KAFES’E GİRMEK

21 Kasım 2015 11:59 Turgay BOSTAN*
Okunma
2149
KAFESE GİRMEK

 
   
Kafes, o günlerin Ülkücüsü için bir trajedinin adı…
Diğerleri içinse bir drama…
Trajedi dedim, çünkü o yılların Ülkücüsü filmdeki birçok sahnenin, planın, hatta karelerin tazeliğini hâlâ hafızalarında koruyor. Özellikle hapishane sahneleri bugünün sinemaseverlerine fazla abartılı gelebilir. Ama o yıllarda yaşanan acılar, işkenceler, psikolojik yıkımların yarattığı travmaları tarif etmek; bugününün tatlı su sinema eleştirmenleri için hayli güçtür.
Sinema dediğimiz olgu nihayetinde görüntü, ses, müzik ve efektlerden oluşur. Sinema 3-5-7 boyutlu ya da kaç boyutlu olursa olsun “ruh” boyutu ancak yaşayan için gerçek bir anlam taşır.
Kafes’in “ruh” u diğer seyirciler için sıradan bir drama gibi görünse de o günlerin Ülkücüsü için bir turnusol kâğıdı niteliğinde. Peki, Kafes bunu seyircisine yansıtabilmiş mi? Evet gayet başarılı bir biçimde yansıtmış. Askerin, polisin işkence yaparken kullandıkları yöntem ve replikler muhataplarının hâlâ kulaklarında çınladığına eminim.
12 Eylül’de Ülkücülere, hapishanelerde çok ağır fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalmıştır. Bunu yapan ise uğruna can vermeye hazır oldukları “vatan”ın asker ve polisiydi. Kendini kentleşmiş zanneden bir kısım sıkıyönetim subay taifesi, solculara göre daha köylü ve taşralı gördükleri Ülkücüleri aşağılamış, onlara “pislik” muamelesi yapmıştı. Ülkücülerde travma yaratan ise fiziksel şiddetten ziyade gördükleri bu muameleydi. Çünkü yaşadıkları bu psikolojik aşağılanma onlarda hayal kırıklığı yaratmıştı.
Meselenin bu sosyokültürel boyutu bugüne kadar toplumda açık açık tartışılmasa da bu gerçek travmanın en önemli boyutudur. Çünkü o dönemde “Ülkücü Hareket” henüz 10-12 yıllık bir hareketti. Subay kadrosu içinde hiç sempatizanı yoktu. Devrin tanıkları da çok iyi bilir ki bu subay taifesinin kahir ekseriyeti “sol”a meyilliydi. Bu da Ülkücülerin aleyhine bir durumdu. Mitinglerde ordu marşlarıyla coşan bu gençlik, hapishanede onun subayı tarafından “pislik” muamelesi görünce elbette travma yaşayacaktı. “Faşist ordu” diyerek yürüyenler de daha iyi muamele görmesi ise bu travma ikiye katlanacaktı.
Buraya kadar anlattıklarım, dönemin belli bir kesitinin profilini ortaya koymaktadır. Şimdi tekrar Kafes’e girip, Kafes’in içinden filme bakarsak, ilk eleştiri olarak filmin prodüksiyonun yeterli düzeyde olmadığını söyleyebiliriz. Bu da gayet normal… Çünkü alışılmadık bir konu… Ticari açıdan başarı getirebilmesi bir muamma… Üstelik sektörde yeni bir ses yeni bir soluk yeni bir hikâye… “Mala” ortak olmak isteyen yeni girişim. Film tutarsa gerisi gelir. Gerisi gelirse bazı efsaneler çöker. Solun yarattığı pos bıyıklı Amerikan parkalı, kotlu ve botlu “devrimci genç” mitine rakip gelir; bol paça pantolonlu, buruşuk gömlekli, sarkık bıyıklı “Ülkücü abi”…
Bu alanda tek ses olan sol kesimin bu rekabetten hoşlanmayacağı, burun kıvıracağı, hatta filmi aşağılayan cümleler kuracağı kuşkusuz. Çünkü onlara göre taşralılıktan kurtulamamış, sanat ve kültürden uzak bir kesim zaten böyle bir şeyi beceremez. Yıllarca yazdıkları onca roman, çektikleri onca film, söyledikleri şiire rağmen bir türlü halka tam olarak inemediler.
