Ulu Türkçü Hüseyin Nihal ATSIZ’ı Anarken

10 Aralık 2018 14:08 Av.Hakan DOĞRU
Okunma
1562

Ulu Türkçü Hüseyin Nihal ATSIZ’ı Anarken

“Vaktiyle bir Atsız varmış” derlerse ne hoş,
Anılmakla hangi bir ruh olmaz ki sarhoş?
Haydi artık dinsin bütün ıstırapların,
Ufuklardan şanlı bir gün doğacak yarın.
Güzellikle sıcaklıkla ve ihtişamla…
Kumandasız hazır olup onu selamla!
Gönlündeki yaraların kanını dindir…
Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir!
                                                               Hüseyin Nihal Atsız

Av. Hakan DOĞRU
MHP MYK Üyesi

12 Ocak 1905 tarihinde, Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey ile Fatma Zehra Hanım’ın evladı olarak İstanbul’da dünyaya gelen Hüseyin Nihal Atsız, baba tarafından Gümüşhane ilinin Torul kazasına, anne tarafından ise Trabzon’a bağlıdır. Atsız’ın ailesi Gümüşhane’nin Torul kazasının Midi köyünde Çiftçioğulları adıyla bilinmektedir.
Atsız, daha 7-8 yaşlarındayken babasının görevli olarak bulunduğu Süveyş sokaklarında İtalyan çocuklarla kavgalara tutuşmuş, Fransız İlkokulunda Rum çocuklar kendisine düşmanca tutumlarla yaklaşmışlardır. Her geçen gün, içindeki Türklük sevdası artmış ve Atsız’ın düşünce dünyasındaki arayışı, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’ı bulmasıyla sona ermiştir. Aradığını bulan Atsız, artık Türkçülüğün önemli bir savunucusu olma yolunda ilk adımı atmıştır. Atsız’ın yaşadığı dönem, İtalyan faşizmine sempati duyulan, Alman Nazizmine övgüler yazılan, Rus komünizmine göz kırpılan bir dönemdir. En küçük bir farklılığın insanları ayırmaya yeteceği ve çok uç düşüncelerin yaşandığı bir ortamda Atsız, Türk ulusunun ancak özüne dönmeyi başarabilirse dirliğe erebileceğini düşünmüştür.

Hüseyin Nihal Atsız, bütün otoritelerin kabul ettiği üzere son derece iyi bir şair, romancı ve tarihçidir. Ayrıca üslubu, yazı dili itibarıyla geniş kitlelere kolay ulaşabilen, anlaşılabilen ve gönüllere taht kurmakta mahir bir kimsedir. Mücadeleci, savaşçı kişiliği ile tavizsiz bağlı bulunduğu Türkçülük fikrini yayma konusundaki azmi sayesinde yaşadığı devrin önemli bir kısmında zorluklarla karşılaşmış fakat yılmayarak davasını Türk milletinin geniş kesimlerine yaymayı başarmıştır. Ve dahi, vefatından sonra bile fikirleri, kitapları, eserleri vasıtasıyla ektiği tohumlar yeni doğan Türk nesillerinin gönüllerinde filizlenmeye devam etmiş olan Atsız, sonsuzluğa varışından sonra da yeni Türkçülerin yetişmesine katkıda bulunmuştur. Son nefesine kadar Türkçülüğü en kutlu bir ideal olarak görüp yaşayan, yaşatan büyük bir fikir ve dava adamıdır Hüseyin Nihal Atsız.

