MUHAREBE TOPRAKLARINDA GEZİNMEK

24 Temmuz 2015 13:06 Atalay YAĞMUR
Okunma
1827
MUHAREBE TOPRAKLARINDA GEZİNMEK

 
Bu sene bahar isyanda mı ne? Gelmemeye ahdetmiş gibi. Oysa nasıl da özledik tenimizde güneşin dolanmasını. Ne güzel sergiler çiçekler gökkuşağı renklerini. Hava su ve güneş ağaçların dallarında çiçeğe durur da bütün bir tabiat koro hâlinde, baharın bestesini çalar ve söyler. İşte bu ahengi tamamlamak için on kişilik bir arkadaş grubuyla kırlara gitmeye, sabahtan akşama kadar yürüyerek toprağın kokusunu içimize çekmeye karar verdik. Bunun için bilinçli olarak Polatlı’yı seçtik. Biliyorduk ki o topraklar tarihin silinmeyecek izlerini taşıyor. Benim bildiğim bir şey daha vardı: O da POTA adlı dernekle beraber Polatlı Belediyesinin yöreyi dolaşmak, tarihin sayfalarında gezinmek isteyenlere rehberlik vb. hizmetleri sunmaktan çekinmedikleri idi.
26 Nisan 2015 Pazar sabahı eşim Mehtap ve ben erkenden kalktık. Perdeyi araladığımda havanın bulutlu olduğunu gördüm. Hoş önceden hava durumuna bakmıştım ve “Bulutlu, yağmurlu” olacağını biliyordum. Ama gene de ufak bir umuttu benimki. Belki dünden biraz güneş kalmıştır beklentisini cevaplamak iyi oldu. Maalesef kalmamıştı.
Yolda bir trafik polisi kontrolünü cezasız atlattıktan sonra saat 09.30 sularında Polatlı’ya vardık. Şehir içindeki bir akaryakıt istasyonunda gün boyu rehberlik edecek olan Pota Derneği yetkilisi Kadim Koç Bey ve Belediye Meclis Üyesi Adil Bey bizleri sıcak ve samimi bir şekilde karşıladılar. Küçük bir tanışma ve sohbet faslından sonra her birimize Polatlı ve Sakarya Meydan Muharebesi hakkında hazırladıkları el kitabından verdiler. Ankara’dan gelecek başka bir grubu da çorbalarımızı içerek bekledik.
Mola verdiğimiz tesisten Dua Tepe’ye hareket ettiğimizde hava halen bulutlu ve serindi. Dua Tepe’nin etrafı tel örgülerle çevrilmiş, içi ağaçlandırılmış, yeşillendirilmiş. Çölde değil ama bozkırda vaha gibi bir alan. En tepe noktasında Sakarya Meydan Muharebesi’nin anısına yapılmış mükemmel bir anıt var. Bolca fotoğraf çektik. Anıtın önünde Kadim Koç Bey’in muharebe ve bu tepenin önemi hakkında ki açıklamalarını dinledik. Aşağıda serin olan hava Dua Tepe’de rüzgârlı ve soğuktu. Bu nedenle olsa gerek, arabalara doğru inişe geçtiğimizde herkes acelesi varmış gibi hızlı davrandı.
Kadim Bey tarafından “Bundan sonrasının yürüneceği, bu nedenle arabalardan sırt çantalarımızın alınması gerektiği” söylendi. Yürüyüş düzeni hakkında ufak uyarılar yapıldıktan sonra, yaklaşık seksen kişi önce tek sıra, kısa süre sonra öbekleşmelerin oluşmasıyla gruplar hâlinde yola devam ettik.  Hava ısınmamış olsa da buğday tarlalarının yeşilliği insanın içini ısıtıyordu. Bazen toprak yollardan, bazen dere yataklarından, diğer gruplardan arkadaşlarla sohbetler ederek zevkle yürüdük. Rehberlerimizden arkeolog Fatih Bey dere yatağında bulduğu paslı demir parçalarını elinden geldiğince çok kimseye göstererek “Bakın bu bir şarapnel parçası, bu da Yunan askerinin silahının parçası. Bunlar zamanla tepelerden sellerle bu dere yatağına geliyorlar.” diye hem açıklama yapıyor hem de benzeri parçaları görmemiz hâlinde almamız ve kendilerine teslim etmemiz konusunda bizi ve diğer grupları uyarıyordu.
