Bulanık dünya “nesnel / sabit ve kuşatıcı” bilgi yerine “belirsizliğe” atıf yapan ve belirsizliği yücelten bir dünyadır. Ya… ya da şeklindeki klasik ve modern kalıbın “Hem o hem bu, ne o ne de bu.” kalıbına dönüşmesidir. Siyah beyaz dünyadan farklı tonlara “farkı daraltarak / renksizleştirerek ve çoğaltarak geçiş yapma” becerisidir. Siyah beyaz dünya “katı-kesin yargıların, hükümlerin” kayıt altına aldığı, tanımladığı ve belirlediği dünyadır. Farklı tonların, farkı daraltarak ve çoğaltarak hükmedici dünyaya itirazı belirsizliğin biçimsiz, bulanık diline dalarak “herkesle her şey olmayı / “bağlam” diyerek her şeyi ihlal etmeyi, her söyleneni meşrulaştırmayı “özgürlük” saymaktadır. İçgüdülerin, hazzın, biçimsiz retoriğin aşırı diliyle tüm itikadi-ahlaki vaziyet alma tarzlarını ve duruşları izafiliğin titrek dilinde verim ve çıkar oyununa dönüştürmektedir.
Bu, kelimenin tam anlamıyla epistemik dönüşümdür. Her epistemik dönüşüm ise bir zihniyet değişimi ve yaşantı formudur. Modernitenin dayandığı epistemik temel ve siyasi dili katı, hükmedici bir anlayışı içerir. “Akılcı / akıl dışı; yenilikçi-becerikli, hareketli / taklitçi-cahil-pasif; bilimsel / batıl geleneklere bağlı; disiplinli-düzenli / tembel-dengesiz; mantıklı-duyarlı / mantıksız-duygusal; otoriter-bağımsız, işlevsel / çocuksu, bağımlı, işlevsiz; özgür-demokratik-dürüst / esir, despot, ahlaksız; medeni / barbar; ilerlemeci / durağan[1] gibi kalıplar üreterek sömürü ve tahakkümün zeminini oluşturmuştur. Postmodern durum; akılcılık, bilimsel hakikat ve meta-anlatılar karşısında somut tavır alır. Akıl ile özgürlüğün, yüksek entelektüel standartlar ile popüler edebiyatın yollarını ayırır. Toplumun hayat formlarını, kültürel hafızasını barındıran mekânı ticaretin işlevsel / açık alanı olarak görür. Tek bir gücün hegemonyasına dayanan dünyadan, dinî-etnik farklılıkların ördüğü yerel egemenliklere geçer. Aslında dinî-etnik ayrışmalarla parçalanan dünyaya “bilinmez-biçimsiz-kaotik” söylem aracılığıyla hükmetmenin renksiz haritasını inşa eder.
Gerek sorunlar gerekse ötekine atıf yaparak farklı görüş ortaya atmaya yarayan miras açısından bu süreç, modernitenin potansiyelini sunmanın ileri bir adımı olarak görülür. Daha doğrusu modernitenin açılımından daha çok gelenek-yenilenme arasındaki ilişki açısından değerlendirmek gerekir. Nitekim Hans-Georg Gadamer bu ilişki biçimini nefis bir dille anlatır: “Hayatın devrim zamanlarındaki gibi çok daha şiddete başvuruyla değiştiği durumlarda bile, eski olanın, her şeyin farazi dönüşümünde zannedildiğinden çok daha fazlası korunur ve eski olan, yeni bir değer yaratmak üzere yeni olanla birleşir. Her nasıl olursa olsun muhafaza etme devrim ve yenilik kadar özgürce seçilmiş bir eylem türüdür.”[2] Daha anlaşılır ifadeyle diyebiliriz ki her yenilenme geleneğin izlerini taşır. Eğer modernite sonrası bir durumdan bahsediyorsak bu izler daha belirgin ve daha kalıcıdır. Dolayısıyla bir kopuştan değil dönüşümden bahsetmek daha yerindedir. Elbette ki yeni bir bakış açısı geliştirmek “önceki dünya tasavvurunun sabitelerini değiştirmeyi” beraberinde getirir. Nitekim modern akılcılığın “nesnel hakikat” teması sıkı bir eleştiriye tabi tutulur. “Öznelerden bağımsız nesnel hakikat diye bir şey aramak boşunadır. Çünkü içerisinde yaşadığımız farklı kültürel çerçeveler farklı hakikatler üretirler. Bir kültürün ya da söylemin hakikate ilişkin iddialarının, diğerlerinin benzer nitelikteki iddialarından daha doğru olduğunu ileri süremeyiz.” ifadeleri her şeyi birbiriyle eşitleyen ukala bir bağıntıyı karşımıza çıkarır.
