SANATKÂR VE SANAT

20 Kasım 2015 16:17 Yrd. Doç. Dr.A. Yılmaz SOYYER
Okunma
1887
SANATKÂR VE SANAT


Sanatkâr, bazen Promete’dir (Prometheus). Tanrıların dağı Olimpus'tan ateşi çalıp insanların hizmetine sunan Promete… Sanat, gerek gizemli arka planı gerekse cezbedici, çekici yapısıyla ilahî bir idenin yansımasını andırarak görünüşler evrenindeki yerini bulur. Kimi yorumcular bu tanrısal evrenin esrarının, o dünyanın ender algılayıcılarından olan sanatçı tarafından o kâinatın sahiplerinin izniyle aktarıldığını belirtseler de buna itiraz edecek çok kişi çıkar.
Sanatçıda hep Promete'nin mahir ve merhametli parmaklarını ararım. Nitekim "Prometheus" da öç anlamına gelen Yunanca "tisis" sözcük kökünden türetilen bir titan değil midir? Yani o da aslında tanrısal özle ilintili bir varlıktır.
Sanat erbabı, bazen velidir. Binbir günlük çilesini tamamlayıp "tekbir"i bin yıl sonra sanki yeniden dillendiren Itri'dir. Deyişleriyle İslam'ı âdeta yepyeni ve bambaşka bir formata aktarıp dillendiren Yunus Emre'dir. Kerbela'yı andıran ateşli bir kâinatın ıstıraplarını beyitleriyle insanlığa ulaştıran Fuzuli'dir.
Kısacası bize benzeyip aramızda yaşayıp ama Olimpus'a ya da levhimahfuza ait olan bir özge erdir sanatçı. İster Promete gibi isyan duygularıyla ateşi çalıp insanlığın yardımına koşsun ister Mevlana gibi bir tecelliyiilahî kesilip Mesnevi'sini sunsun, fark etmez –bizler bu görünüşler evreninin malıyken- o, aslı “Platon'un ideler ülkesinde” var olan ya da “ruhu Tanrı’da yaşamaya devam eden” kahramanımızdır.
Ancak o bir filozof değildir, söylediği bilgelik dolu cümleler, insan kurgulayışının çok ötesinde oluşmuş inciden dizelerdir. Bize "düşünce ürünü" gibi gelen bu söyleyişler aslında "vect ırmağı"nın coşkun akıntılarından beslenmektedir. Burada sakın filozofları küçümsediğimiz gibi bir anlam çıkarılmasın. Descartes'ın da Farabi’nin de önünde saygıyla eğiliriz. Lakin onlar bu yazı çerçevesinde yer almamaktadırlar.
Yukarıdaki Promete-veli ayrımı biraz da "Batı" ve "Doğu" sanatçılarının temel karakteristik ayırımlarıymış gibi gelir bana. Birinde Promete'deki pazu gücü ve kurnazlığın ortaya koyduğu uygarlık; diğerinde Mevlana'daki tecellinin dingin ve asude medeniyeti vardır.
20’li yaşlardayken Rönesans’ı takdir ederdim. Batı müziğinde en ziyade Ludvig van Beethoven'ın 9. Senfoni’sini o çağlarda, yani gençken severdim. Belki çok ünlü olduğu içindir, ama bu müzik şaheseriyle ünsiyetim bir başkaydı. Eğer bu müziğin bir resmini yapacak yeteneğim olsaydı Promete'nin ateşi çalış görüntüleriyle resmederdim. Bu Beethoven'in tanrılara has ilahî vect kaynağı olan müziği bir ateş misali insanlığa hediye edişinin tablosu olurdu. Şimdi artık dinleyemiyorum, bana tedirginliğin sese ve ritme dökülmüş hâli gibi geliyor. Yaşım kemale erdikten sonra klasik sazlardan saz eserleri, peşrevler, Mevlevi ayinleri, gazeller, şarkılar, türküler, nefesler, bozlaklar yani bizim ellerden, bizim cennetimizden nağmeler ruhumu dinlendirebiliyor.
Bizim cennetimizden esen saba rüzgârlarını fazla ayırt etmeden benimsesem de en ziyade klasik dönemi severim, hüseyni Mevlevi ayinişerifi “Beste-i Kadim”, en sevdiğim musiki eserlerinden biridir. Bu muhteşem ibadet boyunca sanki her kudüm vuruşunda "Kün!" emrini, her ney taksimiyle de "Fe-yekûn!"la tecelliyi hissederim. Mevlevi ayini insanın doğuşundan cennete uzanan serüvenini hatırlatır bana.
Vivaldi'nin "Dört Mevsim"i de güzeldir zannederim. Baroğun bu çetrefilli, girift nağmelerini Ortaköy Camii'nin barok kıvrımlarına bakarak Boğaz'ın dalgalarıyla raks eden görüntüleriyle dinlemek bir Batılıya tarif edilmez bir haz verir. Ancak ille de bizim musiki derim yine de ben… Hüseyin Fahreddin Dede'nin acemaşiran ayinişerifini binbir vect dalgasıyla derunumda hissettikten sonra başka denizlerin engin sularına açılamam doğrusu.
Günümüz sanatından söz etmek ise tarif edilmez acılar veriyor ruhuma… Postmodern nitelemesinin altında sıralanan arabeski mi beğeneyim, “rock”ı mı, “heavy metal”i mi? Bir türlü ısınamadığım cazı bile mumla arıyorum dostlar… Onda hiç değilse –ilkel de olsa- mistik iklimin esintileri, serpintileri vardı.
Cazı bir parça “tahammül edilir” bulsam da şu arabeske asla dayanamıyorum. Hasan Sabbah’ın cennetlerinde çekilen esrar âlemlerinde çalınan müzik de bu türdür diye düşünmüşümdür hep. Damardan eroin aldıktan sonra yapılabilecek, en azından zil zurna sarhoş olduktan sonra dinlenebilecek bir müzik türüdür bu benim için. Tabiat olarak demokrasiye gönülden bağlıyımdır lakin Tanrı bana “Dünyadan istediğin bir şeyi kaldırabilirsin.” diye izin verseydi insanlardaki arabesk zevkini kaldırırdım.
Geleceğin sanatını ise tahayyül etmek bile istemiyorum. Zannederim trafikte seyreden araç gürültülerini, teknoloji harikası bilgisayarlarla düzenleyip müzik diye piyasaya sürecekler. Ben bekliyorum. Ya siz?