ADNAN ŞENEL İLE SÖYLEŞİ

16 Eylül 2014 16:34 Tuba Kaya
Okunma
2988
ADNAN ŞENEL İLE SÖYLEŞİ


Yeni Düşünce’nin bu sayıdaki konuğu, aynı zamanda dergimizin de yazarlarından Adnan Şenel… Daha önce çeşitli Ülkücü-milliyetçi dergi ve gazetelerde bilfiil çalışmış ve yazmış olan Adnan Şenel’le romanları ve kültür-sanat üzerine sohbet ettik. Özellikle, iki yıl önce yayınladığı “Elma ve Bıçak” adlı romanına ağırlık verdiğimiz bu söyleşinin, aynı zamanda Ülkücü-milliyetçi kesimin edebiyata, kültür ve sanata nasıl baktığını ya da bakamadığını bir nebze de olsa ortaya koyacağını umuyoruz.
 
- 12 Eylül’ün 30. yılında, o dönemi anlatan Elma ve Bıçak adlı romanı yazdınız ve eseriniz büyük beğeni kazandı. Bu romana geçmeden önce, daha önce kaleme aldığınız romanlardan başlamak istiyorum. Nasıl başladı roman yazma merakınız ve maceranız?
- Roman yazma merakım ve isteğim, belki okumaya, yazmaya meyilli her insan gibi, genç yaşlarda başladı. Merak ve istek başladı evet ama bunlar yeterli olmuyor tabii. Heveslenirsiniz, niyetlenirsiniz, “Şu gün gelsin de başlayayım.” dersiniz fakat bir türlü ha deyip cesaretinizi toplayıp bunu yapamazsınız. Sizi böylesi bir teşebbüsten ve cesaretten alıkoyan birçok sebep ya da bahane üretir durursunuz. Kendinizi yetersiz görmenizden ziyade bu, galiba üşengeçliğinizle yakından ilgili... Devamlı bir erteleme, öteleme durumu söz konusu yani. Eh, ben ilk romanım “Şafak Sözü”nü 44 yaşında yazdığıma göre, bendeki erteleme süresi bayağı uzun olmuş demek ki…
 
- O sözünü ettiğiniz bahaneler, sebepler ortadan kalktı ve tamam artık yazmam gerekir mi dediniz ya da bu kadar uzun süren öteleme süresinde belli bir olgunlaşmaya ulaştığınıza mı kanaat getirdiniz?
- Her ikisi de oldu sanırım. Bahaneleri zaten kendim üretiyordum ve artık o bahanelere kendim de inanmaz olmuştum. Dediğiniz gibi, hâliyle aradan geçen onca zaman, okuma kapasitenize bağlı olarak daha da olgunlaşır ve kendinize güvenir hâle geliyorsunuz. İlk romanı yazmaya karar vermiştim ama oturup yazma safhasına geçiş süreci de neredeyse iki yılı geçmişti. Yani, iki yıl boyunca zihnimde yazdım romanı. Sonra, tamam olduğunu anlayınca klavye başına geçtim.
 
- İki yıl boyunca zihninizde yazdınız… Araştırma mı yaptınız romanla ilgili olarak?
- Hayır… “Şafak Sözü” tamamen kurgu bir romandı. Araştırmayı gerektirecek türden değildi. Ben zihnimde konuyu, karakterleri, kurguyu oturttum önce. Hatta diyalogları bile zihnimde oluşturdum. Sonrasında yazmaya başladığımda bana sadece parmaklarımla klavye tuşlarına dokunmak kaldı.
 
- Diğer romanlarınız? Onları da mı aynı şekilde yazdınız?
- İkinci roman “Ölümden Önce Aşk Vardı” ile üçüncüsü olan “Kaçak Yürek” de yine önce zihnimde kurgulandı. Bugünlerde Kurgan Edebiyat’tan çıkacak olan “Mezardaki Göz” de keza aynı şekilde… “Elma ve Bıçak”ta, konusu gereği biraz ön çalışma yaptım. Döneme ilişkin kronolojik ve istatistiki bilgileri not aldım. Yakında yazmaya başlayacağım Balkan Savaşları ile ilgili romanım için ise yoğun bir çalışma gerçekleştirdim. Yaklaşık iki yıl boyunca konuyla ilgili kitapları okudum, kaynakları gözden geçirdim.
 
