiye de var. Türkiye bilindiği gibi Sovyetlere karşı, Karadeniz ve Boğazlarla birlikte onların sıcak denizlere inmesine karşı bariyer gibi duran bir ülke idi. Soğuk Savaş sona erdikten sonra ABD, "Ben haklıyım ve güçlüyüm."ü ilk kez Baba Bush döneminde yaptı. 1992 yılında Panama'nın bir devlet başkanı vardı. Darbeyle veya başka bir şekilde gelmiş ne olursa olsun. Amerikan uçak gemisi Panama'ya gitti. Askerlerini helikopterle başkentine indirdi. Oradaki devlet başkanını esir alıp daha sonra uçak gemisi ile Amerika'ya götürüp yargıladı. Bu olay o tarihte Türk basınında veya bu işin üzerinde duran düşünce kuruluşları tarafından çok fazla incelenmedi. Çünkü Soğuk Savaş sona ermiş ve onun bir zafer sarhoşluğu vardı Batı'da. Türkiye açısından ikincisi de o dönemde Irak'a müdahale edilmişti. NATO ülkelerinin neredeyse tamamının katıldığı ve ABD'nin Suudi Arabistan'da aylarca yığınaklar yaparak asker biriktirdiği bir harekât vardı. Sebebi de Saddam Hüseyin'in Kuveyt'e girmiş olmasıydı. "Osmanlı Dönemi'nde burası Osmanlılara aitti, Irak'a aitti." diyerek 1990’nın yazında Saddam Hüseyin Kuveyt'e girmişti. Onun için Irak Savaşı'nın etkileri devam ediyordu. O sırada Türkiye'nin Cumhurbaşkanı Rahmetli Turgut Özal'dı. Özal'ın bizzat Bush ile telefon diplomasisi yaparak görüşmeleri sürdürdüğünü biliyoruz. Hatta o dönemde Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay Paşa da Dışişleri Bakanı da istifa dilekçelerini vermişlerdi. Gerekçesi de şuydu: "Cumhurbaşkanı ile ABD Başkanı arasında telefon diplomasisi var ancak Türk bürokrasisi ve bu işle uğraşanların haberi yoktu." Hatta o zamanlar Türkiye, Irak'ın kuzeyine girsin diye düşünülüyor, planlar yapılıyordu. Yani o zaman dünyanın ve Türkiye'nin meşgul olduğu başka şeyler vardı. Bosna-Hersek'te kriz başlamıştı, Dağlık Karabağ'da çatışmalar vardı. Soğuk Savaş Dönemi sıkıntılarının yaşandığı bir dönemdi. Aynı zamanda eski Sovyet coğrafyasında yeni kurulan devletlerin bazılarında sahipsiz ve ehliyetsiz ellerde bulunan nükleer başlıkların olabileceği sıkıntıları vardı. İşte bu dönemde George Bush'un, Panama Devlet Başkanı’nı alıp Amerika'ya götürmesi bir şekilde atlanmış oldu. Bu aslında uluslararası hukuka göre son derece yanlış ve olmaması gereken hukuk dışı bir hareketti. ABD bunu Soğuk Savaş bittikten iki sene sonra yapmıştı. Bu olayı dünya görmedi veya görmek istemedi. Çünkü arkasından da ABD'de yapılan seçimlerinde Bush seçimi kazanmadı, Bill Clinton kazanarak yeni başkan oldu. Başkanlığı döneminde Clinton yönetiminin tutumuna "yumuşak güç" deniliyordu. Yani Clinton yönetimi genellikle sorunlar yaşandığı zaman bunları ikna yöntemi ile çözümlemeye çalışırdı. 8 yıl bu şekilde yaptı. Clinton dönemi ile ilgili olarak, stajyer Monika Lewinski ile yaşadığı ahlaki ve etiklikten uzak olayı dışında menfi anlamda çok fazla şey duymuş değiliz. Çünkü girişimleri sonucu Filistin'de sorunun çözümlenmesine ramak kalmıştı. Daha sonra Filistin Lideri Yaser Arafat Camp David'de Hamas’ın korkusundan dolayı imzalayamadı. Daha sonra da Filistin için işler hiç de iyeye gitmedi. Bosna-Hersek krizinde ABD olmasaydı belki de çok daha kötü şeyler olabilirdi. Ön bahçesi ve burnunun dibindeki Bosna-Hersek'te kıyım yapılırken AB hiçbir şey yapamadı. Ancak ABD'nin yani Clinton yönetiminin girişimiyle buradaki kıyım büyük ölçüde önlendi. Keza 1999'da Kosova'da BM kararı alınmamasında rağmen çünkü Rusya faktörü vardı. Buna rağmen NATO uçakları Sırplar üzerine hava harekâtı yaparak Kosovalıların kıyımını yine önlemiş oldu. Ancak Clinton gitti. Clinton bu arada Kıbrıs sorununu da çözmek için büyük ölçüde çaba sarf etti. Arkasından Oğul Gorge W. Bush geldi. 