HÜSEYİN NİHAL ATSIZ’A GÖRE DİN VE AHLAK
Cihan ÖZDEMİR
Atsız’ın Türkçülük anlayışı, onun din konusundaki görüşlerini de etkilemiştir. O, Tanrı inancı ve dolayısıyla dinin, fert ve milletler için vazgeçilemez bir dayanak olduğunu düşünür. Bu düşünceye bağlı olarak da “Türk dünyasının dayandığı iki esaslı temelden birisini teşkil eden İslâm dininin, millî varlığımızın ayrılmaz bir parçası olduğuna...” inanır. Milletin oluşumundaki önemli unsurlardan birisi olarak kabul ettiği din konusunda Atsız, pek çok yazı yazmıştır. Örneğin “Türkçülüğün Önemli Meseleleri” başlıklı makalesinde, Türklük-İslam dini münasebeti üzerindeki tespit ve değerlendirmelerini Türkçü bir bakış açısıyla topluca ortaya koyduğu görülür:
“Hiç şüphe yok ki, Türklerin dini Müslümanlıktır. Eski dinimiz olan Şamanlıktan da bazı unsurlar alarak bir Türk Müslümanlığı hâline gelen bu din, on yüzyıldan beri bizim millî dinimiz olmuştur. Bununla beraber, Türk olmak için, mutlaka Müslüman olmaya lüzum yoktur. Çünkü bugünkü Türkler arasında birkaç yüz bin Şaman birkaç yüz bin Hristiyan ve hatta birkaç bin Musevî Türk de (Karayımlar) vardır. Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur. Zaten Hristiyan Türkler olan Gagavuzların Türkiye’de yerleşenleri, çoğunlukla Müslüman olmuşlardır. Onlar bunu Türklüğün vazgeçilmez bir şartı saydıkları için yapmışlardır.”
Atsız, gelecekte kurulacağını hayal ettiği siyasi bir Türk birliği oluşumunda farklı dinlere inanan bu Türklerin de tabii şekilde İslam’ı benimseyeceklerini düşünür. Başka bir ifadeyle din ayrılıklarının Türk birliği idealine ulaşma yolunda bir engel oluşturmayacağına inanır. Öte yandan, Müslüman Türkler arasındaki mezhep ihtilaflarının da (Sünni-Şii) tarihte kaldığını ve günümüz Türk toplumunda söz konusu ihtilaflara yer olmadığını belirtir:
“Bunların hepsi Müslüman Türk’tür ve Müslümanlığı anlayıştaki içtihat farkları, artık Türkler arasında ikilik doğuramaz.”
Atsız, bilim adamlarının da tespitlerini kanıt göstererek dinin ruhi bir ihtiyaç olduğunu ileri sürer. İnsanlığın ilkel dönemlerinden beri, varlığı bir gerçek olan din uğruna, tarih boyunca birçok korkunç savaş yapıldığını ve kırgın yaşandığını söyler. Ancak “Medeni dünyada din, fertlerin vicdanına sığınmış bir kanaat olarak saygıdeğer bir yer kazanmıştır.” Artık medeni insanlar arasında din tartışması yapılmamaktadır. Medeni insan, başkalarının inancına saygı göstermekte, kimseyi propaganda ile kendi dinine çağırmamaktadır. Dinler hakkında seviyesiz polemik yazıları değil, ancak bilginlerin etütleri yayınlanmaktadır.
Atsız, Cumhuriyet Dönemi’nde siyasi iktidarların dinle ilgili politikalarını da çeşitli bakımlardan eleştirir. Kuruluş Dönemi’nde “Artık görevi ve faydası kalmamış, Arapçı ve Arapcacı softa takımı tasfiye olunurken, milletin manevî ihtiyacı düşünülerek” modern çağın şartlarına uygun din adamları yetiştirecek, nitelikli bir din okulunun açılmamasını, hatalı bulur:
“..........Milletin manevi ihtiyacı düşünülerek asrî din adamları yetiştirecek özlü bir din okulu açılsaydı, bugün il ve ilçe merkezleri, doktor pâyesine erişmiş din adamlarıyla dolar, bunlar köyleri de kontrol ederek yobazlığa engel olur ve İstanbul gibi şehirde çatalı ve radyoyu haram eden beyinsizler halka vaaz edemezdi.”
