TURGAY BOSTAN İLE SÖYLEŞİ

09 Haziran 2014 13:59 Tuba Kaya
Okunma
3963
TURGAY BOSTAN İLE SÖYLEŞİ


Turgay BOSTAN:
“Her insanın ayrı bir hikâyesi var ve hiçbir hikâye diğeriyle birebir örtüşmüyor. Eğer bir roman, bir hikâye, senaryo yazacaksanız iyi bir hikâyeniz olmalı. Bir film çekeceksiniz de öyle. Sıradan hikâyelerin vücut bulması çok zor bir şeydir. Bir romancı ya da yönetmen duygudaşlık kurmayı bilmelidir.”

Turgay Bostan, TRT’de yapımcı ve yönetmen olarak yüzlerce programa imza atmış usta bir prodüktör…
30 yılı bulan başarılarla dolu mesleki kariyerinin ardından şimdi de edebiyat muhitlerinde maharetli kaleminden söz ettiriyor.
Turgay Bostan’ın ilk romanı Son Krifos, yayımlandıktan sonra edebiyat çevrelerinden tam not aldı.
Bostan’a “Geleceğin önemli romancılarından biri.” gözüyle bakılıyor.
Roman eleştirmenleri; Son Krifos’un roman formatında yazılmış olmasına rağmen birçok alanda kaynak oluşturabilecek değerli bir çalışma olduğu görüşünde birleşiyorlar.
Biz de Yeni Düşünce okurları için Turgay Bostan’a romancılığa intisabının ve Son Krifos’un hikâyesini sorduk.

 “Son Krifos’la roman dünyamıza güzel bir adım attınız. Ben bu romanınızla ilgili tartışmaları Kuşlukta Yazarlar Toplantısı zabıtlarında okudum. Benim için çok ilginç geldi. Nedir bu krifos; neden son krifos?
Krifos ya da krifi kelimeleri Türkiye’de bilinen kelimeler değil. Bugün hangi sözlüğe bakarsanız bakın bu kelimelerin anlamını bulamazsınız. Etimolojik olarak krifi ya da krifos Yunancadaki kripto kelimesinden gelir. Kripto hepimizin bildiği gibi şifre, sır anlamındadır. Fakat krifos kelimesi gizliliği ifade etse de daha farklı bir anlam içerir. Bunu da gizlenmiş olarak çevirmemiz mümkün. Neden gizlenmiş? Çünkü Gümüşhane ve Trabzon bölgemizin kesişme noktalarında Krom, İmera, İstavri, gibi birçok köy var. Bu köyün kadim halkları geçmişte Hristiyan topluluklarıydı.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Gümüşhane’nin eski yerleşim yeri olan Canca’da yoğun bir madencilik faaliyeti başlamıştı. Ülkenin dört bir yanından Canca’ya akın eden madenciler bu kazanın nüfusunun artmasına sebep oldu. Böylece Canca adı da gümüş madeni ocaklarının çokluğundan ötürü Gümüşhane olarak değişti. Aynı zamanda Gümüşhane’ye Saray’dan geniş yetkilere sahip bir maden emini tayin edildi. İlerleyen yıllarda Gümüşhane’de darphane kuruldu ve devlet adına para basan merkezlerden biri hâline geldi.
Madenciler arasında Ermeni ve Rumlar daha kalabalıktı. Ancak daha ziyade işçi, kalcı, baltacı, kömürcü, tomrukçu gibi işlerde çalışıyorlardı. Müslümanlar ise madencibaşı ve ustabaşı gibi daha üst konumlarda istihdam ediliyordu.
