Okunma
1678
Ağustos ayında dostum Panagiotis’in davetlisi olarak Kuzey Yunanistan’daydım. Birlikte Yanya’yı gezerken, “Memleket deyince aklıma hep İstavri geliyor. Bizim için memleket demek, Türkiye’deki köyümüz demektir.” dedi.
Bu sözler bana Nazım Hikmet’in şu şiirini hatırlattı.
“Karşı yaka memleket,
sesleniyorum Varna'dan,
işitiyor musun?
Memet! Memet!
Karadeniz akıyor durmadan,
deli hasret, deli hasret,
oğlum, sana sesleniyorum,
işitiyor musun?
Memet! Memet!”
Panayadis, bu sözlerini Yanya’da Tepedelenli Ali Paşa’nın konağının bahçesinde bir başka Türkiyeli Rum olan Anastas Tanoğlu ile sohbet ederken söyledi ve şöyle devam etti:
“Sadece ben değil bütün Pontuslular memleket deyince Türkiye’deki köyünü hatırlar. Küçüktüm. Dedem memleket memleket diye hep Türkiye’deki köyümüzü anlattı bana.”
Panayadis Pultidis’in ailesi 1924 Lozan mübadili. Dedeleri Gümüşhane’den Yunanistan’a göçmüş. Gümüşhane’deki köyünün eski adı İstavri, yeni adı Uğurtaşı. Aile şimdi Yunanistan’ın Kozani’ye bağlı Ptolemaide yani eski adı Kayılar olan ilçede yaşıyor. Dedesinin “memleket” hikâyeleri büyüyen Panayadis, memleket dediği İstavri’ye tutkuyla bağlı. Çok defa gelmiş, köyünü gezmiş.
Kayılar’da (Ptolemaida) kaldığım Terelidis Otelinin sahibi aslen Çarşambalı olan Tasos Terelidis (Derelioğlu) ile bir gün sohbet ederken Panayadis için şunları söyleyip beni çok güldürdü.
“Kışın her akşam buraya geldi. Bir şeyler içip ‘İstavri, İstavri’ diye kafamı şişirdi.”
Ben böyle söyleyeyim, gerisini siz anlayın.
Tasos çok iyi Türkçe biliyor. Ailesi her nasılsa mübadeleden çok sonraları Yunanistan’a geldi. Kendisi Türkiye’de diş hekimliği fakültesinde okurken eğitimini yarım bırakıp, Yunanistan’a göç etmiş. Hikâyesinin ayrıntısını bilmiyorum ama şimdi bir ayağı Türkiye’de. Ayda birkaç kez gelip gidiyor.
Yanya’da tanıştığım Anastas Tanoğlu, Amasyalı. Bir tarafı da Karamanlı. Duru bir Türkçesi var. Kongo’da da Türkçe öğretmenliği yapıyor. Anadillerinin Türkçe olduğunu söylediklerinde hiç şaşırmadım. Çünkü mübadele esnasında çok sayıda Türkçe konuşan Ortodoks Rum’un göç ettiğini biliyordum.
Bir yıl önce 2013’ün Ağustosunda Panayadis, eşi Angela ile Ankara’da bana misafir olduğunda ilginç bir anekdot anlatmıştı. Yunan hükümeti, 1950’li yıllarda Yunan parlamentosuna giren Karamanlı 3 milletvekili için Yunanca tercüman tutmuştu.
Anastas Tanoğlu da Türkçe konuşan bir aile içinde büyümüştü. Köylerindeki ahalinin çoğunun soyadları da Türkçe imiş: Tanoğlu, Bulutoğlu, Dumanoğlu, Aslanoğlu gibi.
Rumca’da ‘oğlu’ kelimesi ‘–ides’ ya da ‘–idis’ ekleriyle ifade ediliyor. Yani Aslanidis demek Aslanoğlu demek. Karadeniz Rumlarının soyadlarında bu eki çokça görmek mümkün. Bazıları ise –oglis ya da -oğlis ekini de alabiliyor. Yani Aslanidis bazı bölgelerde Aslanoğlis olabiliyor. Fakat Anastas Tanoğlu gibi olanlar tıpkı bizler gibi ‘–oğlu’ olarak soyadlarına ek alıyor.
Bunları duymak, görmek ilginçti ama beni şaşırtmadı. Beni asıl şaşırtan Veria’da Büyük İskender’in babası II. Filip’in mezarını gezerken karşılaştığım 80’li yaşlarda, siyahlar giyinmiş, ak saçlı, beyaz tenli sevimli yaşlı kadın oldu. Türkçe konuştuğumu duyunca yanıma yanaştı: “Hoş geldiniz.” dedi.
İkinci cümlesi ise “Türkiye’den mi geldiniz?” idi. “Evet.” diye cevap verince bu kez nereli olduğumu sordu. Konuşmamız çok duru bir Türkçeyle devam ediyordu. Ankara’dan geldiğimi ama Gümüşhaneli olduğumu söyleyince, “Ben de aslen Sinoplu’yum.” dedi. Yadırgamadım, onu bizler gibi anıt mezarı gezmeye gelen Türk turistlerden sandım. “Siz de müzeyi gezmeye mi geldiniz?” diye sordum. Güldü. “Ben buralıyım. Burada doğdum.” dedi.