Atsız’a göre “...... sosyal bir müessese olan din, hayatla birlikte yürür. Onu donduran, hayatın icaplarına uydurmayarak toplumu geri bırakan yobazlardır.” Tarihte ilim ve akla önem veren mezhep (örneğin Mutezile) ve fırkalar da çıkmış ancak yaşama imkânı verilmediği için bunlar yok olup gitmiştir. Öte taraftan da Sünnilik ve Şiilik mücadeleleri içerisinde Türk milletinin enerjisi heba olmuştur. Dinin ayrıntıları üzerinde yüzlerce yıldan beri yapılan tartışmalara rağmen, Müslümanlar fikir ve kanaat birliğine varamamıştır. Atsız, bu durumda tutulacak yolu, açıkça ortaya koyar:
“O hâlde bunun tek çaresi, dini şahısların vicdanına bırakarak teferruatla uğraşmamak, birbirinin inanç ve tefsirine, anlayışına karışmamaktır.”
Atsız, dinin siyasi bir enstrüman gibi kullanılmasını da şiddetle reddeder. Bu tepkisinin kaynağı, hem onun din anlayışı hem de sahip olduğu Türkçülük inancıdır. Çünkü o, Türkçü kimliğiyle her türlü enternasyonalist/evrenselci anlayışa karşıdır. Bu yüzden, siyasi ümmetçilik fikrini de kabul etmemesi, onun inanç ve düşünce mantığı içerisinde anlaşılabilir bir tutumdur. Atsız, siyasi ümmetçilik fikrine sadece kendi anlayışına ters olduğu için değil, aynı zamanda günümüzde gerçekleşme şansı bulunmayan bir hayal olduğundan karşı çıkar:
İslam birliği ve kardeşliği kuruntudur. Dinin baş unsur olduğu çağlarda bile gerçekleşmemişti. Bundan sonra, (Araplarla) araya bu kadar ihanet ve düşmanlık girdikten sonra, asla gerçekleşmeyecektir. Gerçekleşecek olan birlik İslâm Birliği değil, Adalar Denizi’nden Altaylar’ın ötesine kadar Türk Birliği olacaktır.”
Görüldüğü gibi Atsız, Türkçülüğe dayanan Turan idealinden başka, her türlü enternasyonalist/evrenselci anlayışı reddetmektedir. Aynı bakış açısıyla o, “komünizm, siyonizm, masonluk” fikir ve hareketlerini de Türk milleti için zararlı bulur:
“Moskof, bizim soy düşmanımız olduğuna göre, Moskof emperyalizmi olan komünizm de en tehlikeli düşmanımızdır.........
Masonluğu da düşman sayıyoruz. Masonluk, kökü dışarıda olan gizli bir cemiyettir ve milliyetçilikle bağdaşamayanların başvurduğu Türkçülük düşmanı bir teşekküldür..........
Siyonizm, Yahudi soyunun rahatını ve mutluluğunu, dünya milletlerinin huzursuzluğunda arayan teşkilatlı ve insanlık düşmanı bir fikirdir......
Komünizm, siyonizm ve masonluk, Türkiye’de bir sacayak şeklinde Türk düşmanlığı yapmaktadır.”
Atsız, yazılarında, bir taraftan milletin oluşmasında din unsurunun önemini ve dinin bir millet için ihtiyaç olduğunu sık sık vurgular ve Türk milletinin hemen hemen tamamının İslam dinine mensup bulunduğunu ifade ederken, diğer taraftan da zaman zaman Müslümanların geleneksel kabullerine aykırı görüşler ileri sürer. Onun çelişkili gibi görünen bu tavrının arkasında da yine Türkçü/milliyetçi anlayışının bulunduğu anlaşılmaktadır:
“Milliyetçilik büyük ve asil bir inançtır. Bir fedakârlık duygusudur. Hiçbir karşılık beklemeden kendini yok etmek düşüncesidir. Bu bakımdan dinden de üstündür. Dindar, yarınki bir âlemin cennetine ve nimetlerine kavuşmak için kendisini feda eder. Bu fedakârlık, hiçbir şey ummadan kendisini yokluğun karanlıklarına atan bir milliyetçinin fedakârlığı ile asla ölçülmez. Böyle bir ölüm, çirkin bir hayattan daha çok insana yakışır. Hayatı bu şekilde insanî anlamı ile telkin etmek milliyetçilik felsefesinin baş ilkesidir.”
“Ülkü, o ülkü ile tutuşmuş millet fertlerini heyecan içinde yaşatan kutlu ve tatlı düşüncedir ..... Ülkü, çelik yürekler, demir bilekler, sarsılmaz iradeler, yüksek ahlâklar ister. Ülkü bir dindir; kahramanlar ve şehitler ister.”