Atsız, Türk ülküsüne öylesine bağlıydı ki ona karşı âdeta gönüllü bir tutsaktı; çileye, yalnızlığa, yarı yolda bırakılmalara, arkadan hançerlenmelere, dünyevi tüm nimetlerden mahrum kalmaya, her türlü güçlükle verilecek amansız mücadelelere ve her şeye rağmen bir ömrü bu uğurda feda etmeye gönülden sevdalı bir tutsak. O, düşünceleri ve âdeta bir pusat gibi kullandığı kalemi ile son nefesine kadar çetin mücadeleler vermiş bir savaşçıdır. Çoğu zaman tek başına yürüttüğü eşsiz mücadelesinde satır aralarında yalnızlıktan dem vurduğu görülmüştür. Esasen bu yalnızlık, ülkenin içinde bulunduğu ahvale karşı ve dahası esir Türk yurtlarının yalnızlığı, kimsesizliği, ızdırabına karşı hissedilen derin üzüntünün yansımasıdır. Binlerce yıllık şerefli Türk tarihinin omuzlarına, beynine ve yüreğine yüklediği ağır sorumluluğu taşırcasına yaşıyordu her anını. Türk’ün yalnızlığı, kimsesizliği, çaresizliği ve bir yandan da ülküsüzlüğü, benliğinden uzaklaşması tahammül edilebilecek gibi değildi onun için. Türkistan coğrafyası topyekûn hür ve bağımsız olmadıkça, dünyanın herhangi bir yerinde acı çeken, esaret altında bulunan son Türk’ün de ıstırabı sona ermedikçe, yeniden büyük Türk birliği kurulmadıkça dinmeyecek bir sızıydı Atsız’ın yaşadığı. Ve o kutlu gün gelene kadar yapılanlar, yapılacaklar için övünmek ne büyük bir talihsizlikti, zira ne övünmek ne dövünmek zamanı değildi; ercesine mücadele etmek ve Türk’ün kaçınılmaz kaderi olduğu üzere muzafferiyete ulaşmaktı aslolan. Ona göre işte o gün dinecekti tüm ıstıraplar ve sona erecekti bütün yalnızlıklar.

İsmet Tümtürk’ün değerlendirmesiyle bu durum şöyle aktarılmıştır: “Türk’ü Türk yapan bütün mukaddesat tahrip ediliyordu. Bütün bunlar karşısında, içeride ve dışarıda, büyük kitleler şuursuz ve iradesiz görünüyordu. Atsız bütün ömrü boyunca bunları görmenin ve bilmenin ve elinde bunları değiştirecek bir kudret olmadığını hissetmenin ızdırabı içinde yaşadı. Bu büyük ızdırabın doğurduğu tepkiler Atsız’ı kâh hırçın ve isyankâr, kâh münzevi ve insanlardan kaçar, kâh yaslı ve bedbin gösterdi.”(Türk Ülküsü, İstanbul,1956, s. 6-7)

Büyük ülküler, büyük şahsiyetler yetiştirir ve büyük ülküler, o şahsiyetlerin omuzlarında daha da yükselir. Türkçülük büyük bir ülküdür. Yüce Türk milletinin öz ülküsüdür. Son yüzyılda, onun bağrından büyük şahsiyetler çıkmıştır. Bu şahsiyetler arasında, Atsız'ın özel ve seçkin bir yeri vardır. Bu sebepledir ki, Atsız'ın adı, yaşadığı zamanlarda olduğu gibi Türklüğün ve Türkçülüğün binlerce yıllık geleceğinde de bir yıldız gibi parlayacaktır. En yalın hâliyle Türkçülük, Türk milletinin dünyada layık olduğu yere gelmesini, bağımsız ve hür bir hayat yaşamasını amaçlayan ülkünün adıdır.

Atsız, karşılıksız ve tarifsiz bir sevgiyle bağlıydı Türklüğe ve Türk ülküsüne. Hemen herkesin fâni dünyanın nimetlerinden pay kapma mücadelesine giriştiği,  şahsi gelecek hayalleri kurduğu bir âlemde, bütün yaşayışını ve hayallerini Türklüğe ve Türk milletinin topyekûn mutluluğuna adamıştı. Bireysel bir kaygı gütmedi hiçbir zaman ve bu sebeple de boyun eğmedi düşüncelerini tehlikeli gören hiçbir otoriteye, zulme ve ötekileştirilmeye. O, hiçbir zaman politik davranmamış, fikirlerini şu veya bu nedenle en tavizsiz hâliyle ifade etmekten geri durmamış, ülküsü uğruna maruz kaldığı haksızlıklara rağmen azim ve kararlılığından vazgeçmemiştir. Zira ona göre “Türk, bir vazife için yaratılmıştır, o vazife kâinat güzelleştiği zaman biter.”di ve son nefesine kadar da bu vazife üzere amansız bir mücadele vermiştir.