Kendi geçmişini küçümseyen hiçbir edebiyat ve sanat özgün olamaz. Özgün edebiyat ve sanat, sentez ister. Gayrısı taklitten ibarettir. İşte bu ideolojik taklitçilik yüzünden solun yarattığı mitolojik kahramanlar hatta Tanrı Zeuslar halkta karşılığını bulamadı. Bunca zorlamaya rağmen geniş halk kitleleri “Deniz Geçmiş” destanını dinleyip filmini izleyip mezarına gitmedi; çiçek koyup gözyaşı dökmedi. Roman, hikâye ve sinemada inandırıcılık çok önemlidir. İnandırıcılık ortaya iyi konulduğunda en fantastik kurgular bile seyircide hemen karşılığını bulur. Hollywood sineması bu fantastik kurgulu filmlerle doludur. İnandırıcılık faktörü esas alındığında sanatın, edebiyatın ve sinemanın solun tekelinde olması Türk milleti için büyük bir kayıptır ama bu onların suçu değildir. Bu sanatı, edebiyatı ve sinemayı uğraşmaya değer bir öge olarak görmeyip sadece para kazanmayı ve zengin olmayı amaç edinen Türk sağının kabahatidir. Türk sağı bu alanda boy göstermeye hevesli olmayınca, Türk solu da kendi destanını yazdı. Ama ne yazık ki bu da “Körler sağırlar birbirini ağırlar.”dan başka bir anlam yüklenemedi.  
Bu yüzden sol çevrelerin Kafes’le gelen yeni bir soluk, yeni bir mit ve yeni bir destandan ürktüklerini hemen belli ettiler. Çünkü Türk solu maalesef hiçbir alanda rekabete açık bir hareket değil. Bu yüzden kısır ve elini attığı her şeyi kısırlaştıran bir yapısı var. Artık Kafes ile “devrimci genç” ile “Ülkücü abi”nin yeni bir kavga alanı başlamış oldu. Bunu nereden anlıyoruz? Sinemalarında ve basın organlarında Kafes’e yeterince ilgi göstermediklerinden. Üstelik Kafes ortak acıları anlatan bir film olmasına rağmen… Hadi onlar ilgi göstermedi, ya İslamcı medyaya ne demeli? Onların bu hâli her zaman patolojik olmuştur. Sanatla uğraşan İslamcıların bütün ömürleri, kendilerini solculara beğendirmekle geçmiştir. Son siyasi gerginliklere kadar sol tarafından onaylanmak âdeta diploma gibiydi onlar için.  
Kafes’in eleştirisine bu cümlelerle başlamak benim için elzemdi. Yoksa eleştirilerin merkezine prodüksiyon eksikliklerini koyarak işin kolayına kaçmak, biraz da arkadan vurmak olurdu. Böyle eksiklikler var mı? Var. Yönetmen Mahmut Kaplan filmi çekerken bazı devamlılık hataları yaptığını bilmiyor muydu? Biliyordu. Mekânlar, oyuncu kadrosu, figürasyon, dekor yeterli miydi? Değildi. Bütün bunları uzun uzun konuşmak mümkün… Ama film denen şey özünde bir ticari üründür. Film parayla çekilir. Dolayısıyla prodüksiyon hakkında söz etmek kasıtlı bir yaklaşım olur. Neticede “ne kadar ekmek, o kadar köfte”. İşte asıl mesele bu…
Bu sebeple Kafes’le ilgili iki konu üzerinde durmak istiyorum.
İlki, filmin hikâyesi... Böyle bir hikâye daha önce hiç filme alınmadığı için hayli zengin bir malzemesinin olduğunu söylemek mümkün. Hikâyenin yazarı Lütfi Şahsuvaroğlu’nun bu konuda hayli bilgi sahibi olduğu ve film ekibine sahnelerle ilgili danışmanlık da yaptığı belli oluyor. Eldeki malzeme senaryoda iyi kullanılmış. Konu bir bütünlük içinde yürüyor. Ancak Mehmet’in sevgilisinin öldürülme sahnesi filmin bütününe bakıldığında sırıtan bir sahne olarak duruyor. Çünkü bir anda ortaya çıkan bir adam onu öldürüyor. Bu kişiyi o sahnede ilk kez görüyoruz (Ya da ben fark edemedim.). Katil, başlangıçta devrimci bir terörist izlenimi veriyor. Sonunda hırsız olduğunu anlıyoruz.
Her senaryoda o meşhur 5N 1 K çok önemlidir. 5N 1K hikâyenin bütünlüğü için önemli olsa da senaryo içindeki “yan hikâyecikler” için de önemlidir. Bu yan hikâyecikler üzerinde de daha fazla düşünülmeli sebep-sonuç ilişkisi daha sağlam kurgulanmalıydı. Bu tür başka sahnelerde var ama bunu örneklemeyle yetiniyorum. Bunun dışında senaryo genel anlamda problemsizdi. Zaten filmi izleten ve diğer kusurları da görmezden gelmeme sebep hikâyenin sağlamlığıydı. Eğer filmin bütçesi iyi olsaydı eminim ki hikâyeyi kuvvetlendirecek birçok “yan hikâyecik” senaryo içinde yer alacaktı. Artık Mahmut Kaplan hevesini başka projelerde deneyecek deyip ikinci olarak oyunculuk konusunda birkaç söz söylemek istiyorum.
Kaliteli oyuncu kadrosu bir filmin olmazsa olmazlarındandır. Başrol oyuncusu İsmail Hacıoğlu genel anlamda beğendiğim bir oyuncudur. Birkaç dizide ve filmde onu izledim. Onu ilk izlediğim ilk andan itibaren bende hep Leonardo DiCaprio’yu çağrıştırmıştır. Bu filmde de öyle oldu. Kafes’i izlerken Martin Scorsese’nin New York Çeteleri’ndeki “Amsterdam Vallon” karakterini oynayan DiCaprio’yu yeniden aklıma getirdi. İsmail Hacıoğlu belli ki “Mehmet” i hayli araştırmış ve üzerinde kafa yormuş. Özellikle hapishane sahnelerinde çok başarılı... Dönemin tipik bir “Ülkücü abisi”. Okumayı seven, yiğit, dürüst ve duygusal… 
Peki, onun bu oyunculuk başarısı sanat çevrelerince ödüllendirilir mi? Hayır. Çünkü o bir faşisti canlandırdığı için çoktan kara listeye alınmıştır. Eminim İsmail Hacıoğlu şimdiden bunun tedirginliğini yaşıyordur. Hâlbuki o bir profesyonel olarak işinin gereğini yaptı. Ama bizim gibi sanat etiği henüz oluşmamış toplumlarda, bu doğal bir sonuç. Deniz Gezmiş’i canlandırırsan büyük sanatçı olursun ama tam karşıt görüşlü birini oynarsan… Bir ülkenin sanata bakışı bu kadar ideolojik ayrım barındırıyorsa o ülkede barışı tesis etmek de o kadar zordur ve bugün de olan budur.
Diğer oyunculara gelince İhsan karakterini oynayan Şefik Onatoğlu’yla Mustafa karakterini oynayan Barış Küçükgüler diğer başarılı oyuncular. Özellik Mustafa karakterini oynayan Barış Küçükgüler, büyük istikbal vadediyor. Umarım bir gadre uğramaz. Mehmet’in sevgilisini oynayan Nilay Duru’yla Polis Şefi Erdal Cindoruk da iyiler arasındaydı. Diğerleri ise orta düzeydeydi. Ancak bazıları vasatı bile yakalayamadı. Bende en çok hayal kırıklığı yaratan Mustafa’nın annesi rolündeki Melda Arat’tı. Mustafa’nın annesinin fönlü saçlarla Mehmet’le karşılaşma sahnesi duygudan çok yoksundu. Hâlbuki Ülkücülerin en önemli trajik iki hikâyesi vardır. Biri Önkuzu cinayeti, diğeri Mustafa’nın idamı… İlki idare ederdi ama ikinci sahne fena hâlde güme gitmiş. Burada asıl eksiklik, bu kadar önemli bir karaktere yönetmen müdahalesinin olmamasıydı. Eğer Mahmut Kaplan yönetmenlikte aşama kaydetmek istiyorsa şimdiden tezi yok bol bol tiyatro izlemeli… Hatta tiyatro provaları ve çok ihtiyaç duyarsa oyunculuk dersleri alması faydalı olur. Çünkü bir yönetmen ışıkçı kadar ışıkçı, montajcı kadar montajcı, oyuncu kadar oyuncu vs. olmalıdır. Bilmediğin bir konuyu anlatamazsın. Bu yüzden Melda Arat’a rolü ya iyi anlatılmamış ya da o rolle özdeşleşememiş. Her iki hâlden de yönetmen sorumludur.
Efendim bu kadar laf yeter… Son sözlerimde sanatsever solculara…
Korkmayın bu filmden ey solcular (filmdeki adıyla komünistler)!
Öcü olarak gösterilmediniz. Hatta film solcularla başarılı bir biçimde duygudaşlık kurmuş. Bu açıdan bakıldığında Kafes, Ülkücü propagandası yapan bir film değil. Çünkü filmde Ülkücülerin kendileriyle yüzleşmesi de gayet başarılı bir biçimde aktarılmış. 
Sizlerin sanatı sevdiğinizden kuşkum yok. Madem bu ülkenin gökkuşağı gibi renkleri olsun istiyorsunuz; alın size yeni bir renk, yeni bir ton… Alın, gökkuşağınızın renkleri arasına Kafes’i de ekleyin. Vurmadan önce dinleyin. Yok saymak yerine, gidin izleyin… Hümanistliğinizin hakkını verin ve Ülkücüleri utandırın.
 
  * TRT Yapımcısı-Yönetmen