11 Eylül krizine kadar herhangi bir şey yoktu. Ancak, 11 Eylül küresel terörünün ardından ABD, âdeta bütün dünyayı karşısına aldı. Afganistan'a müdahaleyi bir tarafa bırakıyorum, orada bütün dünya ABD ile birlikte hareket etti. Irak işgali 2003 Mart ayında gerçekleşmişti. Bu müdahaleden önce 6 Şubat 2003’te sanıyorum, yani harekâttan bir buçuk ay kadar önce ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel, BM Genel Kurulunda bütün dünyanın gözünün içine baka baka slaytlarla Irak'ta kitle imha silahlarının olduğunu göstererek yalan söyledi. Ancak bu bilgi teyit edilmemişti. Neticede Almanya ve Fransa karşı çıktılar. Buna rağmen ABD, yanına İngiltere, İtalya, İspanya ve Polonya'yı alarak Irak'a müdahale etti. Ama Batı Bloku'nda çatırdama başlamıştı. Özellikle AB siyasi bir birliğe doğru gidecekken bu olaydan sonra o siyasi birlik hayal olmaya başladı. AB'nin 2007 yılındaki Lizbon Zirvesinde savunma ve bütçe konusunda nitelikli çoğunluk olması gerektiği denilmesine ile birlikte birlik hemen hemen ortadan kalkmış gibiydi. Ondan önce bir de şu var: Fransa ve Hollanda'danın AB Anayasa’sını referanduma götürülmesi. Bilindiği üzere Fransızlar ve Hollandalılar bu taslak AB Anayasa’nı kabul etmediler. Oysa AB,'nin, ABD gibi federal devlet olması arzulanıyordu. Böylece AB’nin siyasi birliği sağlanabilirdi. Ancak bunun önündeki ilk engel Amerika'nın Irak'a müdahalesiydi.
Şimdi tekrar ABD’de Kongre saldırısına dönelim: Bu son olayla ilgili olarak neler söyleyebiliriz? Bir kere kutuplaşmanın sonuçlarını gördük. Kutuplaşmanın ne kadar çok tehlikeli olduğunu, insanların galeyana getirilmeleri hâlinde ne kadar tehlikeli olabildiklerini gördük. "ABD'nin karizması çizildi." dedik. Hakikaten öyle oldu. Ben Amerikan Kongre binasına gittim. Almanya'da Sevk ve İdare Akademisi’nde (Führungsakademie) öğrenim gördüğüm dönemde ABD gezisi sırasında bizi Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon ve Kongresine götürmüşlerdi. Kongre binasına da girmiştim. Hakikaten öyle çok korunan bir bina değildi. Çünkü hiç kimsenin öyle bir şey yapacağı gibi bir düşüncesi olmamıştı. Bu ikinci büyük travmadır. Aslında Başkan Trump'ın seçimlerden ve oy sayımlarından sonraki hile yapıldığına dair ayak diremeleri sonucunda birkaç yerde mahkemeye verdi, ancak her verdiği mahkemelerin sonucunda aleyhinde kararlar çıktı. Bu sonuçlar sebebiyle kesinleşme geciktiği zaman Avrupa'daki müttefikleri artık Amerika gibi bir ülkenin Batı dünyasına veya demokratik ve insan haklarını savunun bu ülkelere liderlik yapma pozisyonunun bittiğini söylüyordu. Bunu söyleyenlerden birisi de Alman Dışişleri Bakanı idi. Bugün gördük ki kendisiyle dostluğu olan İngiltere Başbakanı Johnson dahi Trump'ı eleştirmiştir. Trump'la ilgili bir şey daha söylemek istiyorum: 2016 yılının Ocak ayının başı. MHP'nin Kızılcahamam'da bir toplantısı vardı. MYK üyeleri ve milletvekillerine yönelik bu toplantıda “2015 yılının iç ve dış değerlendirmesi ile birlikte 2016 öngörülerini” Sayın Devlet Bahçeli'nin isteği üzerine orada anlatmıştım. Benden önce Ekmelettin İhsanoğlu Orta Doğu'daki din ve mezhep durumu hakkında kısa bir bilgi sundu. Ardından ben de bu olayı anlattım. 