Zaman zaman kendisine asılsız yakıştırmalar yapılmış ve her defasında en sert şekilde bu yakıştırmalara cevap vererek, engin bilgisiyle muhatabını mahcup ve mağlup etmeyi başarmıştır. Örneğin kendisine yöneltilen ithama cevaben : “Hakkımda türlü türlü sözler söyleyen insanlara ve hakiki fikrimi soranlara şunu söylemek isterim ki ben ne faşistim ne demokratım. Ben, yabancı kaynaklı hiçbir fikri benimsemeye tenezzül etmeyecek kadar millî şuur ve gurura malik bir Türk’üm. Siyasi, içtimai mezhebim Türkçülüktür." diyerek inancını haykırmış ve gençliğine ait bir fotoğrafındaki saçlarını tarayış biçiminden dolayı Adolf Hitler’e özendiği iddiasında bulunan kimselere yanıt olarak şunları yazmıştır:

"...Hamit Şevket bunları biliyor mu? Bilmiyorsa benim Hitlerizme tabi bir adam olduğuma nereden hükmeder? Saçlarım benzermiş... Bu ahmakça iddia yıllardan beri birçok budalalar tarafından aleyhimde delil gibi kullanıldı. Hatta evimde Hitler'in resminin asılı olduğu bile söylendi. Ben, dışarıdan gelmiş hiçbir fikri kabul etmeğe tenezzül etmeyecek kadar millî gurur ve şuura sahip olduğumu, içtimai mezhebimin Türkçülük olduğunu vaktiyle yazarak ilan ettim. Daha ne yapabilirim? Saçım Hitleri’nkine benziyormuş diye beni Hitlerci sanacak kadar budalalık gösteren binlerce, belki on binlerce zavallıya ayrı ayrı mektup yazamam ya... Hamit Şevket asla unutmasın ki bu vatana bağlılıkta kendisini benimle bir tutamaz. Çünkü ondan fazla olarak ben bu toprağa ecdadımın kanı ve hatırasıyla bağlıyım."
Yine bir yazısında gururla ve tereddütsüz bir şekilde tek yerli ve millî fikir akımının Türkçülük olduğunu şu ifadeleriyle ortaya koymuştur;
“Türkiye’de fikir akımları arasında yerli ve millî olan tek fikir Türkçülüktür. Faydalı veya zararlı olsun, ötekilerin hepsi dışardan gelmiştir: Komünizm bize, Rusya’dan aktarılmış ve bir vatan ihaneti hâlini almıştır. Milletlerarası Yahudi aleti olan masonluk, Balkanlar yolu ile Türkiye’ye girmiştir. Bugün itibarda olan demokrasinin vatanı İngiltere, sonra Fransa’dır. Epey taraftarı bulunan iktisadi liberalizm ve devletçilik de yabancı köklüdür. Bir zamanlar gazetelerde ve Meclis içinde taraftarları görülen faşizm, İtalya ve Almanya’da doğmuştur.
Türk köklü tek fikir, tek ülkü yalnız Türkçülüktür. Bu bakımdan da millî şuurumuzun gelişmesi nispetinde büyüyecek, güçlenecek ve atılışlar yapacaktır.” (Nihal ATSIZ, Orkun, 13 Ekim 1950)
Bütün yaşamı boyunca, büyük Türk kahramanı Kürşad ile Tanrı Dağı’nda buluşacağı günün özlemiyle yaşayan Atsız, ona ulaşacağı yolda Türklüğünden ödün vermeden yaşamış büyük bir ülkü eridir.

Atsız’a göre Türkçülük Ne Demektir, Türkçü Kime Denilirdi ?

“Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Kelimenin sonundaki ek, yerine göre mensupluk, sevgi, taraftarlık gösteren bir ektir. Türkçülük de Türk sevgisi ve taraftarlığı demek olduğuna göre, kelime, yerinde kullanılmıştır. Başka milletlerin Türk taraftarlığı ve Türk sevgisi bu kelime ile ifade olunamaz. Zaten başka milletlerin Türk’ü sevmesi de gerçekten bir sevgiye değil, geçici bir nezakete, çıkara, siyasi zaruretlere işarettir. Türk’ü, gerçek olarak, Türk’ten başkası sevmez.
Türkçülük bir ülküdür. Ülküler, milletlerin manevi gıdasıdır. Ülküsüz milletlerin en talihlisi dahi silik ve sönük kalmaya mahkûmdur. Eğer bu millet talihli de değilse, onun sonucu yenilmek, ezilmek, hatta yok olmaktır.
Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Milletler, ölebildikleri kadar yaşama hakkına sahiptirler.
Türkçülük, büyük Türkeli’nde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hâkimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.
Bu ülkü, geçmişte, birkaç kere gerçekleşmişti. Büyük Türkçülük ülküsü ve inancı ile yetişen gençlik sayesinde yarın yeniden gerçek olacaktır.
Türkçülük, dün bir kaynaktı; bugün çaydır. Yarın coşkun bir ırmak olacak ve önünde yabancı duygu ve düşüncelerden gelen bütün engeller yıkılacaktır.
Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen Türkçü olamayacağı gibi her Türkçüyüm diyen de Türkçü olamaz.
Her Türkçü, bulunduğu yerin görevini inançla yaparsa, Türkçülük ülküsü sağlamlaşır. Türklük güçlenir. Türkçülerin ilk işi, görevlerini, arınmış gönül ve inanmış yürek ile yapmaktır.” (Nihal ATSIZ, Orkun, 10. sayı, 1 Ekim 1943)
Atsız, pek tabii ki aynı zamanda Turancıdır da. Nitekim inancımız odur ki Türkçülük ile Turancılık âdeta ruh ile beden, et ile tırnak gibi birbirinden ayrı düşünülemeyecek gerçeklerdir, Türk’ün gerçekleridir. Atsız, 1944 Türkçülük Turancılık Davası’nda yaptığı savunmada Türkçülük ile Turancılığın birbirinin doğal sonucu olduğunu ifade ederken aynen “Bir gözcü nasıl yalnız sağ gözü tedavi ile iktifa edemezse, bir Türkçü de öylece yalnız Türkiye Türklerini düşünmekle kalamaz. Nitekim hükûmet de dış Türklerle ilgisini kesmemiş, ilk uygun fırsatta Antakya Sancağı’nı ilhak etmiştir. Halep ve Musul da Millî Misaka dâhildir. Antakya’yı istemekle ırkımızın beşiği olan ülkeleri istemek arasında mahiyet farkı yoktur. Kimseden haksız bir şey talep etmiyoruz. Atalarımızdan kalan mirasın, mefahirimizin gömülü olduğu toprakların bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Oraları unutmamak istiyoruz. Ben bunları şahsım için istemiyorum. Oralarda çiftlik yahut apartman yapacak değilim. Milletim için düşündüğüm haklardan dolayı da kimse bana “vatan haini” diyemez. Bu çirkef iftirayı iadeye tenezzül etmiyorum. Kimin hain, kimin vatanperver olduğunu tarih tayin edecektir. Hattâ etmiştir bile.” sözlerini sarf etmiştir.