17. yüzyılda, gayrimüslim Rumlar arasında, ekonomik durumlarını ve statülerini Müslümanların seviyesine çıkarmak için büyük bir dönüşüm başladı. Özellikle Torul’a bağlı Krom Vadisi’nde yer alan köylerle, Trabzon Maçka ve Gümüşhane’ye bağlı Santa’da, çok sayıda Hristiyan Rum ihtida[1] etti. Bu hâl öyle yaygınlaştı ki, bazı papazlar, piskoposlar, hatta metropolitler bile Müslüman oldu. Kısa zamanda bu ihtida hareketleri bu yerleşim yerlerindeki aleni Hristiyanlar, azınlığa düştü. Böylece özellikle papaz, piskopos ve metropolit gibi dinî önderler madencibaşı, ustabaşı gibi önemli mevkiler elde etmeye başladılar.
Ancak bu ihtida hareketi sanıldığının aksine tam bir din değiştirmeyle sonuçlanmadı. Pek çok Rum ve az sayıda Ermeni görünüşte Müslüman olup, Müslüman isimleri almasına rağmen, eski dinlerini ve âdetlerini terk etmediler. Özellikle ihtida eden Hristiyan din adamları,  dışarıya karşı Müslüman gözüktüler ama içeride papazlıklarını devam ettirerek yerli halk üzerindeki eski tahakkümlerini sürdürdüler. Böylece kendi içlerinde krifilik[2] denen bir yapı, yani bir cemaat oluştu.
Zamanla maden ağası olan krifos[3] papazlar –ki krifiler onlara mollapapaz demekteydi– madencilikten zengin oldu ve kendilerine büyük konaklar inşa ettiler. Eski dinî ibadetlerini sürdürmek için de konaklarının gizli yerlerine ya da samanlıklarına şapel yaptılar ve buralarda Hristiyan dininin ayin, nikâh ve vaftiz törenlerine devam ettiler.
Bu gelenek yaklaşık 250 yıl boyunca böyle sürdü. Ta ki 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edilene kadar.
1840’lardan sonra gümüş madenleri ekonomik ömrünü tamamladı ve maden ocakları tek tek kapanmaya başladı. Böylece işsiz kalan krifiler yeni arayışlara girdi. Özellikle Rusya’ya çalışmaya gidenlerin sayısı her geçen gün arttı.
Patrikhane ise başından beri gizli Hristiyanların (kriflerin) varlığından haberdardı. Tanzimat Fermanı’yla gayrimüslimlere yeni haklar tanınınca krifileri tanassur[4] etmeye teşvik etti. İlk anda ufak tefek kıpırdanmalar oldu. Nihayet Patrikhane konuyu milletlerarası bir zemine taşımayı başardı. Başta Rusya ve Yunanistan olmak üzere, Fransa, İtalya ve İngiltere gizli Hristiyanlıkla tanışınca krifilere tanassur etmeleri için her türlü desteği vermeye başladılar.
Başlangıçta yabancı konsolosların bu teşviki Krumili (Kromlu) krifiler arasında pek rağbet görmedi. Çünkü işbaşındaki mollapapazlar ve krifoslar Müslüman olarak elde ettikleri imtiyazlardan vazgeçmek istemiyordu. Fakat sınırlı da olsa Trabzon’da bazı tanassur hadiseleri görüldü.
 