2016 yılı öngörüleri içerisinde ekrana iki görsel koydum. "Birisi demokratların adayı olma ihtimali yüksek olan Hillary Clinton idi. Diğeri Cumhuriyetçilerin adayı olma ihtimali yüksek olan Donald Trump idi. ‘Hangisi kazanırsa kazansın Türkiye açısından çok yararlı olacağına inanmıyorum. Ama Hillary Clinton kazanırsa ehven-işer olarak kabul edebilirim. Eğer Trump kazanırsa Allah dünyayı bu adamdan kurtarsın.’ demiştim. Hakikaten de Başkan olmasıyla birlikte neler yaptığını hayretler içerisinde kalarak yaşadık. Çin'le ticaret savaşları, bizimle ne kadar çok uğraştığını biliyoruz. Telefon diplomasisi ile bunu yola getirmeye çalıştık. Ama ne yaparsak yapalım bize bugün burada evet dediğinde ertesi gün başka bir yerde sözünden dönerek hayır dediğini gördük. Sağı solu belli olmayan, bir ülke yönetiminden ziyade sanki bir bakkal dükkânı yönetir gibi yönetim düşüncesine sahip olan bir başkandı. Ülkesinde nasıl ki şaibeli şekilde başkan seçildiyse (Rusya'daki hackerler sayesinde oyları yükseldi denildi.), bu son seçimde de giderayak sadece şaibeyle değil, büyük bir sansasyon, büyük bir gaf ve büyük bir hata ile ayrılıyor. Giderken sadece kendisine değil ABD'nin karizmasına, küresel güç özelliklerine darbe vurarak gitti. Yeni seçilmiş Başkan Joe Biden, 20 Ocak’ta Beyaz Saray'a geçecek. Tıpkı kendisinden önceki Barack Hüseyin Obama gibi makamına oturmadan önce büyük bir olayın ardından darbe alarak oturuyor. Obama’nın görevine başlamasından önce İsrail, Gazze Şeridi'ne 22 gün karadan, denizden ve havadan orantısız güçle bir saldırıda bulunmuştu. O zamanki Dışişleri Bakanı Tzipi Livni idi sanıyorum. 18 Ocak tarihinde Amerika'ya gitmiş, ancak Obama ile görüşmesinin çok soğuk geçtiği söylenmişti. Obama bu saldırıyı hiç tasvip etmemişti. Şimdi de çok daha büyük bir travmayla Joe Biden başkanlık koltuğuna oturacak. ABD'nin çok sorunları var. Ama bu sorunlardan en büyüğü kendi yanında olan Avrupa'daki ülkeler içinde lider olma pozisyonunu artık götüremeyecek bir darbe yemiş olmasıdır. Üstelik ABD’nin Ağustos 2020 tarihi itibarıyla 27 trilyon doların üzerinde borcu vardı. ABD bunu nasıl ödeyecek? "ABD, ABD." diyoruz ama "Bize ne!" diyemiyoruz. Çünkü Suriye'de, Irak'ta aynı zamanda komşumuz olan bir ülke ABD. Doğu Akdeniz'de ABD var. Veya bizim Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanları konusunda uzlaşmazlık yaşadığımız Yunanistan'a destek veriyor. Güney Kıbrıs Rum kesimine silah veriyor. Daha önce buraya silah satmama kararı vardı Kongrenin almış olduğu bir karar gereği. Ama silah satma kararından geçen yaz vazgeçtiler ve şimdi silah veriyorlar. Bu sebeple bizim için önemli. Karadeniz'de. Türkiye ile Rusya'nın yakınlaşmasının karşısında yine ABD'nin olduğunu görüyoruz. Şimdi Joe Biden geldi acaba Kafkaslarda Dağlık Karabağ meselesinde Ermenilerin kaybından sonra rövanşı almak maksadıyla yeni bir oyun oynamaya çalışacaklar mı? Bunu bekleyip göreceğiz. Önümüzdeki tablo da Bill Clinton Dönemi'ndeki gibi bir ABD'nin olmayacağını söyleyelim. Yeni gelen başkan da Demokrat ama bu kez çok daha büyük borçlarla ve sorunlarla gelen bir ABD Başkanı ve yönetimi var. Gelen yeni başkan dış işleri konusunda ne kadar bilgili ve deneyimli olsa da şu da bir gerçek ki, bu kadar büyük problemlerle gelen başkanın daha sonra "hırçınlaşan Amerika'nın hırçın bir lideri" olmayacağının garantisi de yoktur. İnşallah olmaz diyelim ama pek de ümitvar değilim.