Çok hayret etmiştim. Yunanistan’da doğan, büyüyen biri nasıl olur da Türkçeyi bu kadar iyi telaffuz edebilirdi. “Ama çok iyi Türkçe konuşuyorsunuz.” dedim.
Yüzünde derin izler oluştu. “Annem ve babam, evde Türkçe’den başka dil konuşmamızı yasaklamıştı. Okulda Yunanca, evde Türkçe öğrendik.” dedi.
Günümüz muhafazakârları sosyal medyaya atıp tutsun, Panayadis ile tanışmamız facebook sayesinde oldu.
Panayadis, Ötüken Neşriyattan çıkan “SON KRİFOS” adlı romanıma ‘memleketim’ dediği İstavri’yi gezmeye geldiği sırada rastlamış. Hemen kitabın fotoğrafını çekmiş, sonra Trabzon’daki bir kitapevinden satın almış.
Kitabın ismi ona çok şey çağrıştırıyordu. Çünkü onun da dedeleri “krifos” idi. Yani gizli Hristiyan. Bu isimle bir romanın varlığı onu çok şaşırtmıştı. Çünkü Karadeniz’de bir dönem var olan gizli Hristiyanlık konusunda Yunanistan’da bile roman yazılmamıştı.
Türkçe bilmeyen biri için Türkçe roman okumanın zorluğunu varın siz düşünün. Tam altı ay sürmüş romanı okuması. Ama bu arada Türkçesini de epeyce ilerletmiş. Eşi Angela geçen yıl Panayadis’in bu halini anlatırken, “Ben mutfakta yemek yaparken Panayodi yanımda sizin romanınızı bana da çevirdi. Bu sayede ben de Türkçe öğrendim.” demişti.
Bu sözler, benim gibi Türkçe sevdalısı biri için gurur vericiydi. Hele hele benim yanımda kız torunu Viki’yi severken “Kızııım!” , erkek torunu Panço’yu severken “Yavruuum!” diye hitap etmesi çok hoşuma gitmişti.
Yemekte sohbet ederken Angela’nın anlattığı bir hikâye beni çok etkiledi. Torun Viki, bir kreş çocuğu. Yunanistan’ın ulusal bayramında kreş öğretmeni Türkler aleyhinde bazı şeyler söylemiş. Viki’de bunu Panayadis ile Angela’ya söylemiş. Her ikisi de kreş öğretmenini torunlarına Türkler hakkında düşmanlık aşılayacak şeyler söylememesi konusunda ikaz etmiş. Öğretmen eve kadar gelip, onlardan özür dilemiş.
Bu erdemli davranıştan sonra empati kurmaya çalıştım. Acaba bizim kreş ya da okulların birinde Rumların aleyhine çocuğuma bazı olumsuz şeyler söylense, gidip o öğretmene aynı tepkiyi gösterir miydim ya da gösterir miydik? Doğrusu cevap bulamadım.
Hiç şüphesiz Panayadis ve eşi Angela tıpkı bizler gibi okul yıllarında Türklerin aleyhine birçok söz duymuş, kitap okumuş, önyargıları oluşmuştur. Ama bunları zamanla aşmayı başarmış, bizlere “öteki” değil de bir “hemşeri” olarak bakmaya başlamışlar.
İnsanlar arasındaki bakış açısının değişmesinde kuşkusuz insanların birbirini tanıması ve anlaması yatıyor. Onlara bunun sebebini sorduğumda, her ikisi de “hepimiz insanız” diye cevap verdi.
Daha sonra Panayadis bir halk bilimci, tarihçi ve yazar olan P. Melanofridis’ten söz etti. Onun makalesini okuduktan sonra Türkler hakkındaki kanaatlerinin doluştuğunu söyledi. O makaleyi benim için Türkçe’ye çevirdi ve bana verdi.
Makalenin adı: “Pontusluların Diğer Milletler Hakkındaki Fikirleri”
Yazarı P. Melanofridis de Panayadis ve benim gibi Gümüşhaneli. Gümüşhane’nin Torul İlçesine bağlı eski adı Adissa, yeni adı Yıldız köyünden. P. Melanofridis, 1885’de Torul’da doğmuş. 1970 Yunanistan’da ölmüş.
Makalesinin tümünden burada söz etmeyeceğim. Yazısında zaman Türklerden “zorba” diye söz etse de “Türk karakterini” anlatırken söyledikleri oldukça ilginçti.
Şimdi bu makaleden kısa bir alıntı sunuyorum.
“Pontuslu, Türkün ruhunu anlamakta âdilâne bir şekilde davrandı. Ön yargı ve ihtiras olmadan. Kötü şeyler yerine, tam aksine, onun hakkında övgüler yağdırdı.
Bu bize garip görünmesin. Pontuslu Rum ve Türkler, aynı toprakların insanı olarak aynı psikolojiye sahiptirler. Belki de akrabadırlar. Pontus bölgesinin yerli halkı Pelasglar kavmindendir. Erken zamanda Hristiyanlaşarak Bizans Devleti’nin Yunanlı bir parçasını teşkil ettiler. Pontusluların önemli bir kısmının da İslâmlaşmasıyla yeni bir halk teşkil edildi. Bu halkı din; Hristiyan Rum ve Müslüman Türk diye ayırdı. Ama aslında hepsi ilkel halk psikolojisi taşıyan Anadolu halkıdır. Saf, samimi, çabuk kanan, ata yadigârına değer veren, kadere inanan, aile hayatı ve atalarının dinine sıkı sıkıya bağlı bir halk bu halk.
Buna göre, Pontuslunun idrakine göre Türk şöyledir:
Samimi: Türk, kalbinde olanı saklamaz. İkiyüzlü (riyakâr) değildir. Önünde başka, arkanda başka konuşmaz.
Konuksever: Şarklıların Türk, Rum, Kürt vb. konukseverliği meşhurdur ve herkes tarafından bilinmektedir.
Mert: Eli açık ve toktur. Misafir ettiği kişiden karşılık beklemez. Yabancıyı sıcak bir ortamda kabul eder ve ona güzel muamele eder, saygı gösterir. Gerektiğinde onu korur. Onu kendisine dost kabul eder. Şu deyim onlar için karakteristiktir: “Yeme namert ekmeğini! Koy açlık öldürsün seni”.
Merhametli: Merhametli ve zayıflara karşı yüce gönüllüdür. Genel olarak müşahede edilmiştir ki, Türkler, haydut ve cani bile olsa, kadın ve çocukların acizliği onları duygulandırır ve kadın ve çocuklara dokunmazlar. Pontus’ta başka yerlerde sıkça görünen, eşkıyalık, canilik, gasp iğrenç ve dehşet verici manzaralara pek rastlanmaz. Aksine, haydutların ellerine düşmüş olan birçok kişi, gözyaşları sayesinde, hayatını, namusunu ve malını kurtarmıştır.
Yiğit: Türk, yiğitliği sever ve ona değer verir. Türklerin, Yunan yiğitlerine karşı duyduğu hayranlık ve sevgisi herkesçe bilinmektedir. Bu, her ne kadar yerel yöneticilerle karşı karşıya gelmiş oluyor olsalar bile. Cesaret ve beden gücünde öne çıkmış olan Rumların isimlerini hayranlıkla zikrederler. Birçok defa da samimi olarak onların arkadaşlığını ararlar. Bu veciz söz, yiğitlik hakkındaki Türk görüşünü yeterince yansıtmaktadır. “Yatma tilki gölgesine! Koy arslan yesin seni”. Gerçekten de yiğitlik hakkında bu atasözü, hile ve riyakârlığa karşı tokat gibi bir sözdür.
Minnettar: Türk, hiçbir zaman yediği ekmeği, başkası tarafından kendisine yapılan hayır ve yardımı unutmaz. Rumların Türklere yaptığı yardıma karşılık, birçok defa Türkler de, zor zamanlarda Rumların hayatlarını kurtardıklarına dair çok örnek vardır.
Yazar makalesinin ilerleyen bölümlerinde Türk ve Rumlar arasındaki ilişkiden de söz ediyor:
“Pontus’ta Türk ve Rumlar arasında özel bir ilişki meydana gelmiştir. Bu dostluk ve akrabalık arasında dalgalanan bir ilişkidir. Bunun için de yerli sözcük “kirvas” üretilmiştir. Bu sözcük Homer’in “yabancı” sözcüğünün tam anlamını ifade eder. Türk, Rum’a “kirvas” dediği zaman, onu arkadaşı, himayesi altında olan biri, evinde misafir ettiği ve misafir gördüğü bir insan olarak kabul ederdi. Türklerle Rumlar arasındaki sağdıçlık ilişkileri az değildi. Rumların nikâh törenlerine Türkler sağdıç olarak, vaftizlerine de “vaftiz babası” olarak katılır, masrafları karşılardı.
P. Melanofridis bu yorumundan bizim çıkaracağımız sonuç şudur: Türk tarih boyunca hep böyle olmuştur. Çünkü bu emperyal bir milletin davranış biçimidir. Ama önemli olan husus bunu bir zamanlar Osmanlı vatandaşı olan ve Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan P. Melanofridis gibi tarihçilerin kaleme alması.
Tarih içinde halkların düşmanlıkları, karşılıklı yanlış anlamaları ve kusurları olabilir. Bunlar zaman içinde ön yargılara da dönüşebilir. Artık bu ön yargıları geride bırakma ve çocuklarımıza dost bir dünya bırakmanın zamanı geldi. Medeniyet kin ve nefret duyguları üzerine inşa edilemez.
İşte bu kısa Yunanistan seyahatini bunu bana anlattı.