- Romanlarınızı incelediğimde ilk üçünün polisiye, macera ve aşk türünde olduğunu gördüm. Ama “Elma ve Bıçak” diğerlerinden çok farklı olarak, bir dönem romanı… Okuyanların çok etkilendiği ve 12 Eylül’e ilişkin yazılmış en iyi romanlardan biri olarak nitelendirdiği “Elma ve Bıçak” üzerinde konuşalım istiyorum. En başta da şunu merak ediyorum: Niye 12 Eylül ve niçin 30 yıl sonra? Niye bu kadar geç? Yani bu kadar beklemenizin sebebi nedir?
- “Çünkü”leri çok olan bir soru bu… Cevabı da kısa değil hâliyle. Yine de dilimin döndüğünce açıklamaya çalışayım. Aslına bakarsanız, bu romana başlamadan önce kendime sorduğum da buydu: “Niye yazmalıyım ve niye şimdi?”, “Niye yazmalıyım?” sorusunun cevabı basit ve kısa: Mademki elim kalem tutuyor ve mademki o dönemi gördüm, yaşadım; gördüklerimi, yaşadıklarımı, duyduklarımı, bildiklerimi, öğrendiklerimi bir şekilde yazıya dökmeli; geleceğe, edebî türde de olsa bir “not defteri” bırakmalıydım. Ne bileyim, belki de kendime bunu misyon, bir vazife ya da kaçınılmaz bir sorumluluk olarak yükledim. Öyle olması gerektiğine inandım. Niçin? Çünkü 12 Eylül Darbesi sadece Milliyetçi-Ülkücü Hareket açısından değil, Türkiye açısından da derin etkiler bırakan ve belki de yakın tarihimizin en önemli olayıdır. Yarattığı travmaların, bıraktığı izlerin, ortaya çıkardığı sonuçların, etkilerinin bugün dahi hissedildiği bir darbeden bahsediyoruz. İçinde olup birebir, sıcağı sıcağına o darbenin olumsuzlarını evet bizler gördük, yaşadık; şöyle ya da böyle o şok dalgasından nasibimizi aldık. Kimilerimiz darağaçlarına gönderildi, kimilerimiz yıllarca hücrelerde, koğuşlarda çürütüldü; kimilerimizin istikbali yok edildi. Peki ama bu darbenin anatomisi neydi? Öncesi ve sonrasında neler oldu? Sebepleri ve sonuçları nelerdi? Biz bunları yaşımız icabı belki tahlil edebiliyor, sebep-sonuç ilişkisi kurabiliyor ve kendimizce bir yorum getirebiliyoruz, amenna, fakat bizden sonraki kuşak? Onlar o dönemi, o dönemde neler yaşandığını biliyorlar mı? Hayır… Peki nasıl bilecekler? Kitaplardan, filmlerden, romanlardan, şu kaynaktan, bu kaynaktan… Ben bu kaynaklardan biri olarak romanı tercih ettim. Dramatize edilmiş olaylar zihinlere daha iyi nakşedildiği için belki de…
 
- Bence de filmlerin ve romanların, tarihî olayların ve dönemlerin daha iyi anlaşılmasında önemli rol oynadığı inkâr edilemez. Anladığım kadarıyla da “Elma ve Bıçak” bunu en güzel şekilde yerine getiren bir çalışma…
- Ben öyle olduğuna inanıyorum ama bunu değerlendirecek olanlar okurlar ve o dönemde yaşayan akranlarımız ve büyüklerimiz.
 
