Osmanlı Devleti'nin son dönemleriyle Cumhuriyet devresinde kendilerine Alevi ismi verilen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tarihî adlandırmaları çoğunlukla “Kızılbaş” terimiyledir. Bu terim hem bu zümreye mensup olanlar hem de karşıt tavır sergileyenler tarafından kullanılmaktadır. Bu isimlendirmenin asıl ortaya çıkışı Yavuz-Şah İsmail savaşı sürecindedir. Her ne kadar Kızılbaş mefhumu o dönemde görülmeye başlanmışsa da bu zümrenin mensupları, Türk milletinin Müslüman oluş sürecinden bu yana mevcutturlar.
Köktürk Kağanlığı'ndan bu yana gerek hakan gerekse Türk boy beylerinin Tanrı'dan “kut” aldıkları, töre denilen idari, kültürel, hatta dinî yapının müştereken temsilcisi oldukları bilinmektedir. Tanrı “töre” gereğince davranan hana “kut” verir, o da hem idari hem de dinî otorite olur. Töreli Türk’ü Tanrı nezdinde kağan temsil eder.
Türkler üç yüz sene zarfında İslam’a tamamen girmişlerdir. Bugünkü şartlarda çok uzun bir müddet gibi görünen bu üç yüz yıl bin sene öncesi için makul hatta kısa bir süredir. 9-11. yüzyıllarda Oğuz boyları arasında yaşadığı varsayılan destansı veli Dede Korkut, bu Müslüman oluşun ilk yansımalarını ortaya koyar. 13. yüzyılda Anadolu ve Rumeli'yi Türkleştiren erlerden Sarı Saltuk ise yukarıdaki asker-din adamı tipinin en önemli temsilcisidir.
Türkler Anadolu ve Rumeli'ne akarken boy ve ocak teşkilatlarıyla beraber akmışlardır. Bu Kızılbaş Ocaklarının önemli kısmı ise Oğuz boylarından ya da bu boyun bir kısmından ibarettir.
Elbette Anadolu ve Rumeli'ye göçen Türklerin tamamı Kızılbaş değildir. Lakin Sünni (Hanefi-Maturidi) olan boylarda dahi Alevi bir karakter hep olagelmiştir. Yani bu zümreler de İslam'ı Emevi zulmünden kaçan ehlibeyt mensuplarından öğrendikleri için ehlibeyt ve Hz. Ali sevgisiyle doludurlar. Gerek Kızılbaş, gerekse Sünni boylar hep birlikte gaza yapmakta bu bir aradalık dolayısıyla da birbirlerinden etkileşme son derece kuvvetli olmaktadır. Bugün dahi veli ya da yatır tabir edilen mezarlarda metfun olanlar hem Sünni hem de Alevilerce kutsal görülüp ziyaret edilirler. Hem Sünni hem de Alevi ocaklar, İslam’ı boy sistemleri çerçevesinde kabul etmişlerdir. Boy beyleri daha sonraki dönemlerde “dede” olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bu durum şehirleşmenin artmasıyla birlikte tarikat sistemine dönüşmüştür.
Önceleri aralarında inanış ve davranış farkı asgari düzeydeyken Çaldıran Savaşı’nda iki Türk hünkârının siyasi sebeplerle karşı karşıya gelmesi ve bu Türk oymaklarının farklı taraflarda yer alışları iki zümre arasındaki mesafeyi açmaya başlamıştır. Kanuni’den sonra Arap ve Fars medreselerinin din âlimlerinin Anadolu ve Rumeli medreselerine hâkim olmaya başlaması da bir Türk Müslümanlığı ve aynı zamanda Alevi karakterli olan Türklerin Maturidiliği benimseyişinin yerini Arap Eşariliğinin almasına yol açmıştır. Her ne kadar İmam Maturidi Alevilik konusuna temas etmemişse de Türkmen zümreleri zihniyet olarak Matudridiliğin akılcılığına, duygu olarak ehlibeyt imamlarının maneviyatına yönelmişlerdir. Pek çok Sünnİ medreseli tasavvufi geleneğinden dolayı kendisini Alevi saymaktadır. Sünniliği herkesçe kabul edilen tarikatlardan Mevleviliğin Şeyhi Galip Dede:
“İkrarımıza ser veririz, ahde kaviyiz
Biz şah-ı velayet kuluyuz, hem Aleviyiz”
demektedir. Aynı biçimde Kadirilik, Halvetilik gibi pek çok tarikat da Alevi karakterlidir.
İkinci ayrılış dönemi 1826 senesidir. II. Mahmut bütün Bektaşi tekkelerini sudan sebeplerle kapatmış, bütün Kızılbaş ocaklarını da yasaklamıştır. Özellikle Harputlu İshak Efendi gibi devlet menfaatlerini kullanma peşinde olan sözde âlimler iftira dolu kitaplar yazmış, Kızılbaş-Alevi gruplar hakkında ağız dahi alınamayacak hakaretler serdetmişlerdir.