 
Bizler az çok Sabatayistleri, Musevi dönmeler tarihini yüzeysel de olsa bilirdik de Gümüşhane-Trabzon kuşağında uzun bir zaman yaşayan “gizli Hristiyanlık”ın farkında, bilgisinde değildik. Görünürde Müslüman, derininde Hristiyan kalanlar yanında her iki din arasında yalpalayan, mütereddit hâller yaşayan insanlar ile günlük geçim gaileleri ve gerçekler arasında bocalayan insanları hangi duyarlılık ve gereklilikle romanlaştırdınız?
Bir kere hepimiz insanız. Her insanın ayrı bir hikâyesi var ve hiçbir hikâye diğeriyle birebir örtüşmüyor. Eğer bir roman, bir hikâye, senaryo yazacaksanız bir hikâyeniz olmalı. Bir film çekeceksiniz de öyle. Sıradan hikâyelerin vücut bulması çok zor bir şeydir. Bir romancı ya da yönetmen duygudaşlık kurmayı bilmelidir. Bu yüzden Son Krifos ve daha sonra kaleme aldığım Efraim romanı sıradan bir hikâye değil. Son Krifos’ta tanassur eden krifilerin daha sonra nasıl hızlı bir Pontus milliyetçisi olduğu ve aralarından bazılarının Pontus isyanına nasıl katıldığı çokça hikâye edilir. Çünkü yarattığı karakterler farklıdır ve birbirleriyle çatışır. Dolayısıyla kripto Hristiyanlık içinde çokça çatışması olan bir konuydu. Bu konuyla nasıl tanıştığıma gelince... Doğduğum yer Torul, Osmanlı döneminde yarı yarıya Hristiyan ve Müslüman ahaliden oluşuyordu. Bir gün Millî Emlak Müdürü Cemil Gömleksiz adında yakın bir arkadaşım tapu kayıtlarında tuhaf isimlere rastladığını söyledi. Mesela tapularda şöyle ibareler geçiyormuş: Mustafaoğlu Nikos, İsmailoğlu Kosti. Çok şaşırmıştım. Çünkü o ana kadar babasının Hristiyan ama kendisinin Müslüman olduğu konusunda hayli rivayetler dinlemiştim ama babasının Müslüman, oğlunun Hristiyan olduğu vakayı ilk defa duyuyorduk.
Bu kafa karışıklığı ile aradan birkaç yıl geçti. Bir gün İsmail Aydın adında bir arkadaşım bana eski Yunanca bir kitap getirdi. O yıllarda TRT’de birkaç yıllık prodüktördüm. Bu kitabı bir edebiyat öğretmeni olan amcası Cemal Aydın’ın verdiğini, tercüme ettirip ettiremeyeceğimi söyledi. Ben de kitabı TRT Dış Yayınlar Dairesine bağlı Yunanca masasına götürdüm. Yunanca masasında çalışan arkadaşlar kitabın eski Yunanca olduğunu bu dilde yazılmış bir kitabı çeviremeyeceklerini söylediler. Ben de kitabı bir kenara attım. Sonra Nazmi adında Gümülcineli bir genç yanımda asistan olarak başladı. Kitabın bir fotokopisini Yunanistan’a götürdü. Bazı yerleri kabaca okudular ama bu hayli yetersizdi. Ama okunduğu kadarıyla anlatılanlar ilginçti. Çünkü içinde krifiler diye bir cemaatten bahsediliyor bunların gizli Hristiyanlar olduğu söyleniyordu. Bu bilgi benim için yeterli değildi. Yıl 1995’ti. Bir yandan da ülkemiz terörle boğuşuyordu. Nazmi’nin söylediklerinden bu kitabın bazı ayrılıkçı unsurlar barındırdığı endişesiyle biraz erteledim. Ama merakım devam etti. Sonra Bizans tarihi konusunda uzman olan Prof. Dr. Levent Kayapınar ile tanıştım. Eski Yunanca biliyordu. Ondan yardım istedim. O da bana Nevzat Mehmet isminde birini tavsiye etti. Meğerse Nevzat Mehmet TRT’de Yunanca masasında yeni işe başlamıştı. Hemen onunla konuştum. Teklifimi kabul etti. Zorlu bir uğraştan sonra bazı kısımları okunamasa da kitabın büyük bir bölümünü tercüme etti. Okuduklarım beni çok şaşırttı. Kendi ilçemin sınırları dâhilinde birçok köyde krifiler yaşıyordu ve ne benim ne de benim dedelerimin bundan haberi vardı. Konuyu derinlemesine incelemeye başladım. İlk başlarda bu duruma çok öfkelendim. Kandırılmış olduğumuzu düşündüm. Ama gün geçtikçe bulduğum belge ve bilgiler ışığında o toplumla empati kurmaya başladım. Böylesine travmatik değişikliğin hiç de kolay olmayacağını düşündüm. Bu köylerin sosyal ve ekonomik dokusu üzerinde araştırma yaptığımda aslında 7. yüzyılda zorla Hristiyanlaştıklarına dair bilgilere ulaştım. Hristiyan olmalarına rağmen aradan geçen 8-9 asırlık bir zaman diliminde onların örf, âdet ve sosyoekonomik yaşam biçimlerinde çok şeyin değişmediğini gördüm. Fakir, yoksul ve cahildiler. Gümüşhane’nin gümüş madenleri onlar için umut oldu. Ve sırf ekonomik nedenlerden ötürü en dindarları bile din değiştirdi. Çünkü yörede en zor şartların hüküm sürdüğü toprakları kendilerine yurt edinmişlerdi ve bölge insanı zaman zaman açlıktan kırıma uğruyor, kolera ve veba gibi salgın hastalıklar nüfusu çok fena vuruyordu. Hâl böyle olunca bu meseleye sadece dinî ve millî değerler bakımından ele alamıyorsunuz. Çünkü hiçbir inanan ortada inanç noktasında bir tereddüt hasıl olmadıktan sonra kolay kolay din değiştirmez. Bu tür örneklere, trajedilere sadece Osmanlı topraklarında değil, birçok coğrafyada rastlamak mümkün.
 
Her şeye siyasi ve ideolojik ayrımın girdiği bir zamanda krifoslar gibi kritik bir konuda dış gerçekliği başarılı bir roman kurgusuyla dönüştürüp edebiyat dünyamıza kazandırırken içine girdiğiniz güçlükleri önceden hesapladınız mı?
Romancı önce insan olmalıdır. İnsan olmanın hele hele romancı olmanın baş şartı da empati kurabilmek ve aynı zamanda tarafsız olabilmektir. Son Krifos romanında kendimi tarttım. Bu yüzden roman en az yedi kez değişikliğe uğradı. İlk bakış açım biraz devletçi ve kaba bir milliyetçi bir bakış açısıydı. Bu taslağı okuyanlardan bazıları, “Bir tek ‘Allah! Allah!’ diye nara atmadığın kaldı.” diye beni eleştirdi. Gözden geçirince çok haklı olduklarını anladım. Değişikler yaptım. Bu kez başkalarının tashihine sundum. Onlar da “Rumlar biraz kayırılmış sanki.” dediler. İşte o an hakikatin peşini takip etmek gerektiğini anladım. Çok düşündüm: Bir aleni Hristiyan, bir kripto Hristiyan ve Müslüman nasıl düşünür bu tür meselelere nasıl bakar? Tarafsız olmayı seçince roman daha kolay ilerlemeye başladı. Bu kez de “Taraf tutmadım.” diye eleştirildim. Yani ülkemizde yaşanan bu keskin ideolojik ayrım ortamında herkesi kucaklayan böyle bir kitabı yazmak mümkün değil. Çünkü ben bir aşk romanı yazmak için yola çıkmadım. Bu romanların içinde aşk var ama konuyu o dönemde yaşanan sosyoekonomik olaylar üzerine kurguladım.
Ben hamasetin yarattığı fikrî duyarlıktan çok uzak biriyim. Hamasetin insanı körleştirildiğini ve hakikatten uzaklaştırdığını düşünüyorum. Bu durum maalesef geçmişin entelektüel milliyetçilik anlayışını kabalaştırdı. Her ne kadar milliyetçiler her devirde toplumun sağduyusunu temsil etse de içinde yer alan kaba milliyetçiler kendi gibi düşünmeyeni hain, dönek gibi sıfatlarla ötekileştirdi. Aslına bakarsanız bu hâl sadece milliyetçiler arasında hâkim değil. Özellikle Müslüman olduğunu iddia eden Müslümancı tayfa, sosyal demokrat olduğunu iddia eden solcu tayfa bu kabalıkta fersah fersah ön saflarda... Hatta daha vahimi, sağduyularını kaybetmiş vaziyetteler. Bunlar siyasi tercihlerini akıllarının ve vicdanlarının süzgecinden geçirmiyor artık. Yaptıkları şey aklını ve vicdanını siyasi tercihlerine teslim etmek… Üzerine eklenen şehvet dolu belagat söylemleri her geçen gün toplumu birbirine düşman ediyor. Düşmanlıkların her geçen gün filizlendiği, boy attığı bir ortamda empati kurmanın zorluğunu elbette biliyorum. Ama buna aldırmıyorum. Çünkü beni aklımın ve vicdanımın süzgecinden geçen hakikatler ilgilendiriyor. Hakikati aramak beni insanlaştırıyor. Hakikati aradıkça daha çok ete kemiğe bürünüyorum. Hakikat insanın ruhunu inceltiyor, ona derinlik, boyut ve karakter kazandırıyor. Böyle olunca da geleceği görmek kolaylaşıyor; geleceğe isim bırakmak ve o ismin sorumluluğunu şimdiden içinde yaşamak mesuliyeti artıyor.
 
Siz “Son Krifos”u hazırlayan süreçle ilgili henüz esas baskısını yapmadığınız “Efraim” adlı bir roman daha yazdınız. Bununla ilgili tartışmalar, yine bana çok ilginç ve o kadar da değerli geldi. Hem krifosların günlük hayatları ve siyasetleri hem de Osmanlı ve uluslararası politika bağlamında içlerinden Efraim’i seçerek Gümüşhane, Trabzon, Rusya ve bir taraftan İtalya ayağı olan bir tip çevre kültür ve karakter romanı yarattınız. Efraim’le ilgili, daha doğrusu onun ikircikli psikolojisi(annesi Müslüman, babası krifos) hakkında okuyucularımıza ne söylemek istersiniz?
Aslında içimizde birçok Efraim dolaşıyor. Ama kimse Efraim olduğunun farkında değil. Aslında Efraim romanı “ikiyüzlülüğün” hatta “çok yüzlülüğün” romanı. Kendimize bir bakalım. Kendimize ayna tutalım. Acaba cebimizde kaç maskemiz var, bir düşünelim. Bir devlet büyüğü ile konuşan ben arasında, bir yaşlı, bir çocuk, bir fakir, bir sarhoş, bir katil ile konuşan ben arasında ne fark var. Katille konuşan ben ile bir yoksulla konuşan ben aynı ben mi? İşte Efraim “tek ben” olmak için yola çıkmış bir krifos. Annesi imanlı bir Müslüman, babası gizli Hristiyan. Çocuk yaşta annesini kaybettiği için babasının dayatmasıyla Hristiyan oluyor. Babası ölünce “tek ben” mücadelesine başlıyor. Bu yüzden ne Hristiyanlara ne de Müslümanlara yaranabiliyor. Herkes ona kendi hakikatini dayatıyor ama onun istediği kendi hakikati. Bu anlamda romanın bu psikolojik derinliği üzerine çok kişi empati yapabilir. Bu yüzden romanı bir aidiyet mücadelesi etrafında kurguladım. Beklentim bir aidiyet mücadelesine okuyucunun nasıl bir tepki vereceğiydi. Merakla onu bekliyorum. Kendi hakikatini arayan birine saygı duyacak mıyız? Yoksa onu kendi hakikatlerimizle mi yargılayacağız?
Siz bir TRT prodüktörüsünüz. Yapımcı ve yönetmen olarak çok sayıda programa imza attınız. Mesleki birikiminizin romancılığa temayül etmenizde rolü oldu mu? Roman dışında başka edebiyat türlerine ilgi duydunuz mu? Yahut başkaca bir roman hazırlığınız var mı?
Elbette 28 yıllık mesleğimin bana kattığı çok şey var. Bir kere dünyaya daha geniş bir perspektiften bakmayı bu meslek sayesinde öğrendim. Çünkü mesleğimin karakteri icabı her kesimle temasım oldu. Çok farklı insanlar ve kültürler tanıdım. Bu beni çok besleyen bir şey oldu. Özellikle yapımcılığını ve yönetmenliği yaptığım bazı televizyon dramaları beni çok geliştirdi. Dramatik bir kurgunun nasıl olacağını pratik etme imkânı buldum. Aynı zamanda senaryo yazarı ve kurgucu olduğum için de öğrendiğim kurgu tekniklerini senaryolarıma ve romanlarıma aktarmam kolay oldu. Roman dışında hikâyeler de yazdım. Ama bunlar henüz yayımlanacak durumda değil. Üzerlerinde çalışıyorum. Hikâye yazma alışkanlığı bende çok eski yıllara gidiyor. Özellikle lise yıllarında yazdığım hikâyeler edebiyat öğretmenlerim tarafından büyük övgüler alıyordu. Ama uzun yıllar hikâye yazmaktan uzak kaldım. Son Krifos’u yazdıktan sonra hafızamda birçok hikâyenin varlığını fark ettim. Aslında Son Krifos dikkatle incelendiğinde içinde birçok yan hikâye barındırdığı hemen fark edilecektir. Onun yazımı sırasında kitabın hacmini azaltmak için bazı yan hikâyeleri kitaptan çıkardım. Şimdi onlardan ve yeni kurguladığım hikâyelerden bir hikâye kitabı yazmayı çok istiyorum. Ki bu hikâyelerin pek çoğu gerçek hayattan hikâyeler olacak. İnşallah buna vaktim olur. Yeni bir roman hususuna gelince… Efraim kafamdaki hikâyenin ilk bölümünü, Son Krifos ise son bölümünü oluşturuyor. Bu iki hikâyeyi birbirine bağlayan ve 1860 ile 1911 yıllarında Trabzon’da yaşanan tanassur hadiselerini de ele almak gerekiyor. Çünkü bu yapılmadığı takdirde hikâye kopuk kalacaktır. Efraim’in yayınından sonra o kısmı ele alıp bir üçleme yapmayı düşünüyorum.
 
 
 


[1] İhtida: İslam’ı kabul etme, Müslümanlaşma, hidayete erme.

[2] Krifilik: Gizlilik.

[3] Krifos: Gizli.

[4] Tanassur: Nasranileşme, Hristiyanlaşma.