- Şüphesiz. Şimdi diğer sorumuzu tekrarlayayım: Niçin 30 yıl sonra?
- Evet, asıl soru bu değil mi? Esasında, bu sorunun muhatabı sadece ben değilim. Benim gibi, 12 Eylül ile ilgili roman yazan birçok dostumuzun da cevaplaması gereken bir soru bu. Öyle ya, Lütfü Şehsuvaroğlu ağabeyimizin “Kafes” romanı ve daha ziyade “anı” şeklinde yazılan diğer kitapları saymaz isek son birkaç yıla kadar 12 Eylül edebiyatımız tam anlamıyla kısırdı. Bir elin parmak sayısını bile geçmeyecek denli kısırdı hem de. Ne mutludur ki son dört beş yıl içinde 12 Eylül konulu roman sayısında gözle görülür bir artış yaşandı. İşte en son örneği, geçen sayıda konuk ettiğiniz Dursun Kuveloğlu dostumuzun kaleme aldığı “Koyu Gri Seneler” adlı roman… 12 Eylül öncesi 78 kuşağının dramı harika bir şekilde işlenmiş o romanda. Buradan yola çıkarak kendimce o soruyu cevaplayayım. Niçin 30 yıl sonra? Çünkü aklımız başımıza yeni geldi. Belki yaşadığımız travmanın etkisiyle bulanıklaşan, körleşen, dumura uğrayan zihnimiz açılmaya başladı. Belki konjonktürel olarak darbecilerin yargılanmaya başladığı bir süreçte, biz de üzerimize düşeni yapmalıyız şeklinde bir sorumluluk hissine kapıldık. Belki geçen 30 yıl boyunca ortaya çıkan yeni bilgiler, belgeler; dile getirilen itiraflar, ikrarlar, yazılıp çizilen anılar ufkumuzu açtı. Belki her on yılda bir darbelere, müdahalelere, muhtıralara maruz kalan bir ülke insanı olmaktan bıkıp darbelerin bir ülkede nasıl tahriplere yol açtığını vurgulamanın şuuruna vardık. Belki de o dönemde olmadık zulümleri ve acıları yaşayan bizler, bizden sonraki gençlerin, annelerin, babaların benzeri şeyleri yaşamaması için, o dönemde neler olup bittiği anlaşılsın, görülsün istedik. Son olarak da belki eli kalem tutan bazılarımız silkinip “Yeter artık bu tembellik!” diyerek üzerimizdeki ataletten sıyrıldık… Aklıma gelen “çünkü”ler bunlar. Unuttuklarım da olabilir. Fakat ne kadar çok çünkü diye başlayan cevaplar verirsek verelim, şu gerçeği hasıraltı edemeyiz: Evet, geç kaldık… Hem de fazlasıyla geç kaldık.
 
- O dönemi yaşamayan ve büyüklerden dinlediklerine yetinen biz gençler için o döneme ait kaleme alınan her roman, hikâye, anı çok değerli. Bu sebeple, geç de olsa yazılmış olması çok önemli ve kıymetli bizler açısından. Tekrar romana dönersek daha önce de belirttiğim gibi, farklı bir tarz var “Elma ve Bıçak”ta. Konu tamam ama karakterler ve kurgusu, alışılageldik türden değil. Biraz açar mısınız bunu?
- Evet, konusu bilindik. 12 Eylül’ün öncesi ve sonrası. Kurgu ve örgüsüne gelince, evet bu da şimdiye kadar yazılanlardan biraz farklı… Diğer dostlarımızın, büyüklerimizin, yazarlarımın kaleme aldıkları romanlar genellikle anılara dayalı olup, tek bir karakter üzerine bina edilmiştir. Yani, baştan sonra tek bir karakter-kahraman çizgisinde ki bu da çoğunlukla yazarın kendisi olur, akar gider olaylar örgüsü. “Elma ve Bıçak”ta ise farklı karakterler ve olaylar var. Farklı mekânlar, farklı yaşanmışlıklar söz konusudur. Bu açıdan kurgusu ve örgüsü çok yönlüdür. Mesela romanda o kadar çok karakter vardır ki bunların hangisinin esas karakter ya da kahraman olduğu belli değildir, çünkü bunlardan hiçbiri sivri şekilde öne çıkarılmamıştır. Okumuşsunuz ve görmüşünüzdür ki ben size “Bu romanın başkahramanı, asıl karakteri kimdir?” diye sorsam siz zorlanırsınız, belki birini öne çıkarırsınız. Başka bir okuyan kişiye sorduğumuzda o da başka bir karakteri söyleyebilir.
 
- Haklısınız. Ben de şu karakter öne çıkıyor demekte zorlanıyorum. Belki, Ömer… Onu da başından geçenlerden yola çıkarak yani duygusal olarak öne çıkarabilirim. Peki bu karakterleri nasıl oluşturdunuz? Bildiğim kadarıyla bu karakterlerden bazıları gerçekten yaşamış ve tarihe geçmiş kişiler…
- Şöyle tasnif edeyim: Romanda gerçek karakterler var, mesela İsmail Şimşek, Bekir Bağ, Şoför Hayati, Polis Mustafa, Üzeyir Bayraklı, Galip Erdem, Cemal Fedakâr gibi… Yarı gerçek, yarı kurgu karakterler var yazar Nedret Neşe, Öğretmen Sevda gibi… Tamamen hayalî karakterler var Ömer, Osman, Nurgül gibi… Bir de “karaktersizler” var; onlar da malum kişiler, Raci Tetik gibi… Ayrıca birer anekdot karakterleri olarak Muhsin Yazıcıoğlu, Gün Sazak, Nihat Erim gibi gerçek isimler var.
 