Postmodern düşüncenin kökeninde hakikat ve kesinlik kavramlarına dönük ağır eleştiri yer alır. F. Nietzsche şu sözleri epistemik dönüşümü hazırlayan bakış açısını ele verir: “Hakikat doğru bir sosyal zorunluluk olarak varlık kazanır ve kesinlik olarak hakikat kavramı insani varlıkların bir cemaate girmesi sonucu doğar. Daha derin düzeyde ahlak dışı anlamda doğrular ve yalanlar düzeyinde hakikatlerin bizatihi kendileri yalanlardır; onlar illüzyon olduklarını unuttuğumuz illüzyonlardır ve dürüst olmak yalnızca sabit bir mutabakata göre yalan söylemektir.”[3] Eğer hakikat içtimai ve siyasi bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyorsa belli fayda ve çıkar etrafında toplanan insanların ortak paylaştıkları ise gerçekten de hakikatin bizatihi kendisi yalandır. Felsefi aşinalığın dışında kalıp, hakikatin temsilcisi / hatta İslam’ın temsilcisi olarak ortaya çıkanların “her durumda” farklı bir hakikatten bahsetmeleri kelimenin tam anlamıyla postmodern tımarhaneye davetiye çıkartmaktan başka bir şey değildir.
Kelimeler ile şeyler arasında kapatılmaz gedik olduğu için insanın dille yaptığı şey bir başka dünya yaratmak; bizi, şeylerin olduklarından daha basit, birbirinden kopuk, bölünmez, her biri kendi başına ve kendisi için var olan varlıklar olarak tahayyül etme, yanlışına sürükleyen bir dünya yaratmaktır. Yanlış olan dil değildir; tersine insanın dille dünyanın doğru bilgisine sahip olacağı yolundaki inancıdır. [4] Bu ifadeler, sadece bilimsel yöntemle “dünyanın resmini çıkartma” iddiasının sabit bir mutabakata göre yalan söylemekten başka bir şey olmadığını dile getirmiyor, aynı zamanda “sözün hakikati taşıdığına yönelik kökten” bir eleştiridir. Gerçekten de ülkemizde birleşme-ayrışma süreçlerinde duyduklarımız, siyasi yönlendirme tekniklerinin kullanıldığı ve uygulandığı süreçlerde dilin gerçeklik adına her türlü yalanı, çarpıtmayı, hileyi, düzenbazlığı içermesi; bunların önemli kısmının Allah ve Peygamber adına yapılması saf zihinleri postmodern tımarhaneye davet etmektir.
Postmodern bakış açısına göre çeşitli bilgi yapıları birbiriyle eş değer bir geçerliliğe sahip olan farklı anlatılardan ibarettir.”[5] Bilimsel bilgide aynı tanıma dâhildir. Çeşitli bilgi yapılarının eş değer kılınması olgucu zihniyete karşı itirazı içermesi açısından anlamlı görülebilir. Ne var ki bu itiraz sadece olguculuğa yönelik değil, bizzat bilginin mahiyetine yönelik bir eleştiridir. “Bilgi, yabancı bir şeyin bildik bir şeye geri götürülmesidir… Bizim bilgi isteğimiz, bilinene duyulan ihtiyacımızdır. Yabancı, alışılmamış, sorgulanabilir bir şeyi, artık bizi rahatsız etmez duruma gelinciye dek açığa çıkartma isteği değil mi?”[6] Bu bakış açısına göre bilgi, aklı sükûnete eriştirecek ideal bir nesne değil muhtelif etkilerin çatışması sonucunda varılan kırılgan bir uzlaşma hâlidir. Doğru ve yanlış yalnızca ilişkiler ağına ait olunca bilgi, seninle benim anlaştığım şey olur. İletişim imkânı sağlamak için belirlenen ve sabitlenen formun bilgi olarak tanımı kaçılmaz olarak farklı dillerin ve özel deneyimlerin yüceltilmesini beraberinde getirir.