Bu ayrılık son yirmi yıldır bir yeniden yakınlaşma ve birbirini tanıma sürecine girmiştir. Aleviler Sünnilerin Yezit olmadıklarını, Sünniler de Alevilerin “mumsöndü” gibi iftiralardan uzak olduklarını anlamaya başlamışlardır.
1826'da Bektaşilik kapatılınca diğer tarikatlar Bektaşi dervişlerini bünyelerine almışlar ve padişahın sürgünlerine karşı saklamışlardır. Bugün hâlâ İstanbul'da bulunan 17-19. yüzyıldan kalma Mevlevi ve Halveti tekkelerinin avlularında Bektaşi taçlı mezar taşları bulunur. Hemen hemen bütün tasavvufi ekoller “Şah Hatayi” yani Şah İsmail'i bir tasavvuf büyüğü olarak tanır ve onun nefeslerini okurlar. Anadolu'da artık Alevi olarak bilinen kütlenin iz düşümleri, Azerbaycan, İran Azerbaycan’ı, Tuzhurmatu, Bulgaristan, Arnavutluk ve Makedonya'da bulunmaktadır. Arnavutluk’ta bir milyon Arnavut Bektaşi Hacı Bektaş Veli'yi pir kabul etmektedir. Bulgaristan Deliorman'da 100 bin civarında Kızılbaş Türk vardır. Irak'ta Şii zannedilen Türklerin bir kısmı da Kızılbaştır (Şebekler).
Günümüzde artık kendilerine Alevi ya da Alevi-Bektaşi isimlendirmesini uygun gören Kızılbaş ocakları ve Bektaşiler, cemevi denilen ve eski tekkelerin modernize edilmiş hâli olan mekânlarda inançları adına faaliyet göstermeyi tercih etmektedirler. Çağdaş bağlamda Alevilerin bir kısmının Hacı Bektaş Veli ve Pir Sultan Abdal dernekleri etrafında örgütlendikleri, diğer kısmının ise kültür kurumları adıyla oluşturulan cemevlerinde toplandıkları gözlemlenmektedir. Derneklere bağlı cemevleri de bulunmaktadır. Genelleme yapmaktan kaçınmak gereklidir ancak Pir Sultan Abdal isimli derneklerin hiç değilse bir kısmının üyeleri anne babaları Alevi olmakla birlikte Marksist-Leninist ideolojiye sahip kişilerdir. Özellikle Tunceli Aleviliğinin aydın katmanı azımsanmayacak derecede kendilerini ateist ve Marksist-Leninist olarak takdim etmektedir. Tarafımızdan iki yıl önce yaptırılan ve Tunceli Aleviliğinin gençliği üzerine yaptırılan bir yüksek lisans çalışmasında durum bütün açıklığıyla ortaya konulmuştur.[1]
Son 10 sene içerisinde Aleviler kendi geleneklerine döndükçe içlerinde zaten var olan bir Türkçü damar hızla belirginleşmeye başlamış bulunmaktadır. Özellikle başını merhum Cemal Şener’in çektiği, Aleviliğin Türk kültüründen beslendiğini algılayıp ilmîleştirmeye başlayan Alevi aydınlar, Marksist kökenlerden türetilmiş bir Alevilik yerine Horasan İslami Türklüğüne dayanan bir inanç sistemini yaşama yolunu seçmiş bulunmaktadırlar. Bu Alevi aydınlar ilahiyat fakültelerinde yüksek lisans ve doktora yapmakta, Hanefi-Maturidi gelenekten gelen araştırmacılarla beraber Alevilik araştırmaları yapmaktadırlar. 2005 yılında ilk kez Bektaşilik kavramı doğrudan kullanılarak Süleyman Demirel Üniversitesi bünyesinde bir uluslararası Bektaşilik ve Alevilik sempozyumu düzenlenmiştir. Bu ülkemizde bu konudaki ikinci büyük çalıştaydır. Daha sonra ekte resimlerin de sunulduğu bir çalıştay düzenlenmiştir. Bugün artık çok sayıda Alevilik sempozyumu ve çalıştayı yapılmaktadır.
Bektaşi ve Kızılbaş geleneğinin Arapça ve Osmanlı Türkçesiyle yazılmış kaynakları üzerinde çok ciddi araştırmalar yapılmaktadır. Aleviler kendi klasik, geleneksel hayat biçimlerini yeniden keşfetmektedirler.
[1] Muzaffer Telimen, Alevi Gençliği ve Ateizm ( İstanbul ve Tunceli örneği), SDÜ Sosyal Bil. Enst., Felsefe ve Din Bilimleri ABD, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.