- Bol karakter olduğuna göre olaylar da o oranda çok ve çeşitli değil mi?
- Evet, her bir karakterin başından geçenler var ve bunlar sonuç kısmında düğümleniyor ve çözülüyor. Bu çeşitlilik de hâliyle o dönemde yaşanılanların çeşitliliğiyle doğru orantılı. Çünkü her bir karakter başlı başına bir hayat ve dünya… Her birinin başına gelenler farklı. Yaşadıkları, hissettikleri, çektikleri, kaderleri farklı farklı... Tek ortak noktaları, öncesiyle ve sonrasıyla 12 Eylül’ü birebir yaşamış olmaları.
 
- Romanınızın adı ilgimi çekmişti. Eminim ki herkesin de ilgisini çekmiştir. Bir 12 Eylül romanı ama adı değişik. Niçin elma, niçin bıçak? Bunlar metafor değil mi?
- Kesinlikle. Elma da bıçak da metafor. Bu iki kelimenin romanın başlığı olması, iki Demirel’in sözleriyle yakından ilgili… İlki, dönemin 2. Ordu Komutanı olan Bedrettin Demirel… Darbeden yıllar sonra şunu demişti: “Biz, darbeyi bir yıl önce yapmayı planlamıştık ama şartların olgunlaşmasını bekledik. Yani elmanın olgunlaşmasını bekledik ki kendiliğinden yere düşsün, alması, yemesi kolay olsun…” İkincisi, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’dir ve darbeden kısa bir süre sonra hâlâ cevap verilemeyen şu tarihî soruyu sormuştur: “11 Eylül’de oluk oluk akan kan nasıl oldu da 12 Eylül’de bıçak gibi kesildi?” Öyle ya, darbeden çok çok önce de ülkede sıkıyönetim vardı ve bütün kurumlar ve yetkiler askerin emri ve tasarrufu altındaydı ama anarşi ve terörün önü bir türlü kesilemiyordu. Bu garip değil miydi? İşte, bu iki Demirel’in sözlerinden esinlenerek bulduğum elma ile bıçak kelimeleri, romanın başlığını oluşturdu.
 
- Roman iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölümün adı “Elma”, ikincisininki “Bıçak”.  Elma’da 12 Eylül öncesi, Bıçak’ta ise sonrası anlatılıyor. Romanın ithaf bölümünde, darbe öncesindeki bir yıl içinde ölen 2 bin 812 kişiden bahsediyorsunuz. Elma metaforunu bu kişiler için mi kullandınız?
- Sadece onlar için değil, darbe öncesinde ve sonrasında hayatını kaybetmiş, yaralanmış, sakat kalmış, zindanlarda çürümüş, istikbali yok olmuş bütün mağdur, mazlum ve kurbanlar ile bunların yakınları için kullandım. 2 bin 812 kişinin özelliği şudur: Tam bir yıl öncesinde planlandığı hâlde şartların olgunlaşması için beklenilen o bir yıl içinde hayatını kaybedenlerin resmî sayısıdır 2 bin 812. Darbenin meşru ve kabullenir olmasını sağlamak için bu kadar kişinin ölmesini beklemek ve belki de temenni etmek; daha da ağırını söyleyeyim, ellerini ovuşturarak seyretmek… Nasıl bir anlayış nasıl bir zihniyet bu görüyor musunuz? Zaten kafaya konulmuş ve kaçınılmaz bir darbeyi, hele biraz daha bekleyelim de tadından yenmesin misali geciktirmek, ötelemek… İnsan hayatı üzerinden ülke yönetimine çökmek… Elma bölümü işte bunu sorguluyor.
Bıçak bölümü ise daha çarpıcı bir tespit ve soru üzerine kurgulandı. Soru şudur: Mademki elinizdeki silah, süngü ve yetkileri kullanarak anarşi ve terörü sonlandırdınız, peki siz bizzat cezaevlerinde niçin terörün en kallavisini sergilediniz? İçeriye aldığınız suçlu-suçsuz binlerce gence onca zulmü, baskıyı, işkenceyi niçin uyguladınız? Kaynağı neydi sizi böylesine zalim ve acımasız yapan o kin ve nefretin? İçerdekilere insanlık dışı muameleleri uygulamaktaki maksadınız, dışarıda kalanlara gözdağı vermek mi idi? Terörü bıçak gibi kestiniz tamam da o bıçağı nasıl o gençlerin nefislerine, bedenlerine, onurlarına sokup sokup çıkardınız? Bir başka sarsıcı soru: 12 Eylül öncesi, şartların olgunlaşmasında, sizin de bir dahliniz, girişimleriniz oldu mu? Bunun gibi, bugün de sorulması ve muhataplarının cevap vermesi gereken sorular ekseninde dramatize edildi ikinci bölüm.
 