Atsız’ın Turancılık Anlayışı
“Turancılık, Türkiye’de 60 yıldan beri tartışılan bir konudur. Zaman zaman, Türklerle akraba milletleri de içine alan bir sistem hâlinde düşünülmekle beraber bugün “Turancılık” deyince Türkiye’de anlaşılan şey, tarihî mirasları da dâhil olduğu hâlde bütün Türkleri tek devlet hâlinde birleştirmek ülküsüdür ve her ülkü gibi nesillere bakan, kan ve can vergisi isteyen, gönüllere heyecan katan bir inançtır.
Tarihi, savaşları ve fütuhatı dolayısıyla hemen bütün dünyaya antipatik gelen Türk milletinin yeniden birleşerek şahlanması birçok milleti korkuttuğu için, bu şahlanış sonunda bazı devletler ortadan kalkacağı veya küçüleceği için, hatta dünya çapındaki büyük ticaret ortaklıklarının çıkarları baltalanacağı için Turancılık ülküsü büyük direnişle karşılanmakta, bu direnişin propagandası ve fikriyatı yapılmakta, bu propaganda Türkiye için de tesirli olmaktadır.
Turancılık ülküsüne karşı Türkiye’deki muhalefet ya bunun Türkiye’yi büyük tehlikelere atacak bir macera sayılmasından yahut Türkiye dışındaki Türklerin de en az bizim kadar (bir bakıma bizden çok) Türk olduklarının bilinmeyişinden yahut da bugünkü sınırlarımız içinde 4000 yıldan beri üst üste yığılan etnik zümreleri ve kültürleri karıştırıp bunlardan şimdiki dili Türkçe olan bir “halk”ın peydahlandığını kabul etmekten doğmaktadır.
Moskof uşağı oldukları için Turancılığın Rusya’yı devirmesinden korkanların muhalefetini kale almıyorum.
Önce, Turancılık bir macera mıdır, onu ele alalım:
Her maceracılık bir hata olmadığı gibi her ihtiyat da tedbirli bir davranış değildir. İnsanlığın tarihi siyaset, askerlik ve ilim alanındaki maceralarla doludur. Kristof Kolomb’un batıya giderek Hindistan’a varmak istemesi bir macera idi. Bir sal ile Atlantik’i geçmek de öyledir. Kendi yakın tarihimize bakarsak Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması da bir maceradır. Birçoklarının buna katılmayışı yurtsever olmayışlarından değil, başarı ihtimali görmemelerindendi. Fakat o, iyi hesap yapmasını bildiği için, başkalarının Türkiye’yi batıracak bir macera diye muhalefet ettikleri teşebbüsünü parlak bir şekilde bitirdi.
Daha eski tarihimizde Babur’un 10.000 kişiyle Hindistan’a dalması, Yavuz’un 30.000 kişiyle çölü geçerek Mısır’a girmesi birer macera değil miydi? Evet, Napolyon ve Hitler’in Moskova seferleri de macera idi ama onlar başarısızlıkla bitti diye berikilerin değeri azalır mı?
Yahudilerin artık Arap vatanı olmuş topraklarda İsrail Devleti’ni kurması şaşırtıcı bir macera değil midir?
Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur. Tehlike fertler için de milletler için de topraklar için de vardır. Korkunç bir deprem birkaç saatte Anadolu’yu suların altına gömebilir. Dünyaya yakın geçen bir kuyruklu yıldızın boğucu gazları birkaç milleti birden yok edebilir. Dünyayı yörüngesinden çıkaracak büyüklükte bir göktaşı küremize çarparak dünyanın kıyametini koparabilir. Birkaç millet birleşerek bir gece Türkiye’nin üzerine 500 hidrojen bombası fırlattıktan sonra özel giyimle askerlerini yurdumuza sokabilir.
Bütün bu ihtimaller var diye uyuşuk uyuşuk oturup yalnız fabrika kurmak, futbol maçlarını seyrederek bağırmak, defile ve güzellik müsabakaları yapmak, üniversitelerde birtakım bayağıların eserlerini tahlil etmekle mi vakit geçireceğiz? Bunlarla millet yaşamaz. Millet bir hayvan sürüsü değildir. Millet, millî bir hedef ister. Ancak o hedefi gördüğü zaman sürü olmaktan çıkıp insanlaşır, bencil olmaktan kurtulup fedakârlaşır. 
Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır. Eskiden nasıl bir idiysek yine birleşeceğiz diye kendisini bir ülküye adamaktan daha kutlu ne olabilir? Bütün Türkleri birleştirmek hakkımız ve görevimizdir. Bizden zorla koparılanı geri almak adaleti yerine getirmektir. Turancılık bir büyüklük düşüncesidir. Büyüklük düşüncesi asil bir düşüncedir.
Turancılığı, bütün Türkleri yalnız kültür alanında birleştirmek diye anlamak boş ve yanlıştır. Sosyal bir kanundur ki kültür birliği ancak siyasi birlik sonunda doğar. Türk’e düşman milletlerin hâkimiyetindeki Türkleri kültürde birleştirmeye imkân var mı? Yabancı millet buna izin verir mi? Sovyetler Birliği’nde alfabesi ayrılmış, yerli lehçesi edebî dil hâline getirilmiş Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar ve Başkurt’u hangi kuvvetle, hangi metotla tek kültür içinde bizimle birleştirebilirsin? O kadar gücün varsa zaten ordularını yürütüp o ülkeleri kurtarmak elinde demektir. Ondan sonra kültür birliği için kurultayını toplar, aksi hâlde kültür birliğini hiçbir zaman kuramazsın.