Yaklaşık bir saatlik yürüyüşten sonra küçük tepelerin arasındaki şirin bir köyün karşısında yine küçük bir tepede dinlenme molası verildi. Kadim Bey herkesin toplanmasını bekledikten sonra, “Bu karşıda gördüğünüz köyün adı Çekirdeksiz’dir. Bu köy, Sakarya Meydan Muharebesi sırasında, orada bulunan bir askerî telsiz nedeniyle Yunan Kuvvetleri tarafından tamamen yakılmıştır. Yangın sırasında herkes evine kapatıldığından köylünün de büyük bir çoğunluğu yanarak can vermiştir. Muharebe sonrası köyde tespitlerde bulunan Türk heyeti: Yangın esnasında pencerelerden çıkmaya çalışan insanların, kızgın pencere demirlerini koparmak için elleriyle tuttuklarını ve ellerinin yanarak demire yapışmış olduğunu tespit etmişlerdir.” diye açıklama yaptı. Anladık ki burada verilen mola tesadüf değilmiş. Çokça fotoğrafını çektik Çekirdeksiz’in. Doğrusu, “Öyle bir köyde doğdum demek bile insana gurur verir.” diye düşündüm. Ne mutlu Çekirdeksizlilerin atalarına, onlara gurur duyacakları bir geçmiş hediye etmişler. Gıpta ettim. Ruhları şad, mekânları cennet olsun. Kadim Bey öylesine canlı, yaşayarak ve hissederek anlattı ki yürümeye başladığımızda uzun süre başlarımız önümüzde yol aldık.
Bir süre herk edilmiş ve nadasa bırakılmış tarlalar arasından yürüdük. Toprak kokusu insana tabiatın damarlarının kokusunu getiriyor. Sanki bitkilerin ruhunu duyumsuyorsunuz. Bir ara daldım. Uzaklara ta Ardahan’a gittim. Bu günler bizim memlekette ekim günleri. Oralarda ekilen tarlalar evlere yakındır. Uzaklardaki arazi genelde çayır olarak kullanılır. Ekilmek üzere sürülen tarladaki her kotan; pulluk izinin çevresinde adol ve hoşgöz toplayan üç beş çocuk vardır. Kendimi memleketteki tarlada hissettim.
Gordion Antik Kenti’ni teğet geçerek Sakarya Nehri’nin kıyısına vardık. Onca kıraç araziden geçtikten sonra eğer söylenmemiş olsaydı bir nehirle karşılaşacağımız aklımızdan bile geçmezdi.  Sakarya’nın önce şarıltılı sesi sonra kendisi sürpriz oldu bize. Nehir kenarında piknik yapan aileler mangal yakmışlardı. Biz de çantalarımızdaki nevaleyi yerken bir yandan da dinlendik.
Dinlenmeden sonra Gordion Antik Kenti’ne yöneldik. Küçük bir tepede M.Ö. 700’lerde batıdan akınlarla Anadolu’ya gelen Frigyalıların kurduğu ve MS 300’lere kadar devam eden kentin kalıntıları üç yüz elliye beş yüz metrelik bir alanda tel örgü ile çevrilerek koruma altına alınmış. Doğrusu tel örgünün içinde kalan alanda harika çiçekler bitmişti, dışında ise doğal olarak hayvanlar otluyordu. Burada Arkeolog Fatih Bey Bize Gordion ve Frigler hakkında ayrıntılı bilgi verdi.
Sırada antik kente bir kilometre mesafedeki Gordion Müzesi ve Tümülüs vardı. Burası yürüyerek gideceğimiz yerin ve gezimizin son noktası olacaktı. Gruplarda yorgunluk baş göstermişti. Yorulanlar müzeye araçlarla döndüler. Bizim grubun ise tamamı yürüdü.
Saat beş olmuştu ve artık dönüş saati gelmişti. İzin isteyerek Kadim ve Adil Beylerle vedalaştık. Onların sıcak ve içten ev sahiplikleri ile gerek Sakarya Meydan Muharebesi’nin geçtiği alanlarda yürümüş olmak, gerekse edindiğimiz bilgi ve gördüğümüz tarihi alanların hazzıyla zevkli bir günü geçirmenin memnuniyetiyle aracımıza binerek Ankara’ya yöneldik.
Gezinin verdiği memnuniyetten olsa gerek, arabadaki herkes hâlen çok canlıydı ve tabiatla olan hasret giderme sanki bitmemiş gibiydi. Aracımızı Temelli’de küçük gölün yanındaki parkta durdurduk. Zühtü Bey’in eşinin hazırladığı sütlaç ve biber kızartmasını bir güzel yedikten sonra tekrar yola koyulduk, akşam saat yedi civarında Ankara’daydık.