- Dikkatimi çeken bir başka husus da şu ki romanda kesinlikle bir ideolojik bilgi dayatması ya da ideolojik haklılık kaygısı yok. Bundan özellikle mi kaçındınız?
- Çok yerinde bir tespit… Evet, özellikle kaçındım, çünkü öncelikli gayem Ülkücülüğü, milliyetçiliği öne çıkarmak değildi; bu, başka romanların hedefi ve konusu olabilir. Ben, ideolojik haklılık ya da propagandaya niye gerek duyayım ki? Biz zaten neyin ne olduğunu bilmiyor muyuz? Hâlbuki darbe sonrasında bilhassa, o darbenin yoğun ve öldürücü baskısını sağcısı, solcusu, Ülkücüsü, devrimcisi, şucusu, bucusu, hepsi birlikte ve belki de eşit oranda hissetti, yaşadı. Romandaki Ülkücü karakterleri çıkarın, yerine solcu karakterleri koyun, herhangi bir sol görüşlü kişi de “Bu roman bizi anlatıyor.” diyebilir. Fikirde ayrı ama gördüğü zulümde birdi o darbe sonrası gençler. Yani “Elma ve Bıçak”, evet bir Ülkücü tarafından yazılmış, içinde Ülkücü karakterlere yer verilmiş bir roman olabilir ama kesinlikle ideolojik muhtevalı değildir. Öyle olmamasına bilhassa dikkat ve ihtimam gösterdim.
 
- Anladım. Henüz okumamış olanların “Elma ve Bıçak”ı mutlaka okuması gerektiğini ben kendi adıma söyleyip başka bir konuya geçmek istiyorum. Sizin kültür-sanat meselesine önem verdiğinizi, çalıştığınız bütün basın organlarında kültür-sanat üzerine yazılar yazdığınızı biliyorum. Bu konuda kısaca görüşlerinizi alabilir miyiz?
- Bu konudaki görüşlerimi her fırsat ve zeminde dile getiriyorum. Burada da kısaca değineyim. Ne yazık ki dün de bugün de hâlâ kültür-sanatın önemini kavrayabilmiş değiliz. Bunun şuuruna varabilmiş değiliz. Korkarım ki gelecekte de bu böyle devam edecek. Hâliyle dün ve bugün olduğu gibi yarın da sinemada, edebiyatta, müzikte, tiyatroda bizden olmayan, bize hitap etmeyen, bizi temsilden uzak zihniyetin yaptıklarını göreceğiz, izleyeceğiz, okuyacağız, dinleyeceğiz. Sonra da kalkıp “Bu adamlar niye her yaptıkları işlerde ideolojilerini bize dayatıyorlar?” diye şikâyet edeceğiz, dövünüp duracağız. Değişmez kaderimiz gibi bir şey bu sanki. Oysa bu değişir bal gibi ama bunu başarabilmek için öncelikle titreyip kendimize dönmemiz, kültür-sanatın ne denli önemli olduğunun idrakine varmamız gerekiyor. Siyaseti asli, kültür-sanatı süfli ve beyhude gören bir bakış açımız var maalesef. Kültür-sanatın her alanını bizden olmayanların parsellediğini, bu alanlara girmemizin zor olduğunu söyleyip boşuna niye çaba gösterelim diye kenara çekilenlerin de bu vahim durumda vebali olduğunu düşünüyorum. Varlıklı iş adamlarımız, kuruluşlarımız zaten bu konuya bigâne tamam da kimi aydınlarımız ve yazar-çizerlerimiz, kimi siyasetçilerimiz de akıl almaz bir atalet ve pısırıklık içinde.
 
- Ne yapılması lâzım?
- Önce kültür-sanat faaliyetlerinin siyasetten çok daha önemli ve etkili olduğunu ısrarla vurgulayıp, kendini sorumlu addeden kişi ve kuruluşların bu alana yönelmesini sağlamak lazım. Bir sinema filminin, bir dizinin ya da bir romanın, onlarca, yüzlerce bilimsel ya da siyasi kitaptan çok daha etkili, öğretici ve yönlendirici olduğunu bıkmadan usanmadan dile getirmek lazım. Neticede, bu faaliyetler maddi destek ve yatırım gerektiriyor. Öyle ise, kaliteli bir ürün ortaya konulduğunda bunun maddi getirisinin de olabileceğini ilgili şahıslara göstermek ve ikna etmek lazım. Kısacası, bu ülke için bu vatan için bu millet için ne yapabilirim kaygısı ve duygusu içinde olan herkesin, siyasete olduğu kadar kültür-sanat faaliyetlerine de maddi-manevi destek vermesi lazım.