Bugün Türkler arasındaki kültür birliği ancak gönül birliği, tek millet olmak şuuru, biraz da dil birliği hâlinde yaşamaktadır. Fakat bu gidişle 50 yıl sonra diller ayrılacaktır. O zaman ne olacak? Onlar artık başka millet oldu diyerek miskin bir tevekkülle bu oldubittiyi kabul mü edeceğiz, yoksa eski yurtları ve soyumuzun koparılmış parçalarını kurtarmak için, savaş da dâhil, her şeyi göze mi alacağız? Elbette göze alacağız. Şüphesiz zamanı kollamak, hesapları iyi yapmak şartı ile…
Siyasi sınırlar dışındaki Türklerle uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs’a neden saldırdı? Hatta Amerikan donanması engel olmasaydı Kıbrıs’a neden çıkılacaktı? Batı Trakya Türkleriyle, Kerkük Türkleriyle, neden bu kadar ilgileniliyor? Dün “Hatay”dı. Bugün “Kıbrıs”, yarın “Batı Trakya” ve “Kerkük”, öbür gün “Azerbaycan” ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın.
Turancılığa muhalefetin bir türlüsü de Türkiye dışındaki Türklerden habersiz olmanın sonucudur. Daha pek yakında bir bilgin kişinin, bir toplantıda gençlerden birine “Hunlar da mı Türk?” diye sorduğunu anlattılar. Hunların Türk, hatta kısmen Oğuzların ataları olduğunu bilmeden yaşayan bilgine ne denir? Meğer o, millî tarihi Malazgirt Zaferi’yle başlıyor sanırmış. Hayırlı uykular deyip geçelim…
Bir de Türk soyundan gelmemenin verdiği gayrımillî şuurla Anadolu’yu bir bardak, içindeki milleti bir kokteyl, Türkleri de bu kokteyle en son katılan içki saymak gibi hezeyan var ki taraftarları birtakım ruh hastalarından ibarettir.
Tarihimizi Malazgirt’le veya İznik şehrinin alınmasıyla başlatanlara sormalı: İznik’i başkent yapanlar veya Malazgirt Savaşı’nı kazananlar daha önce ne idiler? Nerede idiler? On birinci yüzyıl tarihin ışıldakları altındaki bir asırdır. O adamların nerede ve ne olduklarını gözler önüne derhâl serer. Böylece de Türk devletleri denen nesnenin birbirini kovalayan Türk hanedanları olduğu, aslında bir tek devlet olup fetret zamanlarında ikiye üçe bölündüğü ve bunun Tanrıkut’a kadar gerilere doğru uzandığı ortaya çıkar.
Turancılık ülküsü gibi milleti hızlandırıcı, ahlaka ve erdeme dayalı kutlu bir ülküyü yermek için ya damarlarındaki kanı yabancı hissetmek, ya komünist yani vatan haini yahut da millî tarihi Malazgirt’ten başlatacak kadar cahil ve budala olmak lazımdır.” (Nihal ATSIZ, Ötüken, 30 Nisan 1973, Sayı: 6)
Türkçülük idealinin geniş kitlelere yayılmasında, Türk gençlerinin şuurlanmasında, Türklük bilincinin gönüllere ve akıllara kazınmasında, İslam öncesi Türk tarihine dair engin bilgiler edinilmesinde ve daha fazlasını da öğrenmek için araştırmalara teşvik edilmesinde Atsız’ın çok önemli bir rolü vardır.  Hüseyin Nihal Atsız’ın öylesine etkileyici bir dili ve üslubu vardı ki, onun tarihî romanlarını okuyan her Türk genci kaçınılmaz olarak binlerce yıl öncesi bir zamanda bulurdu kendini. Okurlar romanların içinde kaybolup, aslında bir anlamda kendilerini bulup; Bögü Alp, Kurt Kaya, Urungu, bir gün Kür Şad, bir gün Çin’e akına çıkan gözü pek birer çeri olurlardı. Böylece binlerce yıl öncesinde yaşayan atalarının ne denli gözü pek, mert, adil, ahlaklı, erdemli insanlar olduklarını görmüşler, kendilerini onlarla özdeşleştirmişler, genlerinde mevcut hasletlerini bileyerek ortaya çıkarmışlardır. Aynı zamanda okuyanlarda sanki Atsız, o binlerce yıl öncesinde geçen romanlarda anlatılan olayların içinde bizzat bulunmuş, o anları yaşamış bir kimseymiş ve çağlar atlayıp günümüze gelmiş hissi uyandırırdı, öyle ya başka türlü bu kadar ikna edici, yürekten, samimi ve sürükleyici olarak anlatması mümkün değildi.
Hüseyin Nihal Atsız, 70 yaşındayken, 11 Aralık 1975 tarihinde uçmağa varmıştır. Ve son nefesini verdiğini ana kadar aynı heyecan ve kararlılıkla Türkçülük, Türk ülküsü, Turancılık davasının mücadelesini sürdürmüştür.
Ercesine ve Türklük davasıyla yaşanan bir hayatın sonunda Atsız’ın bu dünyadan gidişi de yine ercesine olmuştur. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Atsız Tanrı Dağı’nda isimli şiirinin dizelerinde çok da güzel özetlendiği üzere, bu dünyadan gidişi geride kalanlar için hiç de kolay olmamıştır;

Burada baş sağlığı, orada gözler aydın;
İki ayrı dünyada iki ayrı tören var.
Tanrı katından gelen bir yüce buyruk üzre,
Aramızdan ansızın çadırını deren var.
Orada ecdat ruha şadümanlık içinde
Burada tamu içre gönüllerde boran var.
Eksilmiş bir yanımız; çarpılmış gibiyiz hep
Tanrı korusun, sanki Bozkurtluğa kıran var.
Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne?
Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var.
Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt
Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var.
O gün Tanrı Dağı’nda tan ağardığı çağda,
Dediler Oğuz Han’ın otağına giren var.
Ve Tanrı-Kut Mete’nin huzurunda Atsız’ı
Kür Şad’la Kül Tigin’le diz vururken gören var.
Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet
Tanrı zeval vermesin devlet, din ve Kur’an var.
Dayanılmaz olsa da Atsız’lığın acısı
Ulu Tanrı’ya şükür yine toy var, Turan var.

Atsız ''Yalnızlık, Türkçülerin ortak kaderidir. Bazen seni en yakının olan sevdiğin, eşin, çocukların, dostların da anlamayabilir.'' diyordu fakat aslında hiç de yalnız olmadığını, uçmağa vardığında Türkiye’de ve Türkistan coğrafyasında milyonlarca seveninin yaslandığını, vefatının üzerinden geçen bunca zamana rağmen ve hatta kendisini hiç göremeden seven milyonlarca genç Türkçünün “Vaktiyle bir Atsız varmış, var olsun.” demeye devam ettiğini büyük Türk tarihi kaydetmektedir.
Bizlerin fikir dünyamızın oluşmasında müstesna bir yerin sahibi olan Hüseyin Nihal Atsız’ı biz de “Vaktiyle bir Atsız varmış, var olsun.” diyerek saygıyla anıyoruz!