Kanaat önderlerinin, yerel yapıların ve grupların, etnik kökenlerin ve dillerin gündemi işgal etmesi anılan anlayışın toplumsal alana yansımasıdır. Çünkü postmodern söylemin bilgiye yüklediği anlam halk kesimlerine ilişkin inançların ve yaşantı biçimlerinin yükselişe geçeceğini göstermekle kalmaz, aynı zamanda bilgiyi sınırlandıran modern tanımların geçerliliğini yitirdiğini ilan eder. Postmodern bilgi anlayışı her alanda özel bilgi cemaatlerinin, eğitimden tıbba, iktisadi kurumlardan güvenlik ve strateji araştırma merkezlerine kadar uzanmalarına yol açar. Geleneksel mezheplerden meşreplere, özel dinî gruplara kadar paralel güç bloklarının belirleyici konuma yükselmeleri iktidar alanlarına sahip olmanın anlamını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ne düzenli devlet ve devletin kurumu ne de bilgi üretim merkezleri bir anlam ifade eder. Çünkü hiçbir şeyin kuralı ve itibarı yoktur. Her şey içinde bulunulan zaman-mekân uzamında iktidara sahip olmaktan ibarettir. Bunun dışına düşen her alan iktidarın meşrulaştırdığı keyfî alandır. Hukuk, eğitim, sağlık “iktidarın keyfine göre” her durumda başka bir şekil alıyorsa bunun anlamı; hukuk yoktur, iktidarın dediği hukuktur. Eğitim yoktur, iktidarın dediği ve uyguladığı eğitimdir. Sağlık yoktur, iktidarın dediği sağlıktır. Sanal alanda ve çeşitli televizyonlarda mide, sırt, bel ağrılarını üfürükle tedavi etme seansları keyfîliği meşrulaştırmanın ulaştığı seviyeyi göstermektedir.
Tarihin akışını gören bilgi toplumları bu belirsiz / kaotik durumu kendi amaçları ve gelecekleri için politik fırsata çevirerek stratejik akla taşımanın yollarını keşfetmişlerdir. Farklılıkları derinleştirme ve etkili bir şekilde kullanma, derinleştirme faaliyetini ‘ayrıştırmanın omurgasını teşkil eden dil üzerinden’ gerçekleştirme, baskı altına alma ve dönüştürme stratejisinin önemli bir parçasıdır. Hayatın her sahasında özel bilgi gruplarının / şirketlerin birer güç olarak ortaya çıktığı ve bir alan hâkimiyeti geliştirdikleri ortadadır. Her bilgi yapısı birbirine eşit olunca bunları sorgulamanın imkânı yoktur. Sadece iktidar sorgular, onun sorgulaması ise mevcut gücün kendine fayda sağlayıp sağlamadığı ölçüsüne dayanır. Postmodern durumda paralel bir tane değildir. Etki ve alan hâkimiyetine dayalı olarak birçok paralelden bahsedilebilir. Devlet içinde güç olmak “iktidarın yararına değilse, sorundur.” Bunun dışına düşen her alanda paralel güç meşrudur. İktidar lehine bilgiyi yayan ve kuran “her bilgi cemaati” muteberdir. Nesnel ve tarafsız bilgi mümkün olmadığına göre kimin gerçeği söyleyip söylemediğini test edemeyiz. “Çünkü akıl ve özgürlük arasında kurulan bağın çöktüğünü ilan eden postmodern aydınlar, aklın kurguladığı yapılardan kaçışı ve kayıtsızlığı özgürlük olarak tanımlarlar.”[7] Bu öyle uç noktalara taşınır ki postmodern insanın davranışı neredeyse içgüdülerin serbestliği şeklinde yorumlanır. “Dünyanın sonsuz yorumu olabileceği düşüncesi”[8] hem dünyayı hem de sözü sonsuz kılmaktadır. Her durumu siyasetin döngüsel mantığında sözle meşrulaştırma unsuruna giydirilen din algısı, üretilen yeni iktidar tipini derinleştirmiştir. Popüler kültürün “duyarlılık havzalarına” atıf yaparak kendine bağlama tekniği üretilen algının dışına düşen muhalif söylemi anlamsız ve geçersiz kılmaktadır. Çünkü üretilen dinî algı, hakikat adına ortaya çıkanların muharref siyasi tepkilerini ifade etmektedir.
Söz konusu dönüşümün içtimai ve siyasi bağlamı çözümlenmeden yapılan muhalefet “tımarhaneye çağrının” büyülü duvarlarından geriye döner. Çünkü bu anlayışa göre içinde yaşadığımız farklı kültürel çerçeveler farklı hakikatler ürettir. Bir kültürün ya da söylemin hakikat iddiaları, diğerlerinin benzer iddialarından daha doğru olduğu ileri sürülemez. Çeşitli bilgi yapıları birbiriyle eş değer bir geçerliliğe sahip olan farklı anlatılardan ibaret ise farklı bakış açılarını nesnel verilerle sınamanın imkânsız olduğu görüşü bireyin toplumsal bağlamını “piyasaya uygunluk ve verimlilik” esasına yerleştirir. Öyleyse postmodern toplum için bilgi, piyasaya uygun olan ve verim sağlayan her şeydir. “Hırsızlık yaptın, aldattın, yalan söyledin, el altından iş gördün, terör örgütüyle görüştün, gayrimeşru yolla elde ettiğin paraları sıfırladın, vakıf kurdun, yardım adı altında çıkar sağladın.” gibi sözler verimliliğin ve faydanın / çıkarın her şeyin merkezine yerleştiği bir zeminde hiçbir anlam ifade etmez. Böylesi ifadelerin “Üretilmiş muharref din algısının yaygın olduğu mahfillerde bir karşılığı var.” Bu mahfillerin atı ise sizin arazide koşmuyor. Onların sürdükleri tarla ve düzen verdikleri tapan yarım asırlık mekânlaştırma faaliyetinin içinde yer almaktadır.
Eğer bu söylediklerimizden kuşku duyan varsa itikadi ve ahlaki olan her şeyin piyasa değerleri bağlamında nasıl değersizleştirildiğine bakmalarını öneririz. Güç elde etme adına piyasayı kutsayan ve tüketimi derinleştiren bu anlayış her şeyi nasıl bedenin ve hazzın aracı kılmaktadır? Bu sorunun cevabını bulmak gerekir. Bir sanatçı Hz. Peygamber’e salat ve selamı müziğin derin nağmeleriyle seslendirmekte, ardından meyhane müziğiyle kalça ve gerdan kırmaktadır. Bir başkası asrın en sorunlu hastalıklarını lafzi dua ile iyileştirmektedir. “Irak’a yapılan ilk saldırı Haçlı kuşatma, kendi iktidarları evresinde demokratikleşme hareketi, bölünme durumuna geldiğinde biz bölünmesini istemeyiz, fakat fiilî durum bu ise yapılacak bir şey yoktur.” şeklindeki farklı üç değerlendirme her şeyin anlatıdan ibaret görüldüğünün somut kanıtıdır. İslam’ın herkesle her şey olma arzusuna parça yapılması “durumu meşrulaştırmak için en elverişli araç” olarak görülmesindendir. Kendi müstehzi siyasi mütevazılığını anlatmak için Hz. Peygamber’i kibirle itham eden bir anlayış karşısında “Buyurun postmodern tımarhaneye.” demek ağır düşer mi, bilemem. Siyaseti fetih gören bu aktör kimlere karşı nereyi fethetti de kibre düşmedi, Hz. Peygamber Mekke’yi fethedince nasıl kibirlendi anlamak mümkün değil. Zihni bu kadar bulanık, dili bu kadar bulanık bir siyasi zihniyetin katrani atmosferinde hak, hukuk, adalet, merhamet aramak “ahmaklık ve dalgınlık” olacaktır. İslam’ın reddettiklerini yaparak sürekli İslam’dan bahsedenler “siyasi cerbeze ve tehevvürü” gizleme peşindeler, fakat “Dervişin fikri ne ise zikri odur.” sözü bize önemli bir ayrıntıyı hatırlatmaktadır.
· Prof. Dr., Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi.
[1] Bakınız: Victor G. Kiernan, The Lords of Mankind, New York: 1986, Columbia University Press.
[2] Hans-Georg Gadamer, Hakikat ve Yöntem, (çev: Hüsamettin Arslan, İsmail Yavuzcan) İstanbul: 2009, Paradigma Yayınları, C. 2 / s. 27.
[3] Alan D. Schrift “Dil, Metafor ve Retorik”, İnsan Bilimlerine Prolegomena, (Derleyen ve Çeviren: Hüsamettin Arslan) İstanbul: 2002, Paradigma Yayınları, s. 11.
[4] F. Alan D. Schrift, “Dil, Metafor ve Retorik”, s. 18.
[5] Michael Albert “Sunuş”, Bilim ve Postmodern Tartışmaları: Postmodernizm ve Sol, (çev: Ender Abadoğlu, Sevinç Altınçekiç) İstanbul: 2007, Bgst Yayınları, s. 10.
[6] F. Nietzsche, Şen Bilim, s. 228.
[7] C. Wright Mills, The Sociological Imagination, New-York: 1959, p. 167.
[8] F. Nietzsche, Şen Bilim, (çev: Levent Özşar) Bursa